Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

“Kılıçdaroğlu helalleşme-hesaplaşma dengesini tutturuyor mu?” sorusunu Soylu cevapladı

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu helalleşme-hesaplaşma kampanyasını sürdürüyor.

Peki, Kılıçdaroğlu, helalleşme-hesaplaşma dengesini tutturabiliyor mu?

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun sosyal medyadan yaptığı son açıklamalar bu soruya yanıt verdi.

Kılıçdaroğlu’nun çağrılarının iktidar cephesinde yarattığı etkiyi ortaya çıkardı.

Ruşen Çakır, yorumladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, bir süredir hem Altılı Masa’nın cumhurbaşkanlığı adaylığına kendini güçlü bir şekilde hazırlamak, hem de aday çıkarsa seçimleri kazanabilmek için bireysel bir kampanya yürütüyor — çokboyutlu bir kampanya yürütüyor.

Ama bunun iki boyutu çok öne çıkıyor: Birisi helâlleşme, diğeri hesaplaşma. Ne yapıyor meselâ? Roboski’ye gidiyor ya da 28 Şubat mağdurlarıyla, imam-hatiplilerle, başörtülülerle buluşuyor. Her gittiği ilde, kanaat önderi diye tâbir edilen kişilerle –ki bunların büyük bir kısmı muhâfazakâr câmiadan oluyor– kapalı toplantılar yapıyor vs.. Bir yanıyla bu; bir helâlleşme çağrısı: “Biz de hatâ yaptık. Bunları hep birlikte halletmemiz lâzım” vs.. Bir diğer yanda da: Hesaplaşma, hesap sorma. Bürokratlara çağrılar yapıyor. Eğer bu iktidârın, kendisine göre yasadışı olan, uygunsuz olan, devlet geleneğine aykırı olan uygulamalarına dâhil olurlarsa bunun bir hesâbı olacağını söylüyor. Yani bir çağrı yapıyor. Çağrı aynı zamanda bir meydan okumayı da içeriyor — “Beşli Çete” vurgusu, mâlûm. Orada bir hesaplaşma iddiası var. Birbirine zıt gibi görünen iki yaklaşım; birisi yumuşak, birisi sert — ve kendini muhâlefete yakın hissedenlerin bâzıları bu hesaplaşmadaki sertlikten rahatsız oluyor. Bunun özellikle kararsız seçmenleri, AKP’den kopmayı düşünen seçmenleri ürkütebileceğini düşünüyorlar ve Kılıçdaroğlu’nun bu konuları seçim öncesi gündeme getirmesinin çok akıl kârı olmadığını söylüyorlar. Bir diğer grup ise, tam tersine hesaplaşmanın öne çıkmasını istiyorlar ve helâlleşme denen olaya çok sıcak bakmıyorlar; “Ne gerek var buna?” diyorlar ve özellikle de AKP iktidârına bilinçli bir şekilde dâhil olan herkesin şu ya da bu şekilde hesap vermesi gerektiğini söylüyorlar. Bir anlamda, “rövanşizm” denen o olayın bir başka tezâhürü söz konusu. Dolayısıyla bir yanda helâlleşme, bir yanda hesaplaşma; bunların her birinden ayrı ayrı rahatsız olanlar var. 

Peki doğrusu ne? Açıkçası, bana göre doğrusu bunun ortasını bulabilmek, bunun dengesini tutturabilmek. Ortasını derken, bana çok atfedilen ve hiç de rahatsız olmadığım “ortayolculuk” değil sâdece; ikisi de Türkiye’ye lâzım bana göre. Hele yeni bir döneme geçilecekse, hem Türkiye barışmalı hem de Türkiye hesaplaşmalı. İkisini birden yürütebilmek çok ideal olur. Ama burada bir dengeyi tutturabilmek gerekir. İşte burada altın soru bu: Kılıçdaroğlu bu dengeyi tutturuyor mu? Bana göre tutturamıyor. Değişik anlarda değişik şeyler var. Bunu yayının sonunda tekrar değerlendireceğim. Ama ben Kılıçdaroğlu’nun bu dengeyi tam tutturabildiğini sanmıyorum. Özellikle yaptığı bâzı videoları çok başarılı bulduğum oluyor — kişisel olarak bahsediyorum. Meselâ Roboski ziyâreti bence çok iyiydi; ama dengenin tam tutturulabilmiş olduğu kanısında değilim. Ve burada imdâdımıza kim yetişiyor? Kılıçdaroğlu’nun hedef aldığı kesimler yetişiyor. Ne yaparız? Genellikle bu tür stratejilerde, bir siyâsetçinin –iktidarda olsun ya da muhâlefette olsun– uyguladığı bir stratejinin ne derece başarılı olduğunu anlamak için rakiplerine bakmak lâzım. Meselâ Erdoğan bir çıkış yapıyor; Kılıçdaroğlu’nun verdiği tepkiden Erdoğan’ın akıllıca bir hamle mi yaptığını, yoksa yanlış mı yaptığını kestirmemiz mümkün oluyor.

Burada önümüzde Süleyman Soylu’nun bugün sosyal medyada yaptığı paylaşımlar bize yardımcı olabilir — yayının başlığında da söylediğim gibi. Bu dengeyi tutturup tutturamadığının cevâbını Süleyman Soylu bugün verdi ve Süleyman Soylu’nun cevâbı, “Tabiî ki tutturdu” oldu. Tabiî böyle söylemedi, ben ona söyletiyorum. Süleyman Soylu bambaşka bir şey yaptı. Kılıçdaroğlu’nu hem helâlleşme hem hesaplaşma konusunda köşeye sıkıştırdığını düşündü. Şimdi bakalım, ilk attığı tweet: “Kılıçdaroğlu’nun ‘helâlleşme’ foyası, samîmîyetsizliği, son 24 saatte tekrar zirve oldu. Milyonlarca imam-hatipliye hakarete, tahkir, aşağılama ve kutuplaştırmaya ses çıkarma; valileri, savcıları, hâkimleri tehdit et.” Şimdi bu yaptığı paylaşımın ilk bölümüne bakalım, ne diyor? “Milyonlarca imam-hatipliye hakaret edildi, tahkir edildi, aşağılama, kutuplaştırma oldu. Kılıçdaroğlu sessiz kaldı.“ Burada kastı ne? Şarkıcı Gülşen’in videosu ve ardından Süleyman Soylu’nun da devreye girmesiyle birlikte onun hızlı bir şekilde gözaltına alınıp tutuklanması ve burada tepkiler. Ne oldu? Öncelikle iktidar yanlıları, iktidar sözcüleri bir kuyruğa girdiler, büyük bir fırsat yakaladılar –yine mağdur olma fırsatı–; bir şarkıcının ne bağlamda, nasıl ettiği belli olmayan –ki sonradan kendisinin de özür dilediği– birtakım sözlerden hareketle, Türkiye’nin en önemli sorunu diye bu şeyi bize dayattılar. Gülşen’in CHP ile bir alâkası var mı? Kılıçdaroğlu ile bir alâkası var mı? Genel olarak laikliği savunan kesimlerle, AKP karşıtı olan kesimlerle nasıl bir bağı var? Bir temsîliyeti var mı? Bütün bunların hepsi bir yana, büyük bir furyayla bir şey yaptılar ve burada kimin ne dediği, bir de kimin ne demediği üzerinden siyâsî çıkar elde etmeye çalışıyorlar. Gülşen konusunu bugün Kemal’le yapacağımız “Haftaya Bakış”ta ayrıca konuşacağız. Onun için şimdi olaya nasıl baktığımı çok fazla dile getirmek istemiyorum. Ama şunu da söylemek durumundayım: Tabiî ki tutuklanması son derece yanlış ve saçma bir şey. Buradan hareketle Kılıçdaroğlu’nun helâlleşma foyasının ortaya çıktığını söylüyor. Bu bize ne gösteriyor? Bence Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme çabalarının, özellikle muhâfazakâr kesimlere yönelik helâlleşme çabalarının başarılı olduğunu ve iktidârı rahatsız ettiğini, ürküttüğünü gösteriyor. Aksi takdirde Kılıçdaroğlu onlarla buluşuyor, bunlarla buluşuyor vs. birtakım şeyler söylüyor. Bunlardan bir şey çıkmayacağını düşünse, iktidâr sözcüleri zâten gülüp geçerler. Ama ne yapıyor Süleyman Soylu? İlk bulduğu fırsatta, “İşte görüyorsunuz, helâlleşme demişti; bakın foyası meydana çıktı” diyor. Bence birinci veri bu. Gülşen olayına Kılıçdaroğlu’nun verdiği ya da vermediği tepkiden hareketle, bütün o yürütülen helâlleşme çabalarının, furyasının yanlış olduğunu, aldatmaca olduğunu bize söylemeye çalışıyor. Belli ki çok ciddî bir rahatsızlığı var ve belli ki Kılıçdaroğlu’nun bu helâlleşme çıkışları iktidardakileri tedirgin ediyor. Hemen ardından, “Valileri, savcıları, hâkimleri tehdit etti” diyor ve ikinci bir tweet’le devam ediyor: “Kılıçdaroğlu aylardır sivil itaatsizlik çağrısı yapıyor. Yamakları üzerinden hepimize salya sümük ‘Yargılanacaksınız’ tehdidi… Derdi, seçim ve demokrasi değil. Derdi, kaos ve anarşizm. 27 Mayıs ruhu hortlayan ve ötekisini böcek gören zihniyet.” Şimdi buradan neyi görüyoruz? Helâlleşmeden sonra hemen hesaplaşmaya geçiyor. Helâlleşmede bir şeyi, Gülşen olayında bir fırsat yakaladığını düşünüp buradan, konuyla ne alâkası varsa hesaplaşmaya geliyor ve “Savcıları, hâkimleri tehdit et… Yargılanacaksınız tehdidi…” Bunu daha önce de yaptı biliyorsunuz. Kendisine yönelik olarak yapılan şeylere karşı süre verdi; “Hadi bakalım” dedi. Şirket, oğlunun şirketi vs.. Bu da “Yargılanacaksınız” çıkışlarının, yani hesaplaşma iddialarının iktidarda ne kadar rahatsızlık yarattığını gösteriyor. “Valileri, savcıları, hâkimleri tehdit et.” Tehdit mi ediyor? Herkesin takdiri ayrı. Onlara bir çağrı yapıyor ve o çağrının gereklerini yerine getirmedikleri durumda sorumlulukları olduğunu söylüyor. Bu anlamda bakılırsa, evet, bir tehdit var ve belli ki bu, bürokraside birtakım sorunlara yol açıyor. İçişleri Bakanı olarak herhalde Süleyman Soylu, kendi kadrosundaki tedirginlikleri bir şekilde öğreniyordur. Yani Kılıçdaroğlu’nun tek tek bürokratlara seslenmesi ve “Bu yaptıklarınız yanınıza kalmaz” demesinin belli ki aşağıda, bürokrasinin değişik kademelerinde bir karşılığı var. Demek ki hesaplaşma çıkışının bir karşılığı var. Hattâ öyle bir karşılığı var ki Süleyman Soylu, önce kişisel olarak da bundan duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. Yani gülüp geçilecek bir şeye gülüp geçmedi, ciddîye aldı, zaman verdi, süre verdi. Şimdi de buradan hareketle ne diyor: “Tehdit ediyor. Sivil itaatsizlik çağrısı yapıyor.” Şimdi buradaki cümle çok acayip. Sivil itaatsizlik başlı başına ilginç bir olaydır. Gandi’ye atfedilir ve buradan da hareketle Kılıçdaroğlu ilk CHP Genel Başkanı olduğu zaman ona yapılan Gandi benzetmesinin nihâyet bugün örneklerini görüyoruz. Sivil itaatsizlik aslında meşrû bir hak. Aslında olumlu bir şey. Şimdi Süleyman Soylu, “Aylardır sivil itaatsizlik çağrısı yapıyor” diyerek aslında bence Kılıçdaroğlu’nu onore ediyor. Kılıçdaroğlu’nun yaptığı, “Tefecilere borcunuzu ödemeyin” çağrısı, öğretmenlere “Bu sınava katılmayın” çağrıları, evet, sivil itaatsizlik çağrısı olarak görülebilir. Ne derece başarılı olur açıkçası çok emin değilim. Türkiye’de bu tür sivil itaatsizlik çağrılarına cevap verecek, özellikle maaşlarını devletten alan insanların ne kadar olduğundan çok emin değilim. Ama belli ki Süleyman Soylu bunu ciddîye alıyor ve bununla ilgili “anarşi” vs.’yi de sonradan söylemiş. Halbuki sivil itaatsizlik başlı başına bir anarşi meselesi değildir, bambaşka bir şeydir. Süleyman Soylu ne diyor: “Sivil itaatsizlik çağrısı yapıyorsunuz. Salya sümük ‘Yargılanacaksınız’ diyorsunuz.” Bütün bunların da belli ki iktidarda bir karşılığı var. 

Burada bir parantez açayım. Yıllar önce bir Abant toplantısında, Fethullahçılar’ın düzenlediği 28 Şubat dönemindeki toplantıda ben sordum: “Niye sivil itaatsizliği hayâta geçirmediniz? Şimdi şikâyet ediyorsunuz” diye. Sonradan îtirafçı olan, bir ara Fethullah Gülen’in sağ kolu gibi görülen Latif Erdoğan beni anarşizmle suçladı. Bereket orada bu konuların uzmanı bir profesör vardı ve ona gayet sâkin bir dille, herkesin anlayacağı bir dille, sivil itaatsizliğin anarşi filan olmadığını, olumlu bir şey olduğunu söylemişti. Ne kadar anladığını bilmiyorum, o kadar da dert değil. Zâten şimdi kendisinin adı da unutuldu, eski havası da yok. Böyle bir köşede itaat gösterisi, “sivil itaat” gösterileri yapıyor. Neyse, bu parantezi kapatalım. 

Soylu’nun daha sonra iki tâne daha tweet’i var. Bunlar aslında öylesine yazılmış: “Değerlerimizi aşındırma, demokrasiyi ve hukuku etkisiz kılma…” Soylu’nun Kılıçdaroğlu’na yönelik suçlamasının bu olmasının altını özellikle çizmek lâzım. Devam ediyor: “Herkeste güvensizlik oluşturma, toplumu kutuplaştırma ve bölme.” Bunu da başlı başına ayırmak lâzım. Son tweet’inde de şöyle yazıyor: “Yeni vesâyet eski Türkiye” istiyormuş Kılıçdaroğlu ve “bu da ABD’siz uygulanamaz” diyor. Bunu ABD olmadan uygulayamaz diyor. Burada da ilginç bir şekilde Anti-Amerikancılık yapıyor. Bunun şu anda hükümetin, iktidârın ABD ile ilişkiler politikasına ne kadar uyumlu olduğu ayrı bir tartışma konusu; ama bu, Türkiye’de hep var olan, bilinen, “Amerikan karşıtlığı yapıldığı zaman işler kolaylaşır“ yaklaşımının bir ürünü. Neyse; o son iki tweet’in çok bir anlamı olduğu kanısında değilim. İlk ikisinin, yani Gülşen olayından hareketle büyük bir heyecanla, helâlleşme ve hesaplaşmaların hesâbını sormaya kalkması bu olayda Kılıçdaroğlu’nun bayağı bir etkili olduğunu, iktidarda birtakım ciddî rahatsızlıklar yarattığını bize gösteriyor. 

Tekrar başlığa dönecek olursak: “Bu dengeyi sağladı mı?” Evet, Süleyman Soylu bir cevap veriyor ve Süleyman Soylu’nun cevâbından anlıyoruz ki Kılıçdaroğlu bu dengeyi sağlamış. Ama bana göre sağlamadı; çünkü Süleyman Soylu’nun verdiği cevapların büyük bir kısmının tam olarak da gerçeğe denk gelmediğini daha önceki deneyimlerimizden biliyoruz. Ama tabiî ki çok ciddî ipuçları içeriyor bu. Şurası muhakkak: Özellikle muhâfazakâr kesime yönelik olarak yapılan helâlleşme çalışmalarının, özellikle Roboski olayındaki ziyârette Kürtler’le olan helâlleşme çalışmalarının, çabalarının bir karşılığı, bir değeri var. Ama henüz burada daha çok eksik var. Türkiye’de mağdur edilmiş, devlet eliyle mağdur edilmiş çok sayıda insan var. Meselâ hâlâ olmadı, olacağı söyleniyor: Cumartesi Anneleri’yle buluşmadı. Cumartesi Anneleri Türkiye’de birçok şeyin sembolü. Çok önemli bir olay. Bizim Medyascope olarak da başından îtibâren her hafta yer vermeye çalıştığımız çok değerli bir olay. Bunun hâlâ çok ciddî bir eksiklik olduğunu düşünüyorum. Başka eksiklikler de var. Hrant Dink’in âilesiyle görüşme vs. bunlar da çok olumluydu. Ama hâlâ bu konuda yapılacak çok şey var. Hesaplaşma konusunu da biraz daha somutlaştırmak ve belki de tanımlamak, ismini koymak gerekiyor. Ama şu hâliyle baktığımız zaman bir tedirginlik yarattığı muhakkak. Bir de şunu özellikle vurgulamak istiyorum; Hesaplaşma olarak görülen bâzı çağrılarının, özellikle çıkışlarının, Kılıçdaroğlu’nun genellikle evinden yaptığı videolarda bürokratlara yönelik bâzı çağrıların, hesaplaşmanın ötesinde devletin içerisindeki değişik güce sâhip kişileri saf değiştirme çağrısı olarak görüyorum. Bunun altında tabiî ki bir hesaplaşma olayı var. Ama buradaki esas meselenin hesaplaşmadan ziyâde, birilerine, “Artık bu iktidar yıkılıyor. Kendinize bir gelecek arıyorsanız safınızı belirleyin” çağrısı olduğu kanısındayım — ki özellikle en son tefecilikle ilgili yaptığı çağrı videosunda bu çok ciddî bir şekilde vardı bence; ama pek görüldüğünü sanmıyorum. Bunu da bugün Kemal ile konuşacağız kısmen. Ama esas olarak pazar günü Medyascope yazımda –günlerdir kafamda olan bir yazı bu– bunu ele almak istiyorum. Kılıçdaroğlu’nun meselesi sâdece bir hesaplaşma meselesi değil; aynı zamanda Türkiye’de sistemin yeni sâhibinin kim olacağını, dümende kimin olacağını sistemde ve devlet içerisinde hâlâ büyük güç sâhibi olan, etkili olan bâzı kesimlere anlatma çabası olarak görüyorum. Bunun altında tabiî bir “aba altından sopa gösterme” olarak târif edilebilecek, eğer değişeni, gelmekte olanı görmüyorlarsa bunun hesâbını verecekleri göndermesi var. Ama esas hesâbının hesaplaşma değil; kendi etrafında ya da muhâlefetin, Altılı Masa’nın ve Altılı Masa’nın ilk akla gelen adayı olarak kendisinin etrafında yeni bir saflaşmayı yaratma çabası olarak görüyorum – ki bu çok zor bir olay bence. 

İşte, dediğim gibi bugün Kemal ile bunları biraz konuşacağız; ama esas pazar günkü yazımda ele almayı düşünüyorum. Türkiye’de sanıldığından, görüldüğünden ve benim de düşündüğümden, tahayyül edebildiğimden daha ciddî iktidâr savaşları yaşanıyor gibi bir hissiyatım var. Bunu olabildiğince, anlayabildiğimce, kavrayabildiğimce, güvendiğim kişilerle konuşup tartışarak berraklaştırmak ve sizlere de olabildiğince açık ve net bir şekilde bunları anlatmak istiyorum. Umarım başarılı oluyorumdur. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.