Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Serhat Güvenç yazdı: Yunanistan’ın acelesi ne?

Türk-Yunan ilişkilerinde savaşın eşiğinden dönülen krizleri incelediğimde yerleşik kabulle pek de bağdaşmayan bir sonuca varmıştım. Yaygın kanaat iki halkın dost olduğu ancak gerilimden beslenen siyasetçiler yüzünden kalıcı barışın tesis edilemediğidir. Gündelik yaşamda bireyler arasında oluşan sıcak insani ilişkilere bakılarak böyle bir yargıya varılması şaşırtıcı değildir. 

Geçen hafta Ege’de yaşanan bir dizi gelişme nedeniyle ilişkilerin gerildiği sırada, binlerce Türk turist yazın son günlerinin keyfini çıkarmak için Yunanistan’ı ziyaret ediyordu. Yaşanan gerginliğin bu ülkede Türk turistlere gösterilen misafirperverliği gölgelediğine ilişkin veriye rastlamadım. Benzer şekilde herhangi bir gün İstanbul’da binlerce Yunan turisti ağırlanıyor. Onlara yapılan muamelede herhangi bir değişiklik yok.  

Öte yandan bireyler arası ilişkilere hakim olan sıcaklık ve olumlu havanın bir türlü kollektif düzeye sirayet edemediğini, iki ülkede yapılan kamuoyu araştırmaları gösteriyor. Türk tarafında Yunanistan ve Yunan bireylerle temas olanağının görece dar bir sosyo-ekononomik çevre ile sınırlı kalması bir etmen olarak düşünülebilir. Ancak Yunan tarafı için temas olanağı bu denli kısıtlı değil. 

Öyleyse onca gezi, ziyaret ve temasa rağmen Yunan kamuoyunda dirençli bir Türkiye karşıtı havanın varlığı gerçekten açıklanmaya muhtaç. Kısaca söylemek istediğim şu: Ege’nin her iki tarafında da siyasetçilerin çok gayret göstermesine gerek olmadan “gaza gelmeye” teşne kamuoyları bulunuyor. İş, karar vericilerin belli bir dış ve/veya iç politika gündemi için kamuoylarını sahneye davet etmesine bakıyor.

Ancak karar vericiler, kamuoyunu olaya dahil olmaya bir kez davet edince kontrolü elden kaçırabildikleri de oluyor. 6-7 Eylül olayları bu açıdan ciddi dersler içeriyor, Hele iç siyasette belirsizlik söz konusu ise “fırsatçı” aktörlerin gerilimi savaşın eşiğine kadar tırmandırabildiklerinin örnekleri var. Bu anlamda aklıma gelen iki örnek Mart 1987’de yaşanan kıta sahanlığı krizi ve 1995/96’daki Kardak krizi. 

1987’de baypas ameliyatı için ABD’de bulunan Turgut Özal’ın yokluğunda, Ankara’daki şahin kanat Ege’de Türkiye ile Yunanistan arasında sınırlı bir çatışmaya hazırlanıyordu. 1980’ler boyunca Yunanistan’da iktidarda bulunan Andreas Papandreou, Türkiye ile diyalog ya da müzakereye yanaşmıyordu. Üstelik Ege’nin tartışmaları sularında Bern Uzlaşısı’na aykırı biçimde petrol arama çalışmaları başlatmaya karar vermişti. Ankara’daki bazı çevrelere göre diplomatik tıkanıklığı aşmanın tek çaresi Ege’de Yunanistan’ın canını acıtmaktı. Bu kriz, Özal’ın dönüş yolundayken, Londra’da uzlaşmacı bir mesaj vermesiyle atlatılabildi.

1995-96 Kardak krizi ise, iki adacığın eski Başbakan Papandreou ölüm döşeğindeyken PASOK içi iktidar kavgasının bir parçası haline gelmesiyle büyüdü ve savaşın eşiğine gelindi. Bu kriz, Vaşington’un son dakika müdahalesiyle yatıştırıldı. Amerika’nın iki NATO müttefikine verdiği mesaj çok netti: “İlk ateş açan beni de karşısında bulur.”

1974 sonrası Türk-Yunan uyuşmazlığı konusunda iki gözlemim var. Yukarıdaki iki istisna dışında taraflar, geçen süre zarfında ciddi bir kriz yönetimi birikim ve deneyimine sahip olmuşlardır. Bu birikim sivil ve askeri güvenlik bürokrasilerinde yoğunlaşmıştır. Herhangi bir krizi nasıl yönetebileceklerini bilirler. Karşı tarafın davranış kodlarını çözmüşlerdir ki biz buna “angajman kuralları” diyoruz. Bu tanıdıklık bir krizin en yoğun evresinde dahi doğrudan ya da dolaylı iletişim kurabilmelerini sağlar. Dolayısıyla taraflardan herhangi birinde, herhangi bir krizi savaşa tırmandırma yönünde siyasi bir irade bulunmadığı sürece, iki ülkenin kazayla ya da istemeden savaşa girme ihtimali düşüktür. 

Diğer gözlemim ise ne Yunanistan’ın ne de Türkiye’nin savaş başlatan taraf olmak istememeleridir. Eğer aralarında bir savaş yaşanacaksa da ilk saldırının karşı taraftan geleceği bir savaşı tercih ederler. Yani savaş kendi açılarından “keyfi” değil “zaruri” olmalıdır. Bu özellikle uluslararası toplumun desteğini almak açısından kritiktir. Zira Kardak örneğinin de ortaya koyduğu gibi olası savaşın sorumluluğu bilerek ve isteyerek ilk ateşi açan tarafta kalacaktır. Özetle bir Türk-Yunan savaşı için bu yönde bir siyasi iradenin varlığı tek başına yetmez. Savaşın “kaçınılmaz” ya da “zaruri” olduğuna üçüncü tarafların da ikna edilebilmesi gerekecektir.  

Geçtiğimiz hafta Ege ve Doğu Akdeniz’de yaşananlar Yunan tarafının Ankara’nın davranışını şartlandırmaya dönük hamleleri olarak görülebilir. Önce Ege üzerinde bir ABD B-52 bombardıman uçağına refakat eden Türk F-16’ları taciz edilmiştir. Atina’nın böyle bir görev sırasında dahi FIR hattında teşhis bahanesiyle Türk uçaklarını tacizinde yeni bir şey yoktur. Daha önce de benzer durumlar yaşanmıştır. Örneğin; Türk Deniz Kuvvetleri’ne ait bir deniz karakol (D/K) uçağına Ege’nin uluslararası hava sahasında Etkin Çaba (Active Endeavour) NATO görevi sırasında radar kilidi atılmıştır. Bunlar, ittifak görevleri için dahi olsa Türk askeri uçaklarının Ege üzerine çıkmalarına Yunanistan’ın tahammülünün olmadığını ortaya koyan örneklerdir.

Bu örneği, Girit’te konuşlu S-300 füzelerinin yine Türk uçaklarına radar kilidi atmaları izlemiştir. Bu konuları yakından takip eden havacılık meraklılarına göre bu ilk örnek değildir. Daha önce MSB’nin benzer bir tacize ilişkin paylaşım yaptığı ancak bu paylaşımın kaldırıldığı ileri sürülmektedir. Teyide muhtaç bu iddia şayet doğruysa, o zaman Ankara’nın sert tepki göstermek için neden beklediği sorusu akla gelmektedir. Kamuoyuna yapılan açıklamalarda, bu tacizlerin Yunanistan’ın S-300’leri aktif hale getirdiğini kanıtladığı ifade edilmektedir. Doğrudur. Bunların uzun süredir aktif oldukları biliniyor. Ancak ne Yunanistan’ın ne de NATO’nun hava savunmasına entegre edildiler. Müstakilen (stand alone) işletiliyorlar.

Zaman zaman NATO ve ABD tatbikatlarında düşman hava savunma sistemlerini simüle etmek amacıyla da kullanılıyor. Zaten bu son rol nedeniyle MSB Hulusi Akar yaklaşık bir yıl önce S-400’ler için de “Girit formülü”nü gündeme getirmişti. O zaman bunu yeni durummuş gibi sunmanın ardında ne tür bir beklenti yattığına da kafa yormak gerekiyor. Benim aklıma gelen bu tacizlerin, Türkiye’nin Rusya’dan aldığı S-400’leri aktive etmesine gerekçe gösterilme niyeti. Yunan S-300’leri emsal gösterilerek Türkiye’nin bir türlü devreye sokamadığı S-400’ler için ABD ve NATO’dan anlayış talep edilmesi mümkündür. 

“Yunanistan’ın acelesi ne?” sorusu tam da bu noktada anlamlı hale geliyor. Yunan Başbakanı Kiriyakos Mitsotakis, ABD gezisinde Kongre’den büyük sempati ve destek görse de Türkiye’ye F-16V satışının engellenmesi konusunda beklentileri karşılanacak gibi görünmüyor. Anlaşılan ABD Dışişleri Bakanlığı, Yunanistan’ın Ege’deki 10 millik hava sahası iddiasıyla mutabık değil. Yunanistan’ın hava sahası ihlal iddialarının büyük bölümü, karasularının ötesindeki 4 millik alanda yapılan uçuşlar yüzünden.

Bu durumda Kongre’den Yunanistan’ın egemenliğinin ihlal edilmemesi koşuluyla Türkiye’ye F-16 satışına onay çıkması Atina açısından kazanım olmayabilir. Üstelik Atina’nın önünde Haziran 2023’de kapanması muhtemel bir “fırsat penceresi” var. Erdoğan’ın seçimleri kaybetmesi durumunda Türkiye’deki yeni iktidara bir süre kredi açılacaktır. Yunanistan, Türkiye’yi hazır bu kadar yalnız ve zayıf yakalamışken kalıcı siyasi avantaj etmek peşinde. Bu fırsat bir daha eline ne zaman geçer bilinmez. Üstelik uzun bir aradan sonra Ege’de hava üstünlüğü Yunanistan’a geçti. Bunun da ömrü çok uzun olmayabilir.

Bu verilerin ışığında Yunanistan’dan Ankara’yı S-400’leri aktive etmeye zorlayacak yeni hamleler ve tacizler gelebilir. Çünkü S-400’lerin aktive edilmesi durumunda, Türk-ABD ilişkileri geri dönülmez biçimde zarar göreceği gibi, Türkiye NATO içerisinde de tamamen yalıtılacaktır. En demokratik iktidarın dahi bu durumu düzeltmek için büyük tavizler vermesi gerekecektir. Bu ise mümkün değildir. Son haftada yaşadıklarımıza bakınca  Atina’da bir kez daha Türkiye’nin Batı dünyasından çıkartılması gerektiği düşüncesinin güç kazanmış olabileceği akla geliyor. Atina, Ankara’da karar süreçlerine etki etmek ve hatta “Avrasya seçeneği”ni savunanların elini güçlendirmek peşinde gibi duruyor. Bu strateji, yeterince zorlanırsa Türkiye’nin ölçüsüz tepki verebileceği varsayımına dayanıyor. Ölçüsüz tepki yelpazesinin bir ucunda S-400’leri aktive etmek, diğerinde ise savaş başlatmak var. Bakalım Ankara’nın Doğu Akdeniz’e bakışına damgasını vuran ihtiyat ve sakinlik, Ege’ye bakışa ne ölçüde yansıyacak? 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.