Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (131): Kılıçdaroğlu’nun medya çıkışı, CHP-İYİ Parti ilişkisi & Yunanistan ile gerilim

“Haftaya Bakış”ta Kemal Can ve Ruşen Çakır, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun medya çıkışını, CHP-İYİ Parti ilişkisini ve Türkiye ile Yunanistan arasındaki gerilimi değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Epeydir muhâlefeti konuşuyoruz, daha da konuşacağa benziyoruz. HDP meselesi ve başka meseleler de var; ama sanki İYİ Parti ile CHP arasında tam bir uyum olmadığı ortaya çıkıyor. O konuya sonra gelelim. Önce, sıcağı sıcağına Kılıçdaroğlu’nun, daha önce Meclis’teki bir grup toplantısında söylediği ve şimdi sosyal medya hesâbında bir kez daha dile getirdiği, bâzı gazetecilerin ve araştırmacıların kendisi aleyhine çalıştığı yolundaki suçlamalarını konuşalım. Kılıçdaroğlu, “Muhâlefet nasıl yapılır, kelle koltukta mücâdele eden bana öğretmeye kalkıyorlar. Defâlarca suikast teşebbüsüne uğramış bana, köşelerinden ders vermeye kalkıyorlar. Ateş olsalar cirmi kadar yer yakarlar” dedi. Bu sözleri kimileri üstüne alındı, kimileri alınmadı. Meselâ Fatih Altaylı üstüne alınmadığını yazmış; ama onun daha önce, “Saray dört gözle Kılıçdaroğlu’nun aday olmasını bekliyor” tadında yazdığı yazılara Kılıçdaroğlu’nun kızdığını tahmin edebiliyoruz. Benim CHP’den edindiğim bilgilere göre, evet, Kılıçdaroğlu’nun bahsettiklerinden birisi gerçekten o. Ama üstüne alınmamış. Başkaları da var. Tabiî bu arada, Habertürk’te Fatih Altaylı üstüne alınmamış, Nagehan Alçı acayip bir Kemal Kılıçdaroğlu güzellemesi yazmış, gördün mü?

Kemal Can: Gördüm, evet.

Ruşen Çakır: Habertürk’ün iyi polis-kötü polisi gibi olmuşlar. Ama Nagehan Alçı tarafından bu kadar övülüyor olmak Kemal Kılıçdaroğlu’nun ne kadar işine yarar açıkçası çok emin değilim. Burada “Kim niye yapıyor, neden yapıyor, artniyetle mi yapıyor, bir hesap mı var, bir komplo mu var?” tartışmasının ötesinde şöyle ilginç bir şey var: Muhâlefetin bir türlü aday açıklamaması, büyük bir hareketlilik yaratamaması nedeniyle böyle küçük küçük olaylar üzerinden fırtınalar kopuyor. Muhâlefetin yarattığı çok büyük bir hareketlilik olsaydı, Gürsel Tekin olayı da o kadar öne çıkmazdı aslında. Bunlar, sanki sessizliğin ortasında çıkan sorunlar. Kılıçdaroğlu’nun iki kez, “Bâzı yazarlar ve araştırmacılar” diyerek sesinin tonunu yükseltmesi… Aslında bu da başlı başına tartışmalı, çünkü basın özgürlüğü, ifâde özgürlüğü alanına giriyor. Biraz iktidar diliyle konuşmuş olduğu görüntüsü veriyor. Bu meseleler daha çok süreceğe benziyor. Kılıçdaroğlu’nun aday olma ihtimâlini yok etme yolunda, farklı çevrelerden gelen çok ciddî bir çaba var, bunu da biraz sonra konuşacağız.  Bu hafta “Adını Koyalım”da da konuştuk bunu. Sen ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Şimdi şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Bu aday saklama meselesinin, muhâlefet olarak iktidârın taarruzlarından adayı sakınma stratejisinin işe yarar bir tarafı olabileceğini, ama önemli riskler içerdiğini, adaylık tartışması meselesini ortadan kaldırmayacağını, bunu her halükârda muhâlefetin önüne getireceğini ve o zaman da aday belirlenmediği ve geciktirildiği için, adayın çerçevesi, neyi temsil edeceği, nasıl yapacağına ilişkin netleşmeler olmadığında, bunun hem gecikmiş olacağını hem de kontrol edilmesinin zor olacağını, çeşitli vesîlelerle, çeşitli olay ve gelişmeler üzerine defâlarca söyledik — kayıtlarda duruyor, dileyenler bakabilir. Geriye doğru bakarlarsa, bu konuda biraz kırıcı eleştirileri “Muhâlefete muhâlefet etme!” eleştirilerini bile göze alarak, “Bu stratejiye çok bel bağlıyorsunuz. Hattâ muhâlefet seçmeni de ‘Çok doğru’ diyor. Ama burada bir problem çıkabilir ve siz bu probleme ilişkin bir şey yapmıyorsunuz. Bu önünüze gelecek, bundan kaçamazsınız” demiştik. Geliyor, geldi. Tıpkı söylediğimiz gibi, aynı biçimde ve kontrolsüz bir biçimde geldi. 

İktidar, kısmen bununla dolaylı olarak oynuyor; aday netleşmediği için belirli birine yoğunlaşan bir kampanya yürütmüyor. Ama biliyoruz ki, bu iktidârın sâdece kendi attığı adımlar değil, çeşitli yönlendirmelerle çeşitli çevreleri çeşitli tartışmaları yaratmak için motive etme, görevlendirme imkânları var. Ayrıca pek çok çevre, olası bir iktidar değişikliğinin olması veya olmaması için, nizâmî ve gayrinizâmî pek çok faaliyetin içerisindeler. Muhâlefet içerisindeki aday tartışmaları, bütün bu operasyonel çabaların tam da göbeğine oturdu. 

Herkes, muhâlefet blokunun en büyük partisi ve Altılı Masa’nın mîmârı sayılan Kılıçdaroğlu’nu, kendisini öne çıkartarak bir dayatma içerisinde olmakla suçluyor. Ama hem onun adaylığına muhâlefet edenler hem alternatif aday öne sürenlerin hepsi de, açık argümanlarla ve açık bir tartışmayla değil, son derece kapalı îmâlarla kendileri de bir başka zorlamayı dayatıyorlar. İktidar, artık medyanın önemli bir kısmı da zâten kendi kontrolünde olduğu için, eskisi gibi medyadan etkilenmiyor. Ama muhâlefet hâlâ hem kendi medyasının hem de iktidar medyasının manipülasyonlarına karşı zayıf; o konuda çok dirençli, kuvvetli kalkanları yok. Çok kolay biçimde seçmeni de etkileniyor. Senin biraz önce verdiğin örnekler gibi, bâzen işkilleniyor, bazen açıkça reaksiyon alıyor. “Bayram değil, seyran değil, Nagehan Alçı neden Kılıçdaroğlu’nu destekledi?” diyor. Ya da birdenbire anketler ortaya çıkıyor ve tartışma hemen, “seçilemeyecek aday” meselesine dönüyor. Bunların hepsi de aslında zorlama. Burada, medya ve medyadaki önemli aktörler, bir kısmı da eski Türkiye’nin önemli aktörleri, birdenbire yeniden sahnelere sürülüyorlar. Muhâlefet, bugün kazanma şansını sağlayabildiği zemine ulaşırken, muhâlefetle birlikte davranmayan, ama muhâlefeti şekillendirme, seçim sonrasını biçimlendirme, muhâlefetin ağırlık merkezini belirleme konusunda birilerinin, açık olmayan yöntemleri de kullanarak ve bâzı manipülasyonları da ekleyerek büyük bir çaba içerisinde olduğu görülüyor. Kılıçdaroğlu’nun verdiği tepkinin içerisinde bunun olduğunu düşünüyorum. Senin dediğin gibi, böyle işâret edilmiş bâzı insanlar olabilir, ama daha genel bir tavra dâir de bir reaksiyon var. Ve yine senin söylediğin gibi, Kılıçdaroğlu daha önce bunu çeşitli vesîlelerle söyledi; hattâ bunun bir başka ayağını da sık sık dile getiriyor: “Beşli Çete aracılar sokmaya çalışıyor, benimle uzlaşmaya çabalıyor” gibi.  Dolayısıyla ekonomik güç merkezleri, siyâsî güç merkezleri, çeşitli güç merkezleri, mevcut iktidârın değişmesi ihtimâline karşı, alternatifi biçimlendirme ve o alternatifi biçimlendirecek aktörlerin de en etkilisi olması konusunda büyük bir gayret içerisindeler. Bunun, daha önceki zamanlarda hatırladığımız yöntemlerle, medya kullanılarak, anketler kullanılarak manipüle edildiğini görüyoruz. Dolayısıyla bu, böyle bir durum. 

Ruşen Çakır: Demin “Beşli Çete” dedin de aklıma geldi. İsmet Demirdöğen Halk TV’de İnan Demirel’in yayınına katılmış. İsmet’i biliyorsun, Ankaralı bir gazeteci ve CHP kontenjanından RTÜK’te yer almıştı. CHP’yle ilişkileri çok yakındır. İsmet, Kılıçdaroğlu’nun suçlamalarının hedefinde, doğrudan Beşli Çete’nin olduğunu söylüyor. Beşli Çete içerisinden desteklenen bir yapının, iş adamları üzerinden Kılıçdaroğlu aleyhine kamuoyu araştırmaları ısmarladığından, bu araştırma sonuçlarının medyada görünür olması için harekete geçtiğinden, ödenen paraların dekontlarından ve yazışmalardan bahsediyor. Ama öyle bir bahsediyor ki, olabilirmiş, ortaya çıkabilirmiş gibi. Akıl yürüttüğünü sanmıyorum; belli ki CHP kanallarından bir şeyler duymuş. İsmet, iktidardan ziyâde Beşli Çete’yi işâret ediyor. “Beşli Çete” denen yapının bayağı bir gücü var. İktidârın değişmesi durumunda bu gücü çok ciddî bir şekilde sarsılabilir. Hele Kılıçdaroğlu’nun bu vurguları, her vesîleyle bunları diline dolaması… O gruptan birisi olsaydım, herhalde en son isteyeceğim kişi Kılıçdaroğlu olurdu. Böyle bir akıl yürütme de var. Tabiî bunlar iktidâra çok yakın oldukları için iktidardan bağımsız düşünülemez; ama İsmet’in İnan Demirel’le yaptığı yayında söylediği sözleri bir not olarak düşmek ilginç olabilir. 

Kemal Can: Evet. Bu dediğin şey ilginç. Bunlar “İşte belgesi!” diye gösterilebilecek şeyler değil, ama biraz önce anlatmaya çalıştığım şey, bunun gerçekten böyle akçalı bir tarafı olan operasyonel bir faaliyet olup olmadığını belki hiç öğrenemeyeceğiz, belki de ortaya çıkacak. Ama daha önce çıkan skandallardan, ifşâlardan, medyadan birtakım isimlerin, birtakım aracılar ve birtakım para sahipleri vâsıtasıyla çeşitli politik meselelerde pozisyon almaları için teşvik edildiklerini biliyoruz. Bunların hepsini bir kenara bıraksak bile, şu anda cereyan eden tartışmanın gidişâtı, burada öne çıkan aktörlerin sicilleri ve ortaya koydukları argümanların siyâsî dengedeki etkilerine baktığımız zaman, çok olağanüstü bir çabanın ve bir operasyonel faaliyetin olduğunu söylemek zor değil. Bu sürpriz bir şey değil. Neredeyse görünüyor, havada asılı biçimde duruyor. Biraz sonra konuşacağımız İYİ Parti mevzûu da aslında bu parçalardan biri.

Ruşen Çakır: Açıkçası dışarıdan bakıp anlamaya çalıştığımda, Kılıçdaroğlu’nun adaylığını farklı gerekçelerle engellemek isteyen birbirinden farklı kesimler var. Kılıçdaroğlu da bu tür şeylerden çok rahatsız. Ama bu üslûpla ve şu âna kadar gösterdiği ekibiyle böyle büyük bir çalışmayı bertaraf edebilme gücüne sâhip olur mu emin değilim. İşi çok zor. Bence çok yanlış şeyler de yapıyor. Meselâ bu üslûp bence yanlış. Çıkıp bu şekilde konuşarak, bize yani basına malzeme veriyor, Allah razı olsun ama… İsim vermeden yapılınca top ortada kalıyor. Şu olabilir: Bir operasyon yapıldığına dâir bir suçlaması var. O zaman isim vermeden yapma. Hatırlıyor musun? Devlet Bahçeli, Kürt Sorunu Çalıştayı’na katılanlara, “12 Kötü Adam” demişti. Meselâ ben MHP’lilere soruyordum — çünkü 16 kişi katılmıştık: “Ben de mi kötüyüm?” dedim, “Yok, sen onların içinde değilsin” diyorlardı. Belki de 16’mıza da tek tek “Sen yoksun” diyorlardı; ama sonuçta, Çalıştay’a katılanlara, “12 Kötü Adam” denmişti. Şimdi bu olayda da sorsan, “Yok, sen değilsin” derler; ama bu da işi biraz bozuyor. Bu üslûp ve başka şeyler, kolay kazanabileceği bir kavga gibi gözükmüyor. Haklı olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu; ama haklı olsa dahi kolay çözülemez. Çünkü medyanın girdiği olaylarda, siyâsetçiler genellikle hatâ yapmaya çok meyyal oluyorlar — ben öyle görüyorum.

Kemal Can: Zâten medya manipülasyonları büyük ölçüde, siyâsî aktörleri hatâ yapmaya itmek üzerine kurgulanmış çabalar oluyor. Ben senin söylediğini şöyle düşünüyorum: Kavga yanlış değil, ama kavganın hem zamanlaması hem üslûbu hem oturtulduğu bağlamla ilgili sıkıntıları var. Bu kavgayı daha önce daha doğru bir zeminde ve daha açık bir yöntemle yürütmek gerekirdi. O açıdan kısmen sana katılıyorum. Ama kavganın yanlış olduğu kanaatinde değilim. Bu, kimin aday olacağı meselesinden başka bir şey. Bugün artık adaylık tartışması çok kişisel bir mesele gibi cereyan ediyor, ama tamamen siyâsî bir meseleye dönüşmüş durumda. Neredeyse her adayın etrafında oluşturulan argümanlar, aslında bir tarzı, bir seçeneği ortaya koyuyor. Dolayısıyla bu, artık kişilerden bağımsız bir şey hâline geldi. 

Ruşen Çakır: İYİ Parti-CHP ilişkisi meselesi tam da bunun yaşandığı alan oldu. Aslında biz de yayınlarımızda bunu çok konuştuk. “Altılı Masa’da İYİ Parti’yle CHP iyi gidiyor. Diğerleriyle arada sırada da olsa sorun çıkıyor. Ama zâten iki büyük partinin ilişkisi iyi gittikten sonra, masada sâdece ikisi kalsa bile götürür” gibi bir hava vardı. Ama şimdi iş ciddîye bindikçe ya da ciddîye binme ânı yaklaştıkça, İYİ Parti’den parça parça îtirazlar gelmeye başladı.

Meral Akşener’in partideki etkili birtakım isimleri budaması olayını hatırla. Bunlar genellikle HDP konusunda durduk yere sorun çıkartan kişilerdi, budandılar. Anladık ki, Meral Akşener çatlak ses istemiyor. Ama şimdi o sesten çok daha fazlası çıkıyor ve bir müdâhale de yok. Hattâ sanki Akşener de bunun önünü açmış gibi gözüküyor. Sâdece HDP meselesinde değil. HDP meselesinde İYİ Parti artık tek yürekmiş gibi bir pozisyonda hareket ediyor. Ama Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesinde de, “üstü kapalı”, “adını vermeyen bir kaynak” diye çıkan haberlerin yerine, artık açık açık yayınlarda bunu söyleyenler var. Özellikle Mansur Yavaş adının bizzat İYİ Partili bâzı kişiler tarafından telaffuz edilmesi… İş, İYİ Parti’yle CHP arasında iktidar savaşı gibi bir görüntüye geldi. 

Burada da yine dönüp dolaşıp, adayın açıklanmaması meselesine geliyoruz. Aday üç ay önce açıklanmış olsaydı, İYİ Parti’yle CHP arasında yine birtakım sorunlar olurdu, ama en azından adayın ekibi, politikası, stratejisi üzerinden olurdu. Ama şimdi daha olayın başında ciddî bir sorun var. CHP’de yapılacak olan bir sonraki toplantı Ekim başında. Artık bu sorunu herhalde orada çözerler diye bekliyoruz. Ama kendisini muhâlefet içinde gören ve “Ortak aday çıkmayacak mı?” umutsuzluğuna kapılan insanlar var. Ben geçen gün, izleyicilerin katılımıyla “Kılıçdaroğlu’nun adaylığına hazır mısınız?” başlığıyla bir yayın yaptım. Muhâlefet seçmeninden gelen mesajların büyük bir kısmı, gidişattan, adaylık meselesinden çok rahatsız. Tek tük, “Zâten olmasın, birden fazla aday olsun. En çok kazanan ikinci tura kalsın” diyen de var. Ama büyük bir kısmının canı iyice sıkılmış durumda.

Kemal Can: Evet, o görünüyor. Bir de, aday açıklanmamış olsa bile, aday belirleme yöntemi, aday tartışmasının kendisi, o adayın neyi temsil edeceği meselesi açılmış olsaydı…

Ruşen Çakır: PANORAMATR’nin yaptığı araştırma sonuçlarında, muhâlefet seçmeninin büyük bir kısmı, adayın seçim târihi belli olduktan sonra açıklanmasını tercih ediyor. Ama bunu tercih ediyor olması, şu anda adaylık üzerinde yaşanan tartışmaların seviye ve gidişâatından hoşlandıkları anlamına gelmiyor. O anlamda senin söylediğin husus önemli. Nasıl tartışıldığı önemli. 

Kemal Can: Sorunu yokmuş gibi farz edip buzdolabına kaldırarak etkisini ortadan kaldırmak mümkün olmuyor. Sâdece onu nasıl konuşacağını, hangi zeminde konuşacağını, konuşmuyorsan da neden konuşmayacağını anlatmak, “Tamam, bekleyin. Zamanı gelince…” demekten daha doğru düzgün bir çerçeveyle sunmak gerekir. 

Argümanlardan demin bahsettim. Herkes birbirine karşı bir şey dayatıyor. Tartışma o kadar sertleşmiş durumda ki… “Ortak aday bulunamayacak mı?” noktasına varmasının nedeni şu: Bu haftaki “Adını Koyalım”da da konuştuğumuz gibi, bütün seçenekler “vebal” etiketiyle konuşuluyor. Seçeneklerden birine karar verildiğinde, diğer seçeneğe mensup olanlar ya buna kızgınlıkla tepki vereceklerini ya da bunun zâten bir yenilgi getireceği için büyük bir vebal taşıdığına inanıyorlar. Hiçbir şey açık ve geliştirici bir tartışmanın parçası değil. Herkes, en sert iddiaları birbiri için kullanıyor. Seçilecek aday tartışması ve benzeri şeyler, aslında bunu zorluyor. Gayet mantıklı gibi görünen tartışmalar, aslında büyük suçlamalar ve ön kesmelere dayanarak gidiyor.

İYİ Parti’yle CHP arasında yaşanan meselede, senin işâret ettiğin gibi, sanki Gürsel Tekin televizyonda bir şey söyledi de her şey bundan sonra başladı, daha önce her şey süt limandı gibi görünüyor olabilir. Ama bunun böyle olmadığını çeşitli vesîlelerle konuştuk. Sen de biraz önce bunu anlattın. Çünkü daha önce kulislerden sızan haberler, sonra bir il başkanının bir televizyon programında, bir tercih değil de bir gözlem paylaşıyormuş gibi söylediği sözler, devâmında gelen tartışmalar, yakın dönemde yaşanan Gürsel Tekin hâdisesinde olduğu gibi, hemen sanki değişiyormuş gibi görünen ayarların tekrar başa sarıldığı, parti adına konuşması çok da istenmeyen isimlerin birden ana sözcü hâline dönüştüğü tablonun bu kadar kolay tâzelenmesi, üstelik bu tâzelenmeye Akşener’in çıta yükselterek dâhil olması şaşırtıcı. 

Çünkü aslında, “HDP’li bakan olur mu, olmaz mı?” sorusu, retorik bir soru. “Bu retorik soru ne lüzumsuz” da diyebilirsin, Kılıçdaroğlu’nun verdiği reaksiyon gibi “Böyle bir pazarlık zemini yok ki, şimdi niye bunu konuşuyoruz?” da diyebilirsin. Hatta Yavuz Ağıralioğlu’nun da söylediği gibi, “Kime sordunuz da böyle bir görüşme yapabiliyorsunuz?” denebilir. Ama “Biz asla herhangi bir masada bir arada olmayız” çıkışı, bütün bunları aşan daha yüksek bir level. Çok yüksek bir yerden çıtayı koyuyor. Daha da ileri gidiyor, seçilecek aday meselesini ortaya koyuyor ve çeşitli aday seçenekleriyle ilgili tercihlerinin başka türlü olabileceğini îmâ edebilecek adımlar atıyor. Bunların hepsini bir araya koyduğunuzda, şöyle bir hakîkati görmemiz lâzım: Bu, hiç de yeni bir şey değil. Şimdiye kadar, tıpkı aday meselesini buzdolabına kaldırmak gibi, çok konuşulmadan idâre edilen bir durum vardı. 

Burak’ın “Adını Koyalım” yayınlarında hep söylediği gibi, kitabın ortasından konuşalım: İYİ Parti’de, çok uzun bir zamandır, özellikle yerel seçimlerden sonra İYİ Parti ivme alıp oy artırmaya başladığı andan îtibâren, belirgin biçimde şöyle bir eğilim vardı — bunu ideolojik içeriğinden ayrı olarak söylüyorum, bunun ideolojik kanatları da var, ona da gireceğim; ideolojik yaklaşımdan farklı olarak, basit, pragmatik, siyâsî gerekçelerle şöyle bir akıl yürütülüyordu: CHP ve İYİ Parti, yani Millet İttifakı, AKP ve MHP’den oluşan Cumhur İttifakı’nı geçebildiği andan îtibâren, “Bizim ne HDP’ye ne başka birine ihtiyâcımız yok. Matematik olarak bu denklemde Millet İttifakı Cumhur İttifakı’nı geçiyor. O zaman bu iki partinin belirleyeceği çerçeve, diğer bütün muhâlefet aktörlerinin mecbûren katılacakları bir denklem olarak kurgulanmalı. Biz aramızda bu konuyu çözelim.” Bunun devâmı ideolojik perspektif de şuydu: “Kardeşim, bizim muhâlefet içerindeki CHP’yle oransal payımız, kabaca anketlerin ortalamasına bakarsak 3’e 2’ye 3’e 1 gibi görünüyor.” Kaba bir tasnifle söylüyorum; diğer partiler olmaksızın, sâdece CHP, Saadet Partisi ve İYİ Parti’den oluşan Millet İttifakı’nın iç dengesinde o blokun oylarının 1/3’ü İYİ Parti’nin, 2/3’ü de CHP’nin gibi görünüyor. 

Öbür tarafta MHP 1/5’le büyük bir ideolojik etkinlik sağlamışken, İYİ Parti’nin daha ideolojik refleksli kadrolarında ve tabanında, “Kardeşim niye biz de muhâlefetin MHP’si olamıyoruz? Niye sözümüzü Bahçeli kadar geçiremiyoruz? Niye bizim dediğimiz olmuyor? Bak, bizim Mansur Yavaş gibi bir adayımız var. CHP’de görünebilir, hem de işte bu avantaj. CHP’nin üyesi, ama bizim adamımız. Bu adamı seçtirmek gibi bir gücümüz var. Bahçeli bizden daha az oy oranıyla Cumhur İttifakı’nın neredeyse ideolojik patronu gibi davranıyor. İYİ Parti, neden Kılıçdaroğlu’na bu kadar râm oluyor?” gibi bir yaklaşım var. İfâde etsinler etmesinler, bu yaklaşım vardı ve Akşener üzerinde bir tazyik olarak devam ediyordu. Bu adaylık meselesiyle birlikte, saklandığı yerden pırtladı. Olmayan bir şey çıkmış, zuhur etmiş değil. Olan şey açığa çıktı, açıkça ifâde edildi. 

Kitabın ortası şu: Basbayağı aynı dengenin muhâlefet blokunda da oluşabileceğini, ideolojik olarak daha seküler ama milliyetçi bir ağırlığın belirleyici hâle gelebileceğini, sayısal olarak birinci parti olmasalar bile, daha sonra başbakan olma iddiasını taşıyan Akşener’le birlikte, bu ağırlığın pazarlık gücünü artırdığı, aday seçenekleri konusunda da onların daha çok söz hakkı olacağı bir durumun zorunlu olduğu, açık, örtülü, gizli, kapaklı, sızdırarak, îmâ ederek hep ortadaydı. Bu çok açık. İYİ Parti’nin daha önce DEVA ve Gelecek partileriyle yaşadığı geriliminin özünde bu vardı. “Bir şeyiniz yok, oyunuz yok, yok ‘endîşeliler’ diyorsunuz, bir şey diyorsunuz. Üstelik oturacaksınız, bu masada bizimle eşit oy hakkına sâhip olacaksınız. Bu işler nasıl olacak?” dedikleri şeyin özünde bu vardı. Bunu görmek lâzım. Bunun bir ideolojik çerçevesi var. Daha önceki oturumlarda da hep söylediğim gibi, Mansur Yavaş ideolojiler üstü değil. Bayağı ideolojik bir aktör. Üstelik ideolojik etiketi de en net olan aktör olduğu için, sanki daha fazla destek alıyormuş gibi görünüyor. Üç aday söz konusuysa –İmamoğlu, Mansur Yavaş ve Kılıçdaroğlu’nu kastediyorum–, aslında ideolojik etiketi onu destekleyenler tarafından en net olan aday Mansur Yavaş. Dolayısıyla burada çok net bir tutum var. 

Ruşen Çakır: Kemal, sözünü bitir, bir şey anlatmak istiyorum.

Kemal Can: İYİ Parti içinde olmayan ve MHP’nin de içinde olmayan, eski ocak başkanlarından oluşan bir platform kuruldu. Dolayısıyla MHP’li seçmeni de içine çekecek biçimde, ciddî bir “Ülkücü cumhurbaşkanı adayı çıkartalım” kampanyasına hazırlanıyorlar. Bir yandan, Ümit Özdağ da Mansur Yavaş’ı istiyor. Dolayısıyla Akşener o taraftan da çok kuvvetli bir tazyik alıyor. Bir yandan partinin içinde var olan yarı pragmatik yarı ideolojik tazyik, bir yandan da partinin dışından gelen böyle bir tazyik karşısında, Akşener’in bu takındığı son tutum, açıkçası bunlara çok direnecek kuvvette olmadığını düşündürüyor.

Ruşen Çakır: İYİ Parti’de yöneticilik yapan bir yakınımla tartışıyorduk. Daha doğrusu o, CHP’den şikâyet ediyordu. Klasik, “Millet bilmem ne istiyor” muhabbeti… Ben de hemen, “CHP olmasaydı siz seçime giremiyordunuz. Milletvekillerini verdi, büyük bir fedâkârlık yaptı” dedim. Kılıçdaroğlu’nun o hamlesini hatırlasana. Tabiî sonra, “Yok, zâten İYİ Parti seçime girebiliyormuş” filan dediler, ama o hamle olmasaydı milletvekili seçimine giremeyecekti. O yakınım bana, “Biz onun için yeterince teşekkür ettik” dedi. “Biraz da siz fedâkârlık yapın” dedim. Onun üzerine tekrar aynı şeylere döndük… Benim geçenlerde bir yayında söylediğim gibi, burada solu tramplen olarak kullanmak istiyorlar. “Sizin oyunuz daha fazla olabilir, ama millet böyle bir profil istiyor, millet şunu istiyor, millet bunu istiyor” diyorlar.

Kemal Can: O şu: “Sizin muhâlefette oyunuz fazla olabilir, ama biz Türkiye’de daha kalabalığız.” Aslında o “biz” dediği şey, başka bir biz. Muhâlefetin târif ettiği ‘biz’den başka bir ‘biz’in târifinin içerisinden konuşulduğu zaman, denklem değişiyor tabiî.

Ruşen Çakır: Evet. Sen az önce “vebal” lâfını tekrar hatırlatınca şunu söylemeden edemeyeceğim: Diyelim ki Kemal Kılıçdaroğlu aday oldu ve seçimi kaybetti. İYİ Partili birisinin “Bunun vebali ne olacak?” demesini anlarım. Saadet Partisi’nden birisinin söylemesini de anlarım, başka birisinin de anlarım. Hattâ CHP’den, “Kılıçdaroğlu seçilemez” diye endîşe edenleri de anlarım. Adını hiç anmak istemiyorum ama mecbûren konuşacağız: Cüneyt Özdemir’e ne oluyor? O nasıl bir vebal dayatabilir? “Kılıçdaroğlu niye kendini dayatıyor?” diyor ya.  Sana ne ya? Seni ne ilgilendiriyor? Ya da Fatih Altaylı… Şimdi çok sevdiğim şeyler değil, ama hakîkaten İYİ Partili birinin argümanını anlarım. “Birlikte gidiyoruz, birlikte kazanalım” diyebilir. Hayatta hiç yan yana yürümediğin ve elinden gelen her fırsatta karşısında durduğun bir insana kalkıp, “Seni istemiyorlar, sen niye kendini dayatıyorsun?” diye konuşmanın ve onun gözünü veballe korkutmanın nasıl bir mantığı olabilir? Sen kimsin yani?  

Kemal Can: Bunu ilk turda konuştuk ya. Bu, aslında o manipülasyonun özü. Çeşitli insanların ağzına argüman temin etmek ve çeşitli aktörleri de bu argümanların baskısı altında yanlışa itmek gibi, daha önce çok becerikli olduğu bir medya antrenmanının çeşitli biçimde yeniden sahneleniyor olması. Bunu eskiden çok görürdük. Hatırlarsan, 90’larda kimler tırmandırıldı, kimler star yapıldı, kimler birden gözden düşürüldü, böyle uyduruk manipülasyonlar vardı. 

Ruşen Çakır: Ama o zamanki gibi güçlü bir medya söz konusu değil. Neyse aslında bu konuya hiç girmeseydik daha iyiydi. 

Kemal Can: Bu, medyanın gücünden gelmiyor. Belirsizlik ağırlıklı bir zemin olduğu zaman, manipülasyona açık oluyor. Bu ekonomide de böyledir. Sığ ve dengesiz bir rejim ortaya çıktığı zaman, bir parasal düzen söz konusu olduğu zaman uyduruk uyduruk manipülasyonlar büyük alıcı bulurlar. Çok kolay çalkalayabilirsin. Siyâsî alan da böyle. Bu adaylık meselesini ağır bir belirsizlik alanına ittikleri için herkes her türlü argümanı çok kuvvetli bir biçimde öne sürebilir. Sen söyledin işte, birisi çıkıp, “Erdoğan kesinlikle bunu ister” diyor. Sokağa çıkma tartışmalarıyla ilgili olarak söyledik ya: “İktidârın en çok istediği, sokağa birilerinin çıkması” diyorlar.  Bunu size özel olarak mı söyledi? Erdoğan konuşurken mi duydunuz? Size bu konuda bilgi mi verdi? Bunu söylersin, lâf bu, bir iddia. Ama sonuçta bunu böyle çok kuvvetli ve rasyonel ve neredeyse bilimsel bir hakîkat gibi ortaya koyduğunda, birtakım insanlar da “Bak böyleymiş” demeye başlar. Bunu 5-6 kişi söylemeye başladığında, bunu insanlar sâhi zannetmeye başlar. Bunu sorgulamazsan, tartışmazsan… Hep konuşuyoruz ya, siyâsî alanın ezberleri var. “Zâten Erdoğan Kılıçdaroğlu’nu istiyor”. Bunu dediğin anda, oradaki tartışma kapanmış oluyor. Bu bilginin kendisinin doğruluğu tartışmaya kapalı. Bu bilgiyi ortaya atan, bundan sonrasının konuşulmasıyla ilgileniyor. 

Ruşen Çakır: Burada önemli olan da şu: “Kılıçdaroğlu’nu en çok Erdoğan istiyor” diyen insanın, Erdoğan’ı istediği vak’alar var. Erdoğan’ı isteyen birisi kalkıp diyor ki: “Erdoğan en çok Kılıçdaroğlu’nu istiyor”.  O zaman niye söylüyorsun? Erdoğan’ın istemediği birisini cilâla… Neyse. 

Yunanistan meselesine de kısaca değinelim. Bugün yanlış bir şey yaptım. Benim mâlûm vize olayım var ya, Sabah gazetesinde birisi benim vize olayımdan hareketle, mal bulmuş mağribî gibi bir yazı yazmış. Mecbûren, ne diyor diye baktım. Dâvâ açayım mı açmayayım mı diye düşünürken, Engin Ardıç gözüme çarptı. Çok eskiden tanırım onu biliyorsun. Yunanistan’ı yazmış. Açık söyleyeyim, ne zamandır okumuyordum onu. Engin Ardıç, Yunanistan’la bir çatışma, gerginlik ihtimâlinin Türkiye’nin ne kadar aleyhine olacağını yazmış. Çok şaşırdım. Bir de iktidâra karşı çok cesur birisi değildir. O bile yazabildiğine göre: birincisi, gerginlik sâhici; ikincisi, iş hakîkaten riskli — öyle görülüyor.

Aslında çok da bildiğim konular değil. Ama Serhat Güvenç bu konuyu en iyi bilenlerden. Medyascope için bir yazı yazdı, çok da ilgi gördü. Anladığım kadarıyla şöyle bir olay var: Yunanistan, Türkiye’nin, Erdoğan yönetiminin içine düştüğü uluslararası dışlanmışlığı, yalnızlığı kullanarak, birtakım yeni yeni kazanımlar elde etmeye çalışıyor. Özellikle yeni yönetimle birlikte, Yunanistan’la ABD’nin ilişkileri şu anda çok parlak. Kelimenin bir anlamıyla da Erdoğan’ı tahrik ediyor, kışkırtıyor. Erdoğan da buna cevap vermeye çalışıyor. Ama bunun gidebileceği yer, yani, “Bir gece ansızın…” olayının olabilmesi bana hiç mümkün gibi gelmiyor. Ama mümkün gibi gelmeyen nelerin mümkün olduğunu da gördüğümüzü biliyorum. Ne dersin?

Kemal Can: Birinci kısmıyla ilgili şunu söyleyebilirim: Aslında Ortadoğu’da ve kısmen Avrupa-Rusya-Ukrayna hattında oluşan gerilim, Avrupa Birliği’nin kendi iç gerilimleri, Amerika’yla yaşanan sorun, Çin gibi dünyada birtakım kritik dengelerin yeniden şekillendiği, şekillenmeye çalışıldığı ve orada herkesin pozisyonunu daha sonraki bir adım için daha elverişli hâle getirmeye çalıştığı bir mücâdele zemini var. Dediğin gibi bu, bâzı açılardan Erdoğan’ın aleyhine gibi işliyor. Anlaşılan Yunanistan öyle okuyor ve öyle değerlendiriyor. Ama bildiğimiz gibi, Erdoğan aslında bu belirsizlik zeminlerini hep kendisine avantaj olarak da kullanan birisi. O yüzden genellikle bu tür zeminleri seviyor. Dolayısıyla, doğrudan sonuca gitmeyen, açık çatışmaya dönüşmeyen gerilimlerin üzerinde sörf etmeye yatkın bir dış politika yürütüyor. Senin dediğin gibi, Yunanistan tarafındaki tasarım öyle olabilir. Benim de çok iyi bildiğim bir taraf değil. Ama Türkiye siyâsetinden ve Erdoğan’ın bu meseleye yaklaşımından baktığında, Erdoğan’ın Engin Ardıç’ın ne yazdığıyla çok ilgilendiğini sanmıyorum. Ama gerilimin bu dozda devam etmesinden ve arada sırada çıkıp, “Bir gece ansızın…” deme imkânını devam ettirmekten çok da memnûniyetsiz olduğunu da sanmıyorum. Çünkü “Bir gece ansızın…” öyle elverişli bir şey ki, hem bir şey yapman gerekmiyor, hem çok şey yapabileceğini îmâ ediyorsun. Hem de bunu dışarıdaki pazarlık masalarında bir güç faktörü olarak gündeme getiriyorsun. Ama asıl olarak, kendi iç politik dengende kafa tutan ya da saldırılara göğüs geren kahraman imajı çiziyorsun. Dolayısıyla açık ve net bir tavır almaktansa, “Bir gece ansızın…” kalıbıyla, ister Suriye’ye operasyon, ister Yunanistan’a sert tokat, ister Amerika’ya posta diye kurguladığın politik iddia, aslında karşılığı olmayan, bir tür politik boş çek gibi bir şey. Açıkçası bunu kullandığını düşünüyorum. Bunu çok kez kullandı. Bu işe yarayan bir şey mi? Böyle birdenbire toplumdaki, seçmendeki kanaatleri bambaşka hâle getirip dengeleri yerinden mi oynatıyor? Oynatmıyor. Ama en azından, hep söylediğim gibi argüman sağlıyor. Edilebilir lâf sağlıyor, yürütülebilir bir propaganda faaliyeti olarak, kullanışlı halde yedekte bekliyor. Zâten iktidar bir süredir, pek çok meselede, ekonomik adımlarda da, dış politika adımlarında da bir şeyi çözüp, o sağladığı çözümden bir fayda temin etmeye çalışmıyor. Hep konuştuğumuz gibi, bütün sorunları kendisi için en az zararlı, mümkünse faydalı biçimde yüzdürmenin yollarına bakıyor.

Ruşen Çakır: Bu arada Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, “Erdoğan başlatsın ben canlı bomba olmaya hazırım” demiş. Neyse… Daha fazla konuşmayayım. Yayını bitirirken bir selâm var, üzerimde kalmasın. Bu sabah Silivri’de Gezi tutuklularını ziyâret ettim. Açık görüşte Hakan Altınay’ın ziyâretçisi oldum. Tayfun Kahraman ve Can Atalay, âileler, arkadaşlar, bayağı kalabalıktı. Onların dışarıya çok selâmı var. Kemal, sana da özellikle Hakan’ın selamı var.

Kemal Can: Zâten ben de seninle selâmlarımı göndermiştim. Aleyküm selâm.

Ruşen Çakır: Aslında çok buruktu manzara. Çocuklar öndeydi. Tayfun’un kızı Vera, Hakan’ın oğlu Ege… Onlar babalarının yanlarındaydılar sürekli. Biz de onların baba-oğul, baba-kız muhabbetini seyrettik. Bu kadar büyük bir haksızlık, bu kadar büyük bir adâletsizlik… Zâten hep aklımda olan bir şey, ama bir de bunları yaşayıp görmek… Daha önce telefonlu görüşe gitmiştim. İlk defa açık görüş oldu. Açık görüşe gidip sarılabilmek, kucaklaşabilmek tabiî ki güzeldi; ama buruktu, onu da vurgulayayım. İnsanların tamâmen siyâsî nedenlerle cezâevinde tutulan kişileri unutmaması temennisiyle diyeyim. 

Kemal, “Haftaya Bakış”a noktayı koyalım. İzleyicilerimize teşekkür edelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.