Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (79): Erdoğan, Bahçeli, Akşener ve HDP

AKP heyeti geçtiğimiz günlerde anayasa değişikliği teklifi kapsamında HDP’yi ziyaret etmişti. Bunun üzerine gözler Cumhur İttifakı’nın bir diğer ortağı MHP’ye ve Devlet Bahçeli’ye çevrilmişti. Bahçeli ise dünkü grup toplantısında konuyla ilgili, “Son derece doğal” dedi.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener de görüşme üzerinden hem AKP’ye hem HDP’ye yüklenirken Bahçeli’ye yönelik hiçbir şey söylemedi.

“Adını Koyalım”da Ruşen Çakır, Edgar Şar, Ayşe Çavdar ve Burak Bilgehan Özpek tartıştı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar. Herkese iyi akşamlar. “Adını Koyalım”la bir kez daha karşınızdayız. Bugünkü yayınımızın başlığı: “Erdoğan, Bahçeli, Akşener ve HDP”. Bu, üzerinde konuşacağımız konuyu anlatan bir başlık. Belki başına Kılıçdaroğlu eklenebilir. Biliyorsunuz, ilk önce, Kılıçdaroğlu’nun kamuda başörtüsü serbestisinin bir yasal güvenceye bağlanması ile ilgili yaptığı teklife Erdoğan’ın verdiği, “Bunu Anayasal güvenceye kavuşturalım” tepkisi, sonrasında AKP grubundan bir heyetin bu anayasa değişikliği teklifine destek istemek için HDP grubundan bir heyetle görüşmesi üzerine, Devlet Bahçeli’nin buna ne diyeceği konusunda çok ciddî bir beklenti oluşmuştu. Dün Bahçeli bu konuda bir şeyler söyledi. Ama Bahçeli beklenen çıkışı yapmayınca, “Peki, Akşener buna ne tepki verecek?” beklentisi ortaya çıktı. Bugün Akşener de konuştu ve bununla ilgili bir tartışma başladı. Biz de bugün Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Ruşen Çakır’la bu konuyu değerlendireceğiz. Hepiniz hoş geldiniz.

Çakır-Özpek-Çavdar: Hoş bulduk.

Edgar Şar: Ruşen Abi, ilk seninle başlayalım. Sen bugün öğleden sonra bu konuyla ilgili bir yayın yaptın. Belki ikinci posta olacak, ama bu konudaki görüşlerini tekrar bize özetlersen, onun üzerinden iyi bir tartışma zemini olur diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Sanki burada beklenmedik olaylar yaşanmış gibi. Birinci beklenmedik olay, AKP’nin anayasa turuna HDP’yi katması oldu. Sadece AKP grup yöneticileri değil, Erdoğan’ın kabinesinden Adalet Bakanı Bekir Bozdağ da doğrudan bu görüşmeye katıldı. Dolayısıyla bu, HDP’yi sürekli olarak şeytânîleştiren, kriminalize eden, başkalarını HDP ile görüşmekle itham eden iktidar partisi için bir çelişki olarak görüldü. Ama bir süre sonra Devlet Bahçeli’nin buna kızacağı ve sert tepki göstereceği beklentisi oluştu. Erdoğan’a kızmasa bile, daha önceden arasının iyi olmadığını bildiğimiz Bekir Bozdağ’a lâf eder ve HDP konusunda Cumhur İttifâkı’na bir ayar verir diye düşünüldü. İşte ikinci beklenmedik olay, Devlet Bahçeli’nin yaptığı açıklama oldu. Bahçeli, AKP heyetinin Meclis’te grubu bulunan partilerle görüşmesinin son derece doğru ve doğal olduğunu, kiminle görüşüldüğünün değil ne yapıldığının önemli olduğunu söyleyerek, Cumhur İttifâkı’nda bir çatlamaya yol açmadı. 

Devlet Bahçeli’nin bu açıklaması, bugün Meral Akşener’in yapacağı açıklamaya gollük bir pas gibi görüldü. Akşener’in, “AKP’yi de MHP’yi de görüyorsunuz. Bu konuda tek duruş sâhibi olan parti biziz” mi diyeceği, yoksa, “Mâdem siz HDP ile görüşüyorsunuz, biz de görüşebiliriz. Bize niye bu kadar saldırıyordunuz?” diyerek HDP ile yakınlaşmanın sinyalini mi vereceği beklentisi vardı. Ama Akşener iki beklentiyi de boşa çıkardı ve ortadan konuştu. Sonuç olarak, Akşener’in bugünkü açıklamaları kimseyi tatmin etmedi. Kendisini daha güvenlikli bir alanda tuttuğunu düşünüyorum. Bahçeli’ye, “Siz HDP ile görüşülmesine onay veriyorsunuz. Ne biçim milliyetçisiniz?” gibi bir çıkış yapabilirdi. Ama böyle bir çıkış, merkez sağ iddiasından uzaklaştığını gördüğümüz İYİ Parti’yi iyice uzaklaştırırdı. Diğer çıkışı yapması, bence şu aşamada İYİ Parti’nin hazır olduğu bir şey değil. 

Akşener’in açıklamalarını, bugün “Adını Koyalım” grubu içinde epeyce tartıştık biliyorsunuz. Akşener bugünkü konuşmasında “sivil aktör” lâfını çok sık kullandı. Böyle bir bağlamda “sivil aktör” dediğiniz zaman akla gelen tabiî ki HDP. Akşener, sürekli olarak Erdoğan’ı Öcalan’la eşleştiriyor. Erdoğan’ın Öcalan’la iş tuttuğunu, Öcalan için mıntıka temizliği yaptığını, Öcalan’la beraber siyâseti biçimlendirmeye çalıştığını söylüyor. Kendi inandıkları siyâsetin de, sivil aktörlerle belli kurallar içerisinde yapılan demokratik siyâset olduğunu söylüyor. Hattâ konuşmasının bir yerinde HDP’lilere, “Genel başkanınızı tutuklattı, belediyelerinize kayyum atadı. Onu nasıl kabul edersiniz?” diye fırça atarken, aslında Demirtaş göndermesi de yaptı. Ama bunlar çok dolaylı okumalar. Demirtaş’ın adını açık bir şekilde anmadı ve o bahsettiği “sivil aktör”ün HDP olduğunu da açık bir şekilde tanımlamadı. Ama bu duruşuyla, en azından milliyetçi söylemdeki o “Kırmızı çizgimizi çiğnetmeyiz!” bağırışı içerisinde bir şey yapmadı. O anlamda biraz havada kaldı bu iş. 

Tabiî bu arada, CHP’nin bu olaya hiçbir şekilde dâhil olmaması da önemli. “Siz ikiyüzlülük yapıyorsunuz” gibi tepkiler gösterdiler, ama böyle bir tartışmanın içinde doğrudan yer almamalarını da bir not olarak düşmek lâzım.

Edgar Şar: Peki, Burak’la devam edeyim. Bugün grupta aramızda da konuşmuştuk: Meral Akşener’in yapabileceği iki açıklama seçeneği vardı. Aslında ikisinin ortasında bir şey yapacağını tahmin ediyorduk, ama sen bu açıklamaları nasıl okudun? Birinci ihtimal, HDP ile görüşmeleri üzerinden AKP ve MHP’ye bir milliyetçilik dersi vermesi. Arada “ikiyüzlü” ifâdesini de kullanıyor. Bir yandan, bu seçeneği gösteren ifâdeler var. İkincisi de, sâdece buradaki tutarsızlığı gösterip, sivil aktörleri, Selahattin Demirtaş’ı, belki HDP’nin bir kanadını öne çıkarıp, Erdoğan’ın Öcalan’la iş tutması üzerinden bir şey yapabilirdi. Bu ikisinin arasında bir şey yapmış gibi. Günün sonunda hangisi ağır bastı? Biraz da diğer insanların yaptığı okumalara, tartışmalara bakınca görmek lâzım tabiî. Ama sen nasıl okudun?

Burak Bilgehan Özpek: Evet, biraz zaman gösterecek. Bu zaman içinde evrilecek bir söylem. Akşener açısından kötü bir başlangıç olarak görmüyorum açıkçası. Hazır MHP yumuşamışken, onun açıkta bıraktığı seçmene doğru hamle yapıp, milliyetçi karakterini pekiştirirse, oradan kopacak oyları alacağını hesaplıyorlar. Birçok insan da bu tür yorumlar yazdı. Bunu tercih etmedi Akşener. Bugün belki bu tercihi yapsaydı, hiç kimseyi rahatsız etmeden herkesin beklentisine uygun bir tepki vermiş olacaktı. İnsanlar da, “İYİ Parti netîcede milliyetçi bir parti” deyip geçeceklerdi. Fakat bugün başka bir yerde konumlanmayı seçti. Bu konumlanma da, dediğim gibi zaman içerisinde vereceği ilâve tepkilerle anlam kazanacak; ama şu anda mevcut siyâsî resim içerisinde rahatsız edici bir tablo. Sadece HDP’yi değil AKP’yi de rahatsız eden bir tablo. Ya da sâdece AKP’yi değil HDP’yi de rahatsız eden bir tablo. Sâdece MHP’yi rahatsız eden veya sâdece Devlet Bahçeli’ye lâf yetiştiren bir İYİ Parti görebilirdik bugün. Ama bunu tercih etmeyip, AKP ve HDP’yi aynı anda rahatsız eden bir İYİ Parti oldu. 

Edgar Şar: Akşener, MHP’nin, hattâ Devlet Bahçeli’nin adını hiç anmadı değil mi?

Burak Bilgehan Özpek: Hayır, hiç anmadı. 

Ruşen Çakır: Ne MHP’nin ne Bahçeli’nin adını hiç telaffuz etmedi. 

Edgar Şar: Sanıyorum Burak’ın bağlantısında bir problem var gibi. Bizi duyuyor mu emin değilim. 

Ruşen Çakır: Ayşe ile devam et istersen. Burak’ın bağlantısı düzelince kaldığı yerden devan eder.

Edgar Şar: Evet, Ayşe ile devam edeceğiz. Ayşe, sen nasıl okudun bu açıklamaları? Meral Akşener’in açıklamaları bu iki seçeneğin hangisine daha yakındı? Bu iki seçeneğin ortasında bir şey yapınca, bâzılarının söylediği gibi “aslında hiç bir şey yapmamış” oluyorsun aslında. Burak kısaca, iki seçeneğin ortasında bir şey yapmasını, merkeze olan bir iddiayı sürdürme olarak okumamız gerektiğini ve bunun devâmının geleceğini söyledi. Sen nasıl okuyorsun bu açıklamaları?

Ayşe Çavdar: Ama bu iddialar, böyle canımız isteyince sürdürdüğümüz, canımız istemeyince kenara bıraktığımız iddialar olamazlar. Bunun bir program hâlinde, hattâ adanmışlık hâlinde olması gerekir. Teşkilâtların, partinin, söylemin, hattâ seçmenin de, bunun için mobilize edilmesi gerekir. 

Akşener’in bugünkü konuşmasını ben de izledim. Doğrusu, ben ikisinin ortasında bir şey yapma çabasını, hattâ zaman zaman mevzûyla ilgili esprinin ve öfkenin dozunu kaçırmasını, yediği golü çıkarma çabası olarak gördüm. Çünkü en başından beri, muhâlefet partilerine farklı farklı nedenlerle hep bir ağızdan söylediğimiz bir şey var: AKP’nin ve MHP’nin kırmızı çizgilerine güvenerek siyâset yapılamaz. Çünkü onlar da kendi kırmızı çizgilerine o kadar güvenmiyorlar aslında. Her ikisi de bugüne kadar aldıkları yolu dostlarını ve düşmanlarını yolda bırakarak yaptılar. Dolayısıyla onların kırmızı çizgileri üzerinden siyâset yapmaya kalkışınca, hakîkaten her fırsatta rakiplerinin ayakları boşta kalıyor. Bence yine böyle bir şey oldu. Neredeyse iki yıldır, Altılı Masa’nın oluşması sürecinde, bu masanın, bir muhâlefet ittifâkının, bir ortak aday ihtimâlinin belirmeye başladığı andan îtibâren, biz “HDP bu masanın, bu siyâsetin neresinde olacak?” diye sorguladık. HDP deyince bir partiden bahsetmiyoruz aslında; Kürt seçmenden bahsediyoruz. Güçlü bir şekilde bir siyâsî kültür oluşturmuş. Beğenenleri var, beğenmeyenleri var. Benim de beğenmediğim bir sürü yönü var HDP’nin. Meselâ, AKP’nin anayasa heyetini karşılama biçimlerini hiç beğenmedim. Keşke azıcık cevap verebilselerdi. “Anayasa görüşmeye, Seçim İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı ile mi geliyorsunuz? Azıcık edep!” diyebilirlerdi meselâ — diyemediler. Ben o karşılaşma ânının hiç iyi düzenlenmediğini ve hem HDP seçmenini hem de pek çok başka insanı hayal kırıklığına uğrattığını rahatlıkla söyleyebilirim.

Anayasa için bir referandum ihtimâli belirdiğinde, HDP’nin “Görüşürüz” demesi bence iyi bir taktikti. AKP’yi oraya getirdi. Ve iki yıldır, Altılı Masa ile Cumhur İttifâkı’nın yarışında, kendisinin bir iteleme objesine dönüşme hikâyesini birdenbire kırmış oldu. Bence o anlamda stratejisi iyiydi. Ama sahneye koyma meselesini beceremediler. Çünkü konuşulacak çok şey vardı orada. 

Tekrar İYİP’e geleyim. Karşısında böyle bir sahne var. Neredeyse iki senedir, hem Altılı Masa’nın –Altılı Masa’dan kastım, özellikle CHP ve diğer küçük partiler– hem kendisinin elini daraltan bir hattı birdenbire düşmüş olarak buldu ve bence ayağı boşta kaldı. Bugünkü konuşma da onun bir belirtisiydi. Bahçeli’nin adını niye anmadığını size de sormuş olayım. Bunu düşünmek lâzım. Benim aklıma ilk gelen ihtimal, dediğim gibi, bu hikâyede Bahçeli’den rol almaya çalışacağı için, belki de onu doğrudan eleştirmenin MHP seçmenini irkilteceğini düşünmüş olabilir ve bu nedenle Bahçeli’yi hiç anmamış olabilir. O zaman, yine bir orta yol söylemi tutturarak, merkeze yapmakta olduğu yolculukta bir adım daha attığı ihtimâli de düşer açıkçası. 

Benim genel olarak gördüğüm şey, bu görüşmenin her iki taraf açısından da kötü bir görüşme olduğu; AKP açısından kötü sahnelenmiş, HDP’nin de rolünü kötü oynadığı, yapabileceklerini yapmadığı, siyâsî potansiyelini yeterince kullanmadığı bir görüşme. Konuşulacak çok şey varken, “HDP mi, PKK mı? Çözüm süreci mi, tekrar bir açılım mı geliyor?” üzerinden konuşmak, bence hakîkaten, ağlara çoktan girmiş bir golü çıkarmaya çalışmaktı.

Gerisini sonra konuşalım. Burak’ın konuşması yarım kalmıştı. Burak yayına bağlandığına göre devam edebilir.

Edgar Şar: Şöyle bir durum oluştu: Akşener’in vurgusu, tutarsızlık, samîmîyetsizlik üzerineydi. “İki aktör birbirlerine o kadar lâf söylediler, şimdi bir araya geldiler” şeklinde bir tutarsızlığa, samîmîyetsizliğe dikkat çekiyor. Onun ötesinde, “Biz daha sâhici, daha sivil aktörlerin yaptığı siyâsete, daha dürüst bir şeye inanıyoruz” diyor; ama onun da altını doldurmuyor. Orada Demirtaş mı var? HDP mi var? Kürt meselesi ile ilgili bir şey mi öneriyor? O noktalar boş kalıyor. Seninle devam edelim Burak, sözün yarıda kalmıştı…

Burak Bilgehan Özpek: Dediğim gibi, bu konuşma zamanla evrilecek. O bakımdan, sivil siyâsetin aktörleri kimler olduğu, onlar için nasıl bir siyâsî güvence öngörüldüğüne dâir Akşener’in söyleyecek bir sözü var mı bunları zaman içerisinde duyabilirsek, bugünkü konuşmanın anlamı da zaman içerisinde değişecek. Çözüm Süreci, Türkler ve Kürtler’in özlemle anacağı bir süreç değildi, bunu söylememiz lâzım. Tayyip Bey’in çözüm sürecinden anladığı şey, Kürtler’i başkanlık süreci için seferber etmesi ve… Bugün yaşadığımız Türkiye, Selahattin Demirtaş’ın “Seni başkan yaptırmayacağız” sözüyle…

Edgar Şar: Burak, sesin çok kesiliyor, duyamıyoruz seni. Bugün Burak’ın internet bağlantısı çok kötü maalesef. Biz Ruşen Çakır’la devam edelim. Ruşen Abi, ikinci tura seninle başlayalım. Üç aşağı beş yukarı kimin ne yapmaya çalıştığını anladık. Kesintilere rağmen Burak’ın bile ne demek istediğini duyduk: “Akşener devamını getirirse bunu daha anlamlı bir noktaya çekebilir ve o eksikliklerini tamamlayabilir” diyor. 

Şimdi daha genel muhâlefet üzerinden bakalım. Çünkü bu tartışma bizi oradan çok kopardı diye düşünüyorum. Genel muhâlefet üzerinden bakınca şöyle bir durum var: Erdoğan’ın, yani iktidârın amacı muhâlefeti mümkün olduğunca bölmek, birbirleri arasında uyumsuzluk yaratmak ve bunu HDP üzerinden yapmak. HDP ile İYİ Parti ve CHP arasında, ama özellikle İYİ Parti arasında bir tartışma var. Bunu iktidârın işine gelen bir şey gibi değerlendirebilir miyiz? Bahçeli de bunu bozmadı. Bahçeli, dün beklenildiği gibi, Erdoğan’a veya Bekir Bozdağ’a bir şeyler söyleseydi, Cumhur İttifâkı’nda bir çatlak oluştuğunu düşünecektik. Ama öyle olmadı. Muhâlefet içindeki bu tartışma bunu yaratmış gibi oldu. Bütün bu tartışmalar, Cumhur İttifâkı’na yaramış olabilir mi? Bunu değerlendirir misin?

Ruşen Çakır: Çok emin değilim. Ama şunu özellikle vurgulamam lâzım: CHP’nin bilinen bir ismi, ama temsil yetkisi olmayan Gürsel Tekin’in “HDP’ye bakanlık verilebilir” cümlesi üzerinden epeyce kıyâmet koptu. Orada bâzı İYİ Parti’liler Altılı Masa’yı zora sokacak açıklamalar yaptılar. Meral Akşener de buna destek verdi. Bir tarafta bu olay var. Bir tarafta da Bekir Bozdağ’ın da bizzat katıldığı AKP’nin üst düzey yöneticilerinin HDP ile doğrudan görüştüğü daha somut bir şey var: “Birlikte Anayasa değişikliği yapalım” diyorlar. Bu çok daha büyük bir şey. Gürsel Tekin’in farazî bir soruya verdiği cevapla, burada yapılan o resmî ziyâret arasında dağlar kadar fark var. Bahçeli, ittifâkı düşünerek, bu meselede kendisinden beklenen çıkışı yapmadı. Önceliği ittifak ve seçim oldu. 

Muhâlefetin bâzı aktörleri ise, özellikle İYİ Parti, HDP meselesini, ittifâkın sağlamlığı ve seçimi garantiye alma perspektifiyle değerlendirmekten kaçınıyor. Özer Sencar, kendisiyle yaptığım yayında “Devlet Bahçeli pragmatist bir tavır alarak Meral Akşener’e siyâset dersi verdi” dedi. Gerçekten de böyle. Bahçeli’nin kırmızı çizgisi olan bir meseleyi, Bahçeli “doğal ve doğru bir adım” diye nitelendirebiliyor. Kendisi açısından bunun birtakım riskleri var, ama hem bir taraftan ittifâkı zora sokmuyor hem de AKP’nin bir kısım Kürt oylarını alabilme ihtimâlinin de önünü açıyor. Erdoğan’ın HDP’ye heyet göndermesi olayı aslında çok acayip. Bir taraftan, Bahçeli’nin söylediği, “Bundan doğal ne olabilir? Anayasa değiştireceğiz, tüm partilere gidiyoruz” meselesi var. Ama onun ötesinde, Erdoğan şunu gösteriyor bence: “Ben o kadar kavga ettim, şunu yaptım, bunu yaptım, ama hâlâ HDP’ye gidebiliyorum.” Tabiî bu, HDP ile arasının düzeldiği anlamına gelmiyor; ama yarın öbür gün, muhâlefete oy vermeyip, diyelim ki sandığa gitmeyecek, hattâ başkanlık seçiminde Erdoğan’a oy verme ihtimâli olan kişilerin eline bir argüman veriyor. Meselâ birileri, “Ötekiler bizim suratımıza bile bakmıyor. Erdoğan bakanını yolladı” diyebilir. Yapacakları anlamında söylemiyorum bunu. Erdoğan burada yine “mış gibi” yapıyor: Bir taraftan HDP’yi başkalarını dövmek için âlet olarak kullanırken, diğer taraftan da Kürt seçmene, ufak da olsa bir adım, bir kapı aralamakta bir araç olarak kullanıyor ve sonra da diyor ki: “Anayasa konuştuk, o kadar. Bu gayet doğal.” 

Anayasa konusunda HDP’nin onlara destek vermeyeceği, oradan bir şey çıkmayacağı zâten belli. Ama bunu yaparak, bence muhâlefetten çok daha atak davranabiliyor bence. Buradaki sorun şu: HDP, muhâlefete, yani Altılı Masa’ya yakın. Onun göstereceği adaya oy vermeye ciddî bir şekilde meyilli. Erdoğan’a oy vermek ise hiçbir şekilde önlerinde değil. Altılı Masa’ya, muhâlefete gözlerini dikmişken, oradan kendilerine gelen işâretlerin, açık sinyallerin hemen hemen hepsi olumsuz. Ama öte yandan, hiç düşünmedikleri insanlar, çok sembolik de olsa bir şeyler yapabiliyorlar. Bahçeli bile kalkıp, “HDP konusunda görüşlerimi biliyorsunuz, ama bu ziyâret gayet doğaldır” diyebiliyor. HDP konusunda, bir tarafta, birazcık adım atsa çok şey kazanabilecek olan muhâlefet, diğer tarafta, çok adım atması gereken iktidar. Burada çok ciddî bir uyumsuzluk var. Muhâlefetin hâlâ çok tereddütlü olması başlı başına ilginç bir olay. 

Akşener’in bugün söylediği hususu da hiç yabana atmamak lâzım: Yani Erdoğan’ın hâlâ, Öcalan üzerinden Kürt oylarını bir şekilde, kendisine almasa bile nötralize etme ya da sandığa ikinci turda gitmemelerini sağlama gibi bir seçenek üzerinde kafa yorduğunu anlayabiliyoruz. Olur ya da olmaz, o ayrı konu. Bu bana olacakmış gibi gelmiyor. Ama Erdoğan’ın bunu istediğine, yapabileceğini bilse yapacağına eminim. Buradaki mesele, Öcalan’ın buna yanaşıp yanaşmayacağı. Akşener’e göre Öcalan buna zâten hazır. Ben öyle olduğunu sanmıyorum. Hazır olsaydı bunun işâretleri çoktan çıkardı. 

Şu hâliyle bakıldığı zaman, HDP’nin en çok yakınlık hissettiği, birlikte olmayı istediği yerden kendisine yönelik bir hamle yokken, hiçbir şekilde muhâtap almak istemediği ya da en azından seçimde destek vermeyi hiçbir şekilde düşünmediği yerden birtakım işâretler alınabiliyor. Bunu bozmak muhâlefet için çok kolay aslında. Tabiî biz hep Meral Akşener’e bakıyoruz; ama Kılıçdaroğlu’na ve diğer partilere de bakmamız lâzım. Onların, en azından bir pozisyon alıp, işin nasıl olması gerektiği konusunda bir şeyler söylemesi gerekiyor. Meral Akşener’in “Siyâset sivil aktörlerle olur” tespiti, Kılıçdaroğlu’nun birçok kez söylediği “Bu sorun Meclis’te çözülmeli” önermesi, HDP’nin de, Selahattin Demirtaş’ın da buna destek vermesi… Gelecek Partisi, DEVA Partisi ve Saadet Partisi’nin de HDP ile çok ciddî bir sorunu yok, onu biliyoruz. En azından HDP’nin meşrûiyetini kabul ediyorlar; gerektiği zaman birbirleriyle görüşüyorlar. Muhâlefetin, bunların hepsini harmanlayıp bir şey bulmaları lâzım. Çünkü seçime çok fazla bir zaman yok. “Nasıl olsa bize oy verecekler. Bizden başka ne seçenekleri var?” yaklaşımıyla gidebilecekleri çok fazla bir yer olduğu konusunda değilim.

Edgar Şar: Burak yayına tekrar bağlandı, bizi dinliyor; ama bölünmesin diye en son ona söz vereceğim; umarım bu sefer bir sıkıntı olmaz. Ayşe’ye söz vermeden önce birkaç şey söyleyeyim. Ruşen Abi, “Muhâlefet iktidâra gelirse Kürt meselesiyle nasıl ilgileneceği konusunda bir şeyler söyleseydi en azından, bu olayı çevirebilirdi” diyor. Ama ben, muhâlefetin Kürt meselesiyle ilgili ortak bir şeyi o Altılı Masa’da konuşmasını çok zor gören biri olarak, şunu hatırlatmak istiyorum: Geçen sene Eylül ayında, HDP bir Tutum Belgesi açıklamıştı. Orada muhâlefete de, “Biz size destek veririz, ama ilk önce Kürt meselesi için ne yapacaksınız bize söyleyin” demedi. “Biz belli konularda Türkiye’nin demokrasi kulvarına girmesini istiyoruz. Ortak bir adaya oy verebiliriz. Onun hâricinde de Millet İttifâkı’nda olmak gibi bir beklentimiz de yok” dedi. Nitekim kendi ittifaklarını da kurdular. Dolayısıyla, bu Tutum Belgesi, muhâlefeti inanılmaz rahatlatan, hattâ Kürt meselesini seçimden önce konuşmak zorunluluğunu onun üzerinden alan bir şeydi. Dolayısıyla, sanki Ruşen Abi’nin biraz önce söylediklerine bile gerek kalmadan, meselâ bu anayasa konusunda, İYİ Parti, HDP ve CHP kendi zâviyelerinden neden o anayasaya destek vermeyeceklerini söyleseler, zâten o paketin Meclis’e gelmesi mümkün olmayacaktı. Ve o gol Erdoğan’ın elinde patlayabilecekken –hani gûya Kılıçdaroğlu’nun verdiği pası gole çevirecekti ya–, biz, Erdoğan’ın açtığı bir ekseni muhâlefetle tartışıyoruz. Ben bunun muhâlefet açısından bir hatâ olduğunu düşünüyorum. Bu ekseni değiştirselerdi, bence daha çok şeyler yapabilirlerdi. Çünkü bu eksende tartışmaya devam edince, bu sefer Kürtler için, tam da Ruşen Abi’nin söylediği sebepten daha öte, yani Erdoğan’ın çektiği eşikten daha öteye bir şeyler söylemek gibi bir gereklilik doğuyor. Ne dersin Ayşe bu tartışmaya? 

Ayşe Çavdar: Söylediklerinin tamâmına katılıyorum. Başından îtibâren kendi gündemlerini…  Türkiye’nin gündemini belirlemekten bahsetmiyorum. Ana akım muhâlefet her gün ne tartışacağımızı bize söylemek zorunda değil. Hâlâ her gün ne tartışacağımızı bize AKP söyleyebilir, ama Altılı Masa’nın bir siyâsî gündemi olması gerekir. Bundan kastım, taktik strateji falan değil. Yani “Seçimi nasıl kazanacağız? Sonra ne yapacağız?” gibi bir şey değil. Hakîkaten o masadaki hiçbir üyenin doğru dürüst “Biz nasıl bir Türkiye istiyoruz? Kendimizi dünyanın neresinde görüyoruz?” sorularına verdikleri açık cevaplar yok ve o tarafta particilik, hem parti içinde hem de partiler arasında birtakım siyâsî oyunlara indirgenmiş vaziyette. Cumhur İttifâkı kadar az ve otoriter aktörlerden oluşmadığı için de, Altılı Masa’daki aktörler bunda zorlanıyorlar. O nedenle, ne kendi gündemlerini belirleyebiliyorlar… Tabiî önce kendi gündemlerini belirleyebilmeleri lâzım ki bizim gündemimizi belirleyebilsinler. Bizim her gün, Altılı Masa’nın ya da oradaki muhâlefet partilerinin yaptığı bir şeyleri konuşuyor olmamız, onların gündemi belirledikleri anlamına gelmiyor. Çünkü genellikle sorduğumuz sorular, “Niye bu fırsatı kaçırdılar? Niye bu zamânı kaybettiler? Niye bu tartışmanın içinden çıkamıyorlar? Niye aday belirleyemiyorlar?” şeklinde. Bunun sebebini de bir kez daha söyleyeyim: Particiliğin oradaki siyâsî ayak oyunlarına indirgenmiş olması. Partiler yeni bile olsalar, geldikleri yer îtibâriyla… “Yeni” dediğimiz partiler, şu anda bir kısmı iktidarda olan birtakım siyâsî hareketlerin dışlanmış parçalarından ibâret. Dolayısıyla hâlâ kendi krizlerini yaşamaya devam ediyorlar. Üstelik de çok göz önünde yaşıyorlar bunu. Çünkü bütün memleket “Seçim kazanabilecekler mi?” diye dönüp onlara bakıyor. 

Az önce söylediğin şey meselâ: HDP konusunda ya da Kürtler konusunda ellerini rahatlatabilmeleri için… Sen bir siyasetbilimcisin ve “Bu siyâsî partilerin Kürt meselesini konuşabilmelerini çok zor görüyorum” diyorsun. Bu, onların zavallılığına ilişkin bir beyan bence. Böyle bir meseleyi nasıl konuşamazlar?

Edgar Şar: Ama seçimden önce demek istedim.

Ayşe Çavdar: Seçimden önce ya da sonra. Bu meseleyi konuşmadan seçime gitmeye çalışmak gibi bir açmazın içerisinde kendilerini nasıl hissederler? “Bu ne iktidarsızlıktır?” demek istiyorum. Neden bu konuda ortak söz üretmelerine gerek yok? Bir de HDP, söylenebilecek ortak sözü, söylediğin o Tutum Belgesi ile ne konuşmayacaklarını söyledi zâten. “Bizimle ilgili direkt bir şey söylemenize gerek yok” dedi. O Tutum Belgesi’nin mîmârîsi bir hârikadır gerçekten; cidden iyi tartışılmış, iyi kurgulanmış bir metindir. 

Şimdi Altılı Masa’nın kendi iç dinamiklerinden çok, başka bir tarafından daha bahsedeceğim. Bu arada, o iç dinamiklere şunu da eklemek lâzım: Ekonomik kriz de çıkınca, o siyâsî oyunlar iyice katmerlendi. Çünkü düşündüler: “Biz ne yaparsak yapalım, ölümüzle bile kazanacağız bu seçimi. Çünkü AKP bu halde. Millet tencereye bakar nasılsa. Dolayısıyla ölebiliriz” diye düşündüler ve birbirlerini sakatlamaya, birbirlerini bıçaklamaya başladılar. Bizim şu anda karşı karşıya kaldığımız sahne bu.

İkinci ve daha temel bir problem var ama: HDP ve Kürt sorunu meselesi. Bütün bunlar tesâdüfen değil. HDP diye bir parti olmasaydı da HDP’liler yine bağımsız adaylar olarak belli bir bölgeden seçilmek üzere seçimlere girselerdi… Her bir bölgede, yine partikülarist, o bölgenin insanıyla müzâkere ederek, onlardan oy isteyerek milletvekili olsalardı… HDP, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt olmayan vatandaşlarıyla da ilişki kurmamış bir parti olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu olmayan sorunlarıyla da ilgilenen bir siyâsî partiye dönüşmemiş olsaydı, acaba vaziyet bu mu olurdu? Daha kolay hallederlerdi gibi geliyor bana; Kürt meselesiyle aralarındaki mesâfeyi daha kolay kapatırlardı. Çünkü bizdeki, özellikle sağ siyâset, cemaatler, gruplar hâlinde insanlarla müzâkere edip onlara çeşitli ayrıcalıklar ya da çeşitli görmezden gelme halleri tanıyarak, siyâsetin içerisine almaya alışık. Bu hemen bütün siyâsî partilerin geleneğinde var. Ama bir siyâsî partinin, üstelik Kürt sorunu gibi, aslında “eşit yurttaşlık” sorunu gibi bir şeyden çıkan bir siyâsî partinin, az önce ayak oyunlarına indirgediklerini söylediğim siyâsetin alanını açmaya zorlamasına alışık değiller. O nedenle, HDP ile ilgili sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter bir devlet olması ile ilgili bir sorun değil bence. HDP ile ilgili sorun, Türkiye Cumhuriyeti’nde particilik yapmakta olanların siyâsî havsalalarının darlığıyla ilgili bir sorun. O yüzden çözemiyorlar bu işi. 

Şöyle özetleyeyim: Yapamayacaklar, konuşamayacaklar ve biz yine onların arasındaki asgarî müşterekler etrafında birbirlerine tutunduklarını göreceğiz; eğer tutunabilirlerse. Biz de, belki o asgarî müştereklere tutunarak umutlanmaya çalışacağız. Bunun, yani “HDP’yi konuşamamak” dediğin şeyin … Çünkü başka konuşamadıkları bir şey yok; her bir şeyi pek güzel konuşuyorlar. “HDP’yi ya da Kürtler’i veya oradan doğru gelen talepleri konuşamamak” dediğin şeyin, siyâsî alanı ne kadar daralttığına bak. İster merkez siyâsette ol, ister sağ siyâsette ol, hiç fark etmez, Bundan memnun görünüyorlar. Bunu açmak için bir çabaları da yok. 

Sonucu şöyle bir şey oluyor: AKP ve MHP’yi iktidarda tutuyorlar. Bu son HDP olayında, yani AKP’nin HDP ile görüşmesi ve Devlet Bahçeli’nin de “Eyvallah” demesi hikâyesinde, biz şu fenomenle bir kez daha karşılaşıyoruz — tezkerede de karşılaştık bu fenomenle: Devlet gücünü arkasına almış, ama siyâsî ajandası gayet belli, üstelik bildiğimiz o devleti, zâten çok da sağlam olmayan yapıyı çürütmek olan bir siyâsi parti, siyâsette iyinin ve doğrunun ölçüsü olarak kendisini dayatıyor. Kim sâyesinde? Kendi gücü sâyesinde değil; muhâliflerinin bâzı meseleleri ondan “Eyvallah” almadan konuşamamaları sâyesinde. Zâten bir tâne mesele var, o da Kürt meselesi. Bu öyle bir hâle geliyor ki, AKP iktidarda olduğu için HDP ile görüşmek AKP’nin ayrıcalığı ve imtiyâzı hâline geliyor. Altılı Masa’nın kendisini düşürdüğü pozisyon bu. 

Ben bu arka plandan baktığım için, sâdece o anlık bir atraksiyon olarak değil de, İYİP kurulduğundan beri, Altılı Masa oluşmaya başladığından beri neler konuştuğumuzu ya da konuşamadığımızı göz önünde bulundurduğum için, bugün Akşener’in yaptığı şeyin, aslında çoktan filelere girmiş bir golü çıkarmak çabası olduğunu düşündüm. Teşekkür ederim.

Edgar Şar: Çok teşekkürler Ayşe.

Ayşe Çavdar: Bu arada bir şey söyleyeceğim, programın başında söyleyemedim. Gözlükler için çok özür dilerim. Küçük bir sorun var gözümde, o nedenle böyle çıkmak zorunda kaldım karşınıza, çok affedersiniz.

Edgar Şar: Estağfurullah, çok geçmiş olsun. Hiç de bir sorun değil. Şimdi Burak’a dönüyorum, bizi duyduğu ve cevap verebileceği umuduyla.

Burak Bilgehan Özpek: Duyuyorum.

Edgar Şar: Burak, sana iki şey soracağım. Daha sonra kısa bir üçlü tur yapıp bitiririz zâten. İki şey dikkatimi çekti. Senin söyleyeceklerine devamla, tartışmayı biraz provoke etmek için söylüyorum. Saruhan Oluç, benim takip edebildiğim kadarıyla, Kürt hareketinde ve HDP’deki en yumuşak isimlerden biridir. Hattâ iktidâra karşı muhâlefetin söylem koordinasyonu bozulmasın diye en çok çaba sarf edenlerden birisidir. Twitter’dan Akşener’in söylediğini haberleştiren bir tweet’i alıntılayarak ona cevap verme gereği hissetmiş. Bir bu var elimizde. 

Bir de Gare Operasyonu sonrasında muhâlefetin iktidâra yönelik verdiği bir tepki vardı. Bu, iktidârın istediği tepkiyi muhâlefetin vermediği bir an olarak târihe geçti. Orada, HDP bir şey söyledi, CHP bir şey söyledi, İYİ Parti bir şey söyledi. Hiçbiri aynı şeyi söylemedi; ama hepsinin kendi zâviyelerinden, iktidârı, iktidârın kurmaya çalıştığı ekseni dağıttıkları bir andı o. Şimdi bu da öyle olabilirdi belki. Zordu, ama tam olmamış gibi duruyor. Ne dersin? 

Burak Bilgehan Özpek: Umarım bir daha bağlantım kopmaz. En son şurada kalmıştım ben: Muhâtaplık meselesi hiçbir şey çözmüyor. Çözseydi, Çözüm Süreci’nde çözerdi. Muhâtap alınabilecek bütün aktörler muhâtap alındı ve Çözüm Süreci sadece tek bir cümle ile, “Seni başkan yaptırmayacağız” meselesiyle bozuldu. Çünkü o, Erdoğan’ın kafasındaki mekanizmaya çok ters bir şey. Erdoğan Kürtler’le görüşüyorsa, bu Kürt sorununu çözmek için, bir idealizme sâhip olduğu için veya Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına yurttaşlık haklarını vermek için ya da insanlar kendilerini ülkelerine bağlı hissederler, bu, daha müreffeh daha güvenli bir toplumda yaşarız demek olduğu için çözmüyor. Erdoğan bu muhâtaplığı daha fazla iktidâra sâhip olmak için kuruyor. Dolayısıyla, Devlet Bahçeli’nin de buna cevaz vermesinin sebebi, daha fazla iktidâra sâhip olabilmek. 

Kürtler’le muhâtaplık meselesi böyle bir mitolojik hâdiseye dönüşmemeli. Adâlet ve Kalkınma Partisi’nin Kürtlerle kurduğu muhâtaplık, daha fazla iktidâra, daha fazla otoriteye sâhip olduğu için yaptığı bir hamle. Selahattin Demirtaş bunu 2015 Mart’ında görmemiş miydi zâten? “Bizimle müzâkere yürütecekseniz, onurlu bir şekilde Meclis’e girelim ve Meclis’te siyâsî güvenliğimiz sağlanmış bir şekilde bu sürece devam edelim” dememiş miydi? Bugün Meral Akşener’in konuşmasında bence en ilginç yer: Eğer Çözüm Süreci devam etseydi, yani Demirtaş “Seni başkan yaptıracağız” deseydi, bugün Devlet Bahçeli’nin yerinde muhtemelen Demirtaş olurdu. Açık konuşalım. Parlamento’da iki lider vardı. Birisi, “Seni başkan yaptırmayacağız” dedi ve içeride. Diğeri, “Seni başkan yaptıracağız” dedi ve sistemin en tepesine oturtuldu. Buradaki mesele, başkan yaptırılıp yaptırılmaması gereken bir aktörün buna izin vermesi; bu adımları onun atması. Dolayısıyla, AKP’nin, MHP’nin HDP ile muhâtap olması, benim dünyamda ve birçok insanın dünyasında daha fazla iktidar arzusundan başka bir noktaya tekabül etmiyor; bunu böyle allayıp pullamamak lâzım. 

Dün de izledim ve birçok yorum da okudum. Devlet Bahçeli Tayyip Bey’i rahatlatıyormuş. Sanki Tayyip Bey, demokratikleştirecek, Türkiye’nin statik değerlerini alaşağı edebilecek, 2004-2005 senesi jargonuyla değerlendirilebilecek bir lidermiş gibi. Böyle bir şey yok. Biz bu 20 seneyi boşuna mı yaşadık? Hepsini geçtim, 2019 yerel seçimlerinden önce zâten çok benzer bir süreç ortaya çıktı. Hükümet Öcalan’la muhâtap oldu. Devlet Bahçeli’nin “Öcalan’ı dinleyin” diye yazdığı bir mektup var. Biz bunları yeni yaşamadık. Bu muhâtaplık hâdiselerini ilk defâ yaşamıyoruz. Her seferinde de çok sevinerek tepki vermenin bir anlamı yok bana sorarsanız. 

Yeni olmayan bir şey daha söyleyeyim: Çözüm Süreci nedir? Türkiye’de Akşener’in ve onun temsil ettiği birçok insanın ya da oyunu aldığı vatandaşların buna karşı olduğu da yeni bir şey değil. Yeni bir şey de îcat etmiyor; insanlar böyle barışa doğru kucaklarını açmış koşmuyorlar. Çözüm Süreci meselesinde insanların bir tepkisi vardı. Bu tepki, hükûmetin doğrudan PKK’yı muhâtap alması ve HDP’yi, hattâ siyâsetteki bütün aktörleri araçsallaştırmasına verilen bir tepkiydi. Şunu kabul edelim: PKK hükûmetin doğrudan muhâtabı oluyorsa, sivil siyâset dediğimiz olgu orada can veriyor demektir. Yani HDP sâdece mektupları getirip götüren, daha enstrümanlaştırılmış, araçsallaştırılmış bir hâle geliyor. Dolayısıyla çözüm meselesine karşı çıkmanın, sâdece milliyetçilikle açıklanmayacak, onun dışında bir boyutu olamaz mı?

Edgar Şar: Burak, şu an bağlantın iyi, ondan faydalanarak bir şey sormak istiyorum sana. Bağlantın ikinci kez koptuğunda, biz genel olarak muhâlefet kısmını da konuştuk. Aslında kimse Erdoğan’ın yaptıklarını demokratik bir şey olarak görmüyor. “Erdoğan demokratik eşiği o kadar yükseltti ki muhâlefet yine altında kaldı” demiyor. Muhâlefetin, senin biraz önce, Erdoğan’ın kendi iktidârını artırmak için kurduğunu söylediğin bu oyunun yine altında kaldığı yorumu aslında daha çok öne çıkıyor. Buna katılıyor musun? Bir de, hakkını yemeyelim ve altını çizelim, çünkü çok tartışılmıyor: Akşener’in “sivil aktör” dediği birisi var herhalde. Ya Demirtaş ya HDP’nin içinde birileri. Adını koymasa da birileri var. Acaba bu, muhâlefetin bundan sonra ilerleyeceği bir zemin yaratabilir mi? 

Burak Bilgehan Özpek: Orada elitlerin yakıştırmaları üzerinden gidiyoruz, olgular üzerinden değil. Hani Arendt, “Olguları kırılgan kılan, onları adlandırma tarzımızdır” diyor ya? Olguları herkes kendisine göre adlandırdığı için ben şaşırıyorum. Evet, İYİ Parti’nin, Akşener’in çok büyük bir sivil siyâset savunusu olmadı; bunu reddedemeyiz. Demirtaş’ın içeriden çıkartılmasına, kayyum atanmasına çok yüksek perdeden ses vermedi. Fakat Akşener, hükûmetin diliyle de konuşup, meselâ ortağına, “Siz HDP ile görüşemezsiniz” filan demedi. Ruşen Abi’nin “Merkez sağdan uzaklaşıyor” dediği şey, kabineye iki HDP’linin alınmasına verdikleri tepki. Burada hayat, kabinede HDP’lilerin bulunması ve MHP gibi konuşma arasında bir yerde geçiyor aslında. Dolayısıyla, tamam, çok başarılı olmadı; ama kendisine göre de HDP’yi siyâsetinin malzemesi yapmadı şu âna kadar. HDP’ye basa basa, HDP’yi çiğneye çiğneye, evet, İYİ Parti’li birkaç isim oldu, zâten onlar da süreç içerisinde geri plana düştüler. Ama Akşener, HDP üzerinden milliyetçiliği köpürterek siyâset yapmadı. Bugünkü konuşması da öyle bir konuşma değil. Bugünkü konuşması, oturup bâzı kavramlar üzerinde düşünmemiz îcap ettiğini bize gösteriyor. HDP’lilerin de hemen alınmaması, tepki göstermemesi lâzım. Orada partiyi topyekûn topa koyma gibi bir eğilim yok bana sorarsanız. 

Orada şöyle bir durum var: Kürt hareketini yakından izleyenlerin de vâkıf olduğu bâzı tartışmalar var. Bu sâdece gizli kapılar arkasında konuşulmuyor. Biraz baktığınız, biraz okuduğunuz zaman bunları görüyorsunuz. Hükûmetin de, meselâ yerel seçimden önce Öcalan’ı devlet televizyonuna çıkartmak, kardeşine röportaj verdirmek gibi, Öcalan’la çalışmak, sivil Kürt hareketini boğmak gibi eğilimi var yani. 8 Haziran sabahı Yalçın Akdoğan, Demirtaş’ı kastederek, “Öcalan bunları kovalayacak” dedi. Bunları duyduk biz. Dolayısıyla, oradaki “âkil adam” konumuna yükseltilen, yani hükûmetin konuşabileceği bir aktör olarak seçilen bir Öcalan figürü var. Doğru ya da yanlış, bilmiyorum ama, hükûmet bunu böyle algılıyor. Hükûmet böyle algıladığı için, kurulan her temâsı, sivil siyâsetçilerin kendi inisiyatifiyle kurduğu temas yerine, seçmenin oyunu Erdoğan ile Öcalan arasındaki pazarlığa meze yapma eğilimi olarak değerlendirmeye de şaşırmamak lâzım. 

Burada Akşener’den talep edilmesi gereken şey, sivil siyâsetin aktörlerini tanımlaması ve siyâsî güvenlikten ne anladığını söylemesi olmalı. Bu sorunun sorulması gerekiyor. Çünkü siyâsî güvenlik dediğiniz zaman, demokrasinin kuralları içerisinde oy almış, halkı temsil eden ve Türk Cezâ Kanunu’na göre, objektif ve bağımsız mahkemelere göre, suç işlememiş insanların görevlerini îfâ etmesi îcap eder. Bu çok evrensel bir demokratik kuraldır. Meselâ Akşener’in bunu söylemesi, bence Kürt sorunu açısından çok önemli bir aşama olur. Çünkü demokrasi açısından büyük bir aşama olur. 

Ayrıca, HDP ile bakanlık pazarlığı yapmak ya da AKP ve MHP’nin HDP ile görüşmesine imrenmek, öykünmek, Kürt sorununu çözmekten ziyâde, çözümsüz kalmış bir sorundan başka bir ekmek çıkartmak anlamına geliyor. Eğer bir şey talep edilecekse, İYİ Parti’den böyle bir talepte bulunmak gerekiyor bana sorarsanız. Bu da, demokratlık iddiasında olan bir parti için çok zor bir durum değil; çok güvensiz bir alan değil. İYİ Parti’nin siyâsî gerçekliğine de çok aykırı bir durum değil.

Edgar Şar: Evet, enteresan bir şey söylüyorsun Burak. Size kısa bir soru sorup, onun üzerine hızlı ve kısa bir tur yapıp bitirelim derim. Bir yandan, bu kadar uzun tartışmalara zaman var mı? Altılı Masa o kadar yavaş ilerledi ki bugüne kadar, bunları yapabilecek kapasitede mi, bunların hepsi ayrı soru işâreti. Ruşen Abi’ye şu soruyu sorarak kısa tura başlayalım, sonra hepinizle devam edip bitireceğiz. 

Ruşen Abi, Altılı Masa bugüne kadar netâmeli konuları henüz konuşmadığı için, ne kadar büyük bir kriz olacak, dağılacak mı ya da belki de çok iyi bir performansla o netâmeli konuları çözecekler bilmiyoruz. İnsanlarda, “Adayı açıklayın, aday halletsin her şeyi” beklentisi oluştu. Bu, HDP ile ilişki için de hep böyleydi. Dolayısıyla bu son tartışma, acaba adayın artık bir an önce açıklanması ve kimin aday olması gerektiğiyle ilgili de bize bir mesaj veriyor mu bugün tartıştığımız konu?

Ruşen Çakır: Benim anladığım, Altılı Masa aktörleri, adaydan önce programa öncelik veriyorlar ve o programı adaya teslim edecekler. Çünkü aday kim olursa olsun, masadaki aktörlerin hepsinin, adaya yönelik birtakım tereddütleri ya da güven eksikliği olacak. Dolayısıyla program saptamaya çalışıyorlar. Ama programda da netâmeli konularda ârıza çıkma ihtimâli çok fazla. O zaman da şöyle bir şey ortaya çıkıyor: Ana hatlarıyla programı ve adayı saptamak. Ama aynı anda kimin ülkeyi yöneteceğini de hesaplamaları gerekiyor. Yani onu büyük ölçüde adaya bırakmayacaklar. Üç aşağı beş yukarı, “Cumhurbaşkanı yardımcıları kim olacak, görev alanları ne olacak, kabinede kimler olacak? Hattâ belki üst düzey bürokratlar kim olacak?” meselesine kadar da gidebilir bu. Çünkü bir yerden sonra, adaya çok büyük bir yetki verilecek: Başkanlık yetkisi. Dolayısıyla herkesin birtakım tereddütleri, şüpheleri olacak. O yüzden baştan bunu bağlamak isteyecekler.

Şimdi senin dediğin hususa gelelim: “Netâmeli konuyu adaya bırak”. Nedir o netâmeli konu? Kürt sorunu. Altılı Masa, “Bu konu çok hassas, birbirimize gireriz. Aday kim olacaksa ona bırakalım” diyemez. Bu sefer daha kötü olur. Dolayısıyla, büyük ihtimalle bir ana çerçeve çizilecek, birtakım temel sloganlar saptanacak. Ondan sonra da adaya, “Tamam, sen bizim adayımızsın; ama bunlara riayet etmen gerekiyor ki ârıza çıkmasın ve seçimi kazanalım” denecek. Böyle bir formülün daha geçerli olacağı kanısındayım. Özellikle netâmeli konuları adaya havâle etmenin akıllıca bir davranış olacağını sanmıyorum. Akıllıca olmayacağı gibi, buna diğerlerinin yanaşacağını da sanmıyorum. Zâten özellikle aday konusunda, masadaki A partisinin birinci adaya, B partisinin ikinci adaya yönelik şüphelerinde de büyük ölçüde bu netâmeli konular var. Dolayısıyla altı liderin, başta Kürt sorunu olmak üzere, o netâmeli konularda olabildiğince bir şeyleri belirleyebilmesi lâzım.

Altılı Masa’dan kimsenin kalkacağını sanmıyorum. Yani masa öyle bir masa ki herkesi, bizi de esir aldı. O masadan kalkacak olanın hiçbir şansı olmaz. Hattâ bâzılarının kalkacak olması, masayı olumsuz etkilemeyebilir; ama kalkacak olanın aleyhine işleyecektir. Kalkacak olan nereye gidecek? Ne başkanlık seçimi için ne milletvekili seçimi için gidecek yeri yok. Dolayısıyla o masa öyle kalacak. Ama o masadan, özellikle netâmeli konularda ve başkan adayı konusunda karar çıkması bayağı sancılı olacak, öyle gözüküyor. Ama yapmak zorundalar ve bunu çok da geciktirmeyecekler. Nasıl yapacaklarını merak ediyorum açıkçası. Ama herhalde onlar benden daha çok merak ediyordur. Buna nasıl varacaklarını kendileri de tam bilmiyor.

Edgar Şar:  Evet Ayşe, aynı soruyla sana döneyim. Altılı Masa 14 Kasım’da toplanıyor. Bu sefer, “Yine heyecansız bir metinle mi çıkacaklar?” diyebilme ihtimâli de giderek azalıyor Çünkü artık seçime de bir şey kalmadı. Sen ne diyorsun bu konuda? 

Ayşe Çavdar: Bakalım “Cesâretleri var mı aşka?” diyorum. Başka da bir şey söylemek gelmiyor aklıma. Artık zaman kalmadı. Hatırlar mısınız? Kemal burada bir espri yapmıştı: “Yıpranmasın diye adayı açıklamıyorlar. Böylece bütün adayları kendileri yıpratabiliyorlar” demişti. Bence artık oraya doğru geldik. Hattâ adayları yıpratma işini bitirdiler. Çünkü Altılı Masa’da yıpranmamış aday kalmadı artık, birbirlerini de yıpratmaya başladılar. Toparlanmaları gerekiyor. Bu toparlanmayı, seçime kısa bir süre kalmadan yapmayacaksa, yapabilecek hiçbir şey yok. O zaman da “Herhalde vazgeçtiler” diyeceğiz. 

Meselâ şunu da diyebiliriz: “Öyle bir Türkiye var ki elimizde, cesâret edemediler iktidârı ele almaya”. Çünkü Altılı Masa ve etrâfındaki muhâlefet, şu anda bile bile bir tür kendine dönük sabotaj hâlinde neredeyse. 14 Kasım’da yapılacak olan toplantı, bunu aşmaları için son fırsatlardan bir tânesi. Eğer oradan da doğru düzgün bir şey çıkmazsa, korkarım, sokakta dağılan moralleri toparlayabilmek için bir hayli zorlanacaklar. Pek umudum yok radikal bir dönüşüm geçireceklerinden, ama yapmaları gerekiyor. Artık harekete geçmeleri gerekiyor. 

Edgar Şar: Çok teşekkürler Ayşe. Burak son olarak, “Aday meselesi bu olayın neresinde duruyor?” sorusunun cevâbını senden alalım ve bitirelim.

Burak Bilgehan Özpek: Her yerinde duruyor. Yani bunu bir senedir anlatmaya çalışıyoruz bu programda. Hiç de önemsiz bir mesele değil. Altılı Masa, adayı önemsizleştirme masası olduğu için… Altılı Masa kendi işlevini târif etmeden, adayın kişiliğinin, seçim performansının önemsiz olduğunu iddia ettiği için çok önemsizmiş gibi gözüküyor, ama değil. Aday çok önemli. Siyâsetçinin yapabileceğini, idâre edebileceğini bir şekilde anlamalı ve bu kanaat seçmenin kafalarında oluşmalı diye düşünüyorum. Çünkü demokrasi böyle bir şey değil.

Ama aday kim olursa olsun, benim iki hafta önce yazdığım yazıda olduğu gibi, “Hayâlet aday” kavramı kadar zarar veren bir şey yok. Biz şu anda bir hayâlet adaylık sendromu yaşıyoruz. Kemal Bey’in aday olup olmayacağı belli değil ve adayı son anda açıklama gibi bir strateji izleniyor. Bence bundan âcilen vazgeçilmeli. Kemal Bey aday olmak istiyorsa bir siyâsetçi olarak riski alıp Altılı Masa’ya bunu getirmeli ve bu konu orada müzâkere edilmeli. 

Biz şu anda en kötü senaryoyu yaşıyoruz. Bütün adayların, bir şekilde birbirini masa altından yıprattığı ve Kemal Bey’in son âna kadar adaylığını açıklamadığı için hiç kimsenin öne çıkmadığı, Kemal Bey’in de, kazanamayacağını anlarsa adaylıktan çekildiği, dolayısıyla yerine gelecek kişinin, çok zor ve kötü bir tablo alacağı bir senaryo yaşıyoruz. Bu hiç mantıklı değil. Bir an evvel netleşmelerinde fayda var.

Edgar Şar: Evet, göreceğiz. Zâten gelecek haftaki “Adını Koyalım”da inşallah Kemal Abi de olursa bu konuyu herhalde konuşacaksınız diye tahmin ediyorum. Çok teşekkürler Ruşen Çakır, Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek. Bizi izleyen bütün izleyicilerimize de çok teşekkürler diyelim. Herkese iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.