Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın izleyicilerle ortak yayını: İslamcılar Atatürk’e neden ve nasıl yenildi?

Bugün 10 Kasım. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünün 84. yılı.

Geçtiğimiz haftalarda AKP Grup Başkanvekili Mahir Ünal, Kahramanmaraş 8. Uluslararası Kitap ve Kültür Fuarı’nda yaptığı konuşmada, “Tarihteki en sert kültürel devrim Türkiye’de yaşanmıştır. Mesela Fransız Devrimi her şeyi yıkmıştır ama lügate dokunmamıştır. Yine en sert devrimlerden bir tanesi Mao’nun Çin Kültür Devrimi’dir. Lügate dokunmamıştır. Ama maalesef bir kültür devrimi olarak Cumhuriyet, bizim lügatimizi, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” demişti. MHP lideri Devlet Bahçeli ise partisinin grup toplantısında isim vermeden Ünal’ı hedef almıştı. Tartışmaların ardından Ünal, parti grup başkanvekilliği görevinden istifa ettiğini açıkladı.

AKP’nin 20 yıllık iktidarına rağmen Atatürk, hâlâ Türkiye siyasetinde en önde gelen ve saygı duyulan ismi olmaya devam ediyor.

İslamcılar Atatürk’e neden ve nasıl yenildi?

Ruşen Çakır, siz sevgili izleyicilerimizin sorularını yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Bugün 10 Kasım, Mustafa Kemal Atatürk’ün ölüm yıldönümü ve bu sabah da geçen sene olduğu gibi metrobüste, köprünün üzerinde saat 9’u 5 geçe Mustafa Kemal Atatürk’ü andık. Arabalardan insanlar indiler. Benim de bulunduğum metrobüste olduğu gibi birçok toplu taşıma aracında insanlar ayağa kalktılar ve saygılarını gösterdiler. Yıllar geçtikçe Atatürk’ün unutulacağı sanılırken unutulmuyor. İlginç bir dönem yaşıyoruz. Özellikle Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 20 yıllık iktidârını –Erdoğan’ın da diyebiliriz–, Atatürk’ün bir tür başarısızlığının kanıtı olarak göstermek istediler; ama tam tersi bir durum ortaya çıktı. Daha önce birçok yayında söylediğim ve bir yazımın başlığına çıkarttığım gibi: ”İslâmcılar Atatürkçüler’i yendiler; ama Atatürk’e yenildiler”. Böyle ilginç bir durum var. Türkiye’de çok güçlü bir Atatürk hareketi olduğunu söylemek mümkün değil; ama toplumun her kesimine yayılan, özellikle genç kuşaklarda çok etkili olan bir Atatürk sevgisi var, Atatürk’ü örnek alma var. Bugünkü siyâsetçileri onunla kıyaslama ve bugünkü siyâsetçileri onun yanında çok zayıf, yetersiz görme gibi bir eğilim var. 

İslâmcılığın öyküsü, Türkiye’de İslâmcılığın bütün mâcerâsı aslında Cumhuriyet döneminde Atatürk’e ve tek parti dönemine ve aslında Cumhuriyet’e karşı bir mücâdeleydi. Bir gazeteci olarak, İslâmî hareketi çalışan bir gazeteci olarak bunları çok yakından görme, okuma ve farklı kişilerden, İslâmcı kişilerden duyma imkânım oldu ve onların anlatısının temelinde, Atatürk karşıtlığı ve Cumhuriyet karşıtlığı demek tam olmayabilir, ama Atatürk Cumhuriyeti karşıtlığı vardı ve gelinen noktada bundan bayağı uzaklaşmış durumdalar, uzaklaşmak zorunda kaldılar. Bugün Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olarak Atatürk’e Anıtkabir’de deftere yazdıkları aslında bunun bir tür îtirâfı. Ama ilginç bir şekilde, Erdoğan yanındakilerle birlikte Anıtkabir’den çıkarken, yine bir grup, “Her yer Tayyip, her yer Erdoğan” diye slogan attı. Daha önce de olmuştu bu biliyorsunuz Anıtkabir’de. Bu aslında bir “yıkılmadık, ayaktayız” gösterisi girişimi. Ama çok etkili olduğu söylenemez. Orada çıkan cılız seslerle Erdoğan’ın deftere yazdıkları arasında çok büyük bir fark var ve sonuçta Erdoğan, Atatürk’ten daha uzun bir süre ülkeyi yöneten birisi olmasına rağmen, Atatürk’ün gölgesinden kurtulma imkânını hiçbir şekilde bulamadı ve bulacağa da benzemiyor. 

Evet, İslâmcılar neden ve nasıl yenildi? Bugün bunu konuşacağız. Sizlerle birlikte konuşacağız ve bunu nasıl yapacağız? Medyascope’un ve benim YouTube sayfamda chat bölümüne sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi yazarsanız, arkadaşlar bana iletecekler ve ben de oradan hareketle bu tartışmayı sürdüreceğim. Daha önce özellikle muhâlefetle ilgili yaptığımız yayınlarda çok büyük bir ilgi olmuştu. Çok verimli tartışmalar olmuştu. Bakalım Atatürk meselesinde nasıl olacak?

Özkan Başak diyor ki: “Peygamber yaşasaydı ne yapardı sorusuyla, Atatürk yaşasaydı ne yapardı sorusunu rehber edinen düşünce biçimleri iflâsa mahkûm.” Evet ve hatırlanacaktır, Özkan Bey de iyi biliyordur; Erbakan Refah Partisi zamânında, “Atatürk yaşasaydı Refahçı olurdu” diyordu. Şu anda Atatürk yaşasaydı ne yapardı ne ederdi meselesinin ötesinde, başka bir şey var: Atatürk’ün ve Cumhuriyet’in ülkede yaptıkları ve bugün Türkiye’nin bulunduğu yer. En öncelikli mesele de sanki vizyon meselesi. Orada Cumhuriyet’i kuranlar, inşâ edenler, muasır medeniyeti yakalama gibi, ülkenin yönünü Batı’ya çevirme gibi bir perspektif sunmuşlardı. Bugün hâlâ bu perspektif var mı? Ne derecede var? Tabiî ki o zamandan bu zamâna dünya çok değişti; ama sonuçta medeniyetin nerelerde daha çok yeşerdiği hususu çok fazla değişmedi. Bugün gelinen noktada, “Türkiye o vizyona ne derece sâdık kaldı ya da o vizyonun yerine nasıl daha günümüze uygun vizyonlar geliştirdi ya da geliştiremedi?” sorusu sorulmalı herhalde. 

Ömer Gedik diyor ki: “Siyâsal İslâm, asla utanma barındırmayan bir oluşum. 20 senede, önceden vaat ettikleri her şey yerle bir oldu. Hâlâ hiçbir şey olmamış gibi konuşuyorlar”. Evet, birçok şey yerle bir oldu. Meselâ çok basit bir şekilde AKP’nin kuruluş beyannâmesini, programını, bugünkü AKP iktidârına karşı bir muhâlefet manifestosu olarak pekâlâ kullanabilirsiniz. Birçok şey gitti. Ama dillendirilmeyen esas mesele şuydu: AKP, Cumhuriyet’in merkezin dışında bıraktığı kesimleri merkeze taşıma hareketiydi bir anlamda; daha doğrusu, önceden Milli Selâmet Partisi’yle başlayan, Refah Partisi’yle devam eden olayın bir son hamlesiydi, son aşamasıydı. Fakat burada şunu gördük; dışlanmış olan birilerini merkeze taşırken, onlardan farklı olan diğerlerinin de orada kalmasına tahammül eden bir hareket olmadı. Aynı şekilde kendi tercih ettiklerini merkeze getirip, taşıyıp, merkezdeki diğerlerini dışarı atmak, onları mağdur etmek üzerine kurulu; yani bir mağduriyeti telâfî etme iddiasıyla yeni mağduriyetler yaratma hareketi oldu ve bu anlamda baktığımız zaman, aslında Türkiye’de İslâmî hareket eninde sonunda bir rövanş hareketi olarak ortaya çıktı. Fakat işin çok çarpıcı bir boyutu var, zâten yenilginin en önemli göstergelerinden birisi o: Erdoğan’la Fethullah Gülen’in ya da AKP ile Fethullahçılığın savaşı aslında o klasik anlatıyı tam anlamıyla yerle bir etti. Yani o klasik anlatı neydi? Bir tarafta dindarlar var, bir tarafta laikler, sekülerler var ve bunların arasında mücâdele var. İktidârı elinde tutan sekülerler dindarlara her türlü kötülüğü, zulmü uyguluyorlar şeklinde bir perspektif vardı. Uzun bir süre bununla gitti. Ama daha sonra iktidâra gelmek ve iktidârda kalmak için berâber hareket eden bâzı dindarlar diyelim hadi, İslâmî gruplar, yapılar, daha sonra iktidârı paylaşmada anlaşmazlığa düşüp birbirlerine karşı çok sert saldırılarda bulundular. 15 Temmuz darbe girişimi bunun en zirve noktasıydı. Ardından gelen binlerce, on binlerce kişinin, Fethullahçılık’la ilgisi olduğu düşünülen kişilerin devlet eliyle tasfiye edilmesi, mağdur edilmesi de bunun bir devâmıydı. Zâten bu Erdoğan-Fethullah Gülen savaşı, İslâmcılar’ın her yönüyle Türkiye’de Cumhuriyet, Atatürk Cumhuriyeti karşıtı söylemlerinin rafa kalktığının, iflâs ettiğinin kanıtı oldu. Başka bir şeye aslında pek gerek yok. Başka çok şey var; ama kendi aralarında yaptıkları bu savaş ve birbirlerine lâyık gördükleri muameleleri anmak yeterli. Her iki taraf da birbirine karşı çok acımasızdı. İslâmcılar’ın, Cumhuriyet’in ilk yılları üzerine dile getirdikleri zulüm iddialarıyla kıyaslandığında, bugünküler o târihte söylenenlerin çok çok daha ötesinde bir uygulama oldu. Yani şöyle düşünün: Türkiye’nin cezâevlerinde bir yığın kadınlı erkekli –ki kadınların bâzıları hâmile, çocukları cezâevinde doğuyor–, değişik yaşlardan insanlar, değişik mesleklerden insanlar, binlerce insan sırf başka bir İslâmcı gruba –ya da artık isterseniz başka türlü tanımlayabilirsiniz– bağlı oldukları için ve iktidâra, yine o da İslâmî iddialı iktidâra tâbi olmayı kabul etmedikleri için cezâevine konuldular. Tabiî ki bu, Fethullahçılar’ın mâsum olduğu anlamına gelmiyor. İçlerinde gerçekten suç işleyenler de var; ama büyük bir kısmının, suça doğrudan dâhil olmamış binlerce kişinin mağdur edildiği bir süreç yaşadık ve birbirlerine karşı yaptılar bu acımasızlığı. Dolayısıyla dindarlara Cumhuriyet’in ya da Atatürk’ün ya da Atatürk’ün arkadaşlarının acımasızlığı üzerinden üretilen bütün bu söylemler yerle bir oldu.

“İran’da başını kadınlar ve gençlerin çektiği eylemler devam ediyor. Sloganları ‘Jin, jiyan, azadî’ yani ‘kadın, yaşam, özgürlük’. Atatürk’ün yaptıklarının ne kadar önemli olduğunu bize bir kez daha hatırlatmıyor mu?” demiş Muharrem Palaz. Yıllar önce İran’ın, modern İran’ın yetiştirdiği en önemli filozoflardan Daryush Shayegan –ki kendisi artık yaşamıyor– İran’a gazeteci olarak gittiğim ilk seferde röportaj yaptığım ilk kişiydi. O târihte, yıllar önce bana şöyle bir şey söylemişti: “Biz bir tünelden çıkıyoruz; ama siz o tünele giriyorsunuz”. O arada İran’da Muhammed Hatemi’nin yönetiminde reformcu bir iktidar vardı. İran’ın o tünelden çıkacağı yolunda çok büyük beklentiler vardı. Shayegan da buna çok inanan birisiydi ve uzun süre yurtdışında yaşadıktan sonra, Hatemi döneminde İran’a dönmüştü. Onun söylediği şey bayağı gecikmeli bir şekilde –yani bu röportajı yapalı 20’den fazla yıl oluyor, çünkü AKP Türkiye’de iktidarda değildi, Refah Partisi vardı güçlü bir şekilde–, ona referansla, “Siz giriyorsunuz” demişti. O zamandan bu zamâna, İran’da şu anda yürüyen hareket, kadınların ve gençlerin başını çektiği hareket gerçekten çok ilginç, geç kalmış bir hareket kesinlikle. Türkiye’nin yıllar önce yaşadıklarını bugün kendi ülkelerinde yaşamak isteyenlerin başlattığı bir hareket. Ama Türkiye’de o dönemde yaşananları hâlâ yanlış bulup, onların iptal edilmesini savunanlar olduğunu da biliyoruz. 

Ahmet Gülen: “Türkiye’de Atatürkçülük güçlü değil dediniz az önce. Bunun dayanakları size göre ne olabilir? Bunu açabilir misiniz?” diyor. Benim gördüğüm, Türkiye’de güçlü bir Atatürkçü hareket yok. Bir zamanlar, özellikle AKP’nin ilk yıllarında, Atatürkçülük devletin birtakım kurumlarının da araya girmesiyle, hattâ örgütlemesiyle sokakta kendini gösteriyordu, bir meydan okuyuş vardı, örgütlü bir şeydi. Bunu kim, nasıl örgütlüyordu ayrı bir tartışma konusu; ama böyle bir şey vardı. Birtakım kuruluşlar vardı. Atatürkçü kimliğiyle öne çıkan ve bayağı etkili olan kurumlar vardı. Şimdi bakıyoruz: Türkiye’de Atatürkçü kimliğiyle ortaya çıkan kurumlar, partiler çok fazla etkili olamıyor. Ama meselâ şimdi Atatürk ve siyâset denince ilk akla gelen partilerden birisi, çok ironik bir şekilde Bağımsız Türkiye Partisi. Bu partinin geçmişini çok iyi biliyorum. İslâmcılık’tan gelen ve bir şekilde arabayı Atatürkçülüğe park edenlerin kurduğu bir parti. Yani Atatürkçülüğün böyle bir parti tarafından sâhipleniliyor olmasının gerçekten acı olduğu kanısındayım. Şahsen Atatürkçü değilim; ama Atatürk’ü seven birisi olarak bu beni açıkçası rahatsız ediyor — her neyse. Diğer kuruluşlar da böyle ve meselâ CHP’den değişik dönemlerde Atatürkçülük iddiasıyla ayrılan birtakım kişiler oldu. Yeni partiler kuranlar oldu. Bunların da çok fazla başarılı olamadığını görüyoruz. Dolayısıyla şöyle bir şey söylemek daha mümkün: Atatürk’ün fikirleri, vizyonu, Türkiye’ye yaptıkları değişik kesimlerden insanların, değişik siyâsî görüşlerden insanların başvurduğu referanslar olabiliyor. Meselâ İYİ Parti bunlardan birisi. Dün Meral Akşener’in grup konuşmasında Atatürk’e ayırdığı yer ve orada söyledikleri, bu partinin Atatürk’ü ne kadar kendine rehber aldığını gösteriyor. Ama İYİ Parti Atatürkçü bir parti dememiz mümkün değil. CHP Atatürkçü bir parti olarak görülebilir; ama CHP’den, yeterince Atatürkçü olmadığı gerekçesiyle sürekli birileri ayrılıp durdular. Dolayısıyla şunu söylemeye çalışıyorum: Atatürk birçok yerde var, onun fikirleri birçok yerde var; Atatürk’ü her şeyin temeli olarak, Atatürk’ü tek referans olarak alan ve Atatürkçülük iddiasıyla ya da artık pek kullanılmayan tâbirle Kemalizm iddiasıyla ortaya çıkanlar çok güçlü olmuyor. Meselâ bir başka örnek de Vatan Partisi. Vatan Partisi de Atatürk’ü çok kullanıyor, her vesîleyle kullanıyor; ama etkisinin ne kadar sınırlı olduğu ortada. Şimdi Ümit Özdağ’ın lideri olduğu Zafer Partisi de benzer bir şey yapmaya çalışıyor. Ama bunların hepsi belli bir noktanın ötesine geçemiyorlar. Dolayısıyla bir siyâsî ideoloji olarak Atatürkçülüğün şu anda çok fazla bir karşılığı olduğunu ya da toplumu harekete geçirebildiğini düşünmüyorum. Ama Atatürk’ün kendisinin birbirinden farklı birçok kesimi pekâlâ bir araya getirebildiğini söylemek mümkün.

Ömer Gedik: “Atatürk’ü yanlış anlamak için elinden geleni yapmak tam anlamıyla bir kötü niyet, bir iflâs, bir kin, nefret ve kıskançlık göstergesi. Atatürk kimseye, ‘Ben din insanıyım’ demedi, kandırmadı” demiş.

“AKP sonrası dönemde Kemalizm, Atatürkçülük nasıl bir form alacak?” Hüseyin Mert Turan’ın sorusu. Evet, çok önemli birsoru bu. Açıkçası kestirmesi çok mümkün değil. Şu anda baktığımda, birbirinden farklı kesimlerde Atatürk’e referanslar olduğunu söylüyorum. Meselâ bir kesim de var ki Atatürk referansı üzerinden Türkiye’de bayağı bir ırkçı, aşırı sağ diye tanımlanabilecek; ama özellikle mülteciler meselesinde kendini gösteren, birçok konuda kendisini gösteren, Kürt sorununda kendisini gösteren, Ermeni sorununda kendisini gösteren bir akım var. Gençler içerisinde de belli bir etkisi var bu akımın. Bu akım meselâ din konusuna da mesâfeli yaklaşıyor. Daha çok sekülerliği öne çıkartıyor. Birtakım yeni yeni duruşlar şekilleniyor, onu söylemeye çalışıyorum. Burada ilginç olan, çağın gereklerine göre Türkiye’nin Cumhuriyet deneyimiyle bir şekilde yüzleşmesi, hesaplaşması. Bu anlamda Kemal Kılıçdaroğlu’nun helâlleşme adımlarının çok önemli olduğu kanısındayım. Ama tek başına Kılıçdaroğlu’nun kişisel olarak yaptığı şeyler olursa belli bir yerden sonra pek bir işe yaramaz. Ama Cumhuriyet’i kuran partinin bugünkü liderinin helâlleşmesinin kapsamının, Cumhuriyet’in tüm dönemlerini, ilk yıllarını da kapsayacak şekilde olması durumunda, Türkiye’de birçok şey değişebilir. Yani Atatürkçülüğün yeni hâli ne olur bilmiyorum; ama Atatürk’ün günümüzde bütün yaşadıklarının olabildiğince objektif bir şekilde değerlendirilmesiyle ele alınması gerekiyor. Bu anlamda helâlleşme meselesinin sınırları nedir? Eğer kırmızı çizgiler çizerlerse buradan çok fazla bir şey çıkmaz. Ama bu var olduğu düşünülen kırmızı çizgileri, özellikle ucu Atatürk’e, İsmet İnönü’ye gelmesi mümkün olan birtakım çizgileri en azından pembeleştirirlerse daha sağlıklı bir şeyler gelişebilir. AKP sonrası dönemde ya da bugün Kemalizmin, Atatürkçülüğün bir partiyi, bir siyâsî hareketi iktidâra taşıyabilecek ideolojiler olduğunu sanmıyorum. Ama hele Atatürk karşıtlığının hiçbir şekilde bunu yapabileceğini sanmıyorum. Bir süre bunu özellikle İslâmcılar bayağı bir tükettiler ve bir yerden sonra artık Atatürk karşıtlığı kullanılmaz bir hâle geldi. Önümüzdeki dönemde kim Atatürk ve Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla ilişkisini sağlam temellere oturtursa onun başarı şansının yüksek olduğunu düşünüyorum. Ama bir Atatürkçü hareketin, Kemalist hareketin Türkiye’de kitleleri harekete geçireceğini filan hiç düşünmüyorum. Şu var yalnız: Sağ ya da sol görünümlü yeni birtakım popülist liderler ortaya çıkarsa –ki bu pekâlâ mümkün, özellikle AKP sonrası dönemde mümkün–, diyelim ki bugün, ilk seçimde muhâlefet iktidâra geldi ve bir başarısızlık yaşadı –ki bu ihtimal bayağı ciddî bir şekilde var, yani iktidâra gelebilecek olmaları illaki başarılı olacakları anlamına gelmiyor–, AKP’nin ardından, AKP’nin ülkeye yaşattığı yıkımın ardından 6 partili ya da daha fazla partili bir muhâlefet koalisyonunun yeni bir yıkım yaşatması durumunda, Türkiye’de yeni birtakım popülizmlere, sağ ve sol, ama daha çok sağ popülizme imkân olacağını, yeni birtakım figürlerin siyâset sahnesine çıkabileceğini, yeni partilerin çıkabileceğini düşünüyorum ve bunlar da herhalde Atatürk’e bayağı bir sâhip çıkacaklardır ya da sâhip çıkıyor görüneceklerdir. 

“Ruşen Bey, yine serap görüyorsunuz herhalde. Öyle olsaydı CHP hiç kaybetmezdi. Çokpartili sisteme geçtikten sonra kaç seçim kazandı.” Yani şimdi, “İslâmcılar Atatürk’e yenildiler” tespitini böyle bir şeyle tekzip etmeye çalışmak çok gerçekçi değil. Zâten şunu özellikle söylüyorum: Cumhuriyet eleştirisi, Atatürk eleştirisi bir dönem bayağı kullanışlıydı ve Refah Partisi’nin, daha önce Millî Selâmet Partisi’nin, hattâ birtakım tam böyle açık Atatürk karşıtlığı yapmasalar da tek parti eleştirisi üzerinden giden sağ partilerin ve bugün de Adalet ve Kalkınma Partisi’nin iktidâra gelmelerinde bayağı bir rol oynadı. Ama artık tükendi gitti. AKP deneyimi bunun çok büyük bir illüzyon olduğunu gösterdi. Yani Atatürk eleştirisi temelinde giden, bu Atatürk eleştirisini de “Cumhuriyet dindarlara zulmetti” perspektifiyle sınırlı tutan bir akımın Türkiye’de gidebileceği çok fazla bir yer olmadığını gösterdi. Bu hareketlerin karşısının, İslâmî hareketlerin, İslâmî partilerin alternatifinin CHP olduğunu da sanmıyorum. Şu hâliyle bakıldığı zaman zâten AKP-MHP ittifâkına karşı 6 partili bir ittifak söz konusu ve bu 6 partili ittifak da HDP’nin desteği olmadan cumhurbaşkanı adayını bile seçtiremeyecek durumda. Dolayısıyla bu olay sâdece bir AKP-CHP meselesine indirgenebilecek bir olay değil.

Medyascope’ta Nuray Mert’in söylediği bir şey var: ‘Atatürkçülük, Atatürk sevgisi, Kemalizm ne derseniz deyin, en güçlü sivil hareket’ demişti. Buna katılır mısınız?” Buna kısmen katılırım; ama Atatürkçülüğün bir sivil hareket olarak güçlü olduğunu düşünmüyorum. Ama sivil toplumda Atatürk sevgisinin, Atatürk’ü referans almanın çok güçlü olduğunu kesinlikle düşünüyorum ve bunun aynı zamanda Türkiye’de İslâmî hareketin başarısızlığıyla doğrudan orantılı olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir dönem Türkiye’de İslâmî hareket gerçekten bayağı toplumsal bir hareketlilik yaratabildi. Ama iktidâra geldikten sonra, bütün o muhâlif özelliklerini kaybettikten sonra, hızlı bir fiyasko yaşamaya başladı. Dolayısıyla İslâmcılığın boşalttığı bir alan söz konusu. Sol bir türlü toparlanamıyor Türkiye’de. Özellikle sosyalist solu kastediyorum. Ama tabiî bir istisna var, o da Kürt hareketi. O başka tür bir hareket. Dolayısıyla Türkiye’de sivil topluma baktığımız zaman, insanları bir araya getiren şeylerde hangi semboller var diye bakıldığı zaman, Atatürk’ün toplumun bâzı kesimlerini heyecanlandıran bir sembol olarak varlığını devam ettirdiğini kabul etmek lâzım. Ama Atatürkçülük konusunda aynı şeyi düşünemiyorum. 

İbrahim Düz demiş ki: “Liyâkat, hak, hukuk olmadan hiç kimse başarılı olamayacaktır”. Evet, bu doğru; ama tek başına liyâkat diyerek de hiçbir şey hallolmuyor, bir vizyona sâhip olmak gerekiyor. Yani işlerini bilen birilerini bir araya getirip ülkeyi yönetmeye kalkabilirsiniz; ama ülkeyi yönetirken bir hedefinizin olması lâzım. Ne yapmak istiyorsunuz? Bu ülkeyi nereden nereye götürmek istiyorsunuz? Bu anlamda çok ciddî bir tıkanıklık yaşıyor tüm siyâsî partiler ve bu anlamda Atatürk’ü hâlâ referans almak o anlamda güçlü bir şekilde karşımıza çıkıyor. Yani şimdi Meral Akşener’in ya da Kemal Kılıçdaroğlu’nun söylemlerinden Atatürk boyutunu çıkartın, geriye çok fazla bir şey kalmıyor. 

“Atatürk’ün neden kadınları ve gençleri ön planda tuttuğunu daha iyi anlıyorum. Ülkelerin kaderini belirlemede kadınlar ve gençler başı çekiyor. İran’da, ABD seçimlerinde özgürlük ve demokrasiye inanç”. Dolayısıyla şuna bakmak lâzım, kadınlar ve gençleri kim mobilize ediyor ülkede? 80’li yılların ortalarından îtibâren kadınları ve gençleri siyâsete sokma konusunda İslâmcılık çok iddialıydı — özellikle Refah Partisi. O yaşadığı yerel seçim ve genel seçim başarılarını büyük ölçüde kadınlara ve gençlere borçluydu. Biz hep genellikle yaşlı erkekleri gördük ya da orta yaşlı erkekleri gördük; ama o partilerin, Refah’ın, daha sonra Fazilet’in ve en sonunda da AKP’nin dinamosu kadınlar ve gençlerdi. O yılları genç bir gazeteci olarak çok yakından tâkip ettim, biliyorum. Çok büyük fedakârlıkla çalışıyorlardı ve çok ince bir işçilikle örgütlüyorlardı kadınları ve gençleri. Özellikle Anadolu’da yaşlı kadınları örgütleyebilen bir hareketti. Ama şimdi bunlara en fazla birtakım imkânlar sağlayarak ulaşabiliyorlar. Yani o târihlerde, 80 ortaları, 90 başlarından îtibâren kadınlar, gençler o hareketlere bir şeyler veriyorlardı, bir şeyler katıyorlardı. Şimdi ancak o hareketler kendilerine bir şey verirse ilgi gösteriyorlar. Örneğin geçen gittim, “Türkiye’nin Yüzyılı” toplantısında AKP’li gençler vardı. Eminim onlar birtakım araçlarla, imkânlar sağlanarak oraya getirildi. Ama normalde, eski zamanlarda kendi ceplerinden paralarıyla giderlerdi. Kimse kendilerine kumanya filan vermezdi. Her şeyi kendileri harcardı. Şimdi tam tersine o parti –iktidar imkânlarıyla tabiî– onlara her türlü şeyi sunuyor; yeter ki katılsınlar, yeter ki kendileri için slogan atsınlar. Eskiden böyle bir şey olmuyordu. Hiçbir şey beklemeden girerlerdi. Şimdi İslâmcılık bu devri kapatmış durumda. Gençlerle kadınların daha fazla yöneldiği bir Atatürkçü hareket söz konusu değil; ama Atatürk’ün kendisi için birtakım şeylerden pekâlâ ferâgat edebiliyorlar ve bugün siyâseten kimin daha güçlü olduğunu anlamak için gençlerin ve kadınların –izleyicimizin söylediği gibi– hangi siyâsi harekete daha fazla ilgi gösterdiklerine bakmamız lâzım. Şu âna kadarki kamuoyu yoklamalarında, bu konuda farklı rakamlar var; ama benim gördüğüm, özellikle ilk kez oy kullanacak seçmenler, yani genç seçmenler için yapılan araştırmalarda AKP birinci parti çıkamıyor. Benim gördüklerimde en azından öyle. Genellikle CHP çıkıyor. CHP’nin çıkmasında Atatürk faktörünün de etkili olduğunu düşünüyorum; ama aynı zamanda bir diğer husus da muhâlefetin en büyük partisi olması. Çünkü gençler var olan iktidardan memnun değiller. Bu ülkedeki gençlerin büyük bir kısmı, ellerinde imkân olsa ülkeyi terk etmeyi düşünüyorlar. Siyâsî iktidar onların bu ülkeyle olan bağlarını çok ciddî bir şekilde aşındırıyor. İşte, kim gençlerin tekrar bu ülkeye bağlarını güçlendirirse o başarılı olur ve bu anlamda da Atatürk bu siyâsî hareketler için çok elverişli bir referans olabilir. 

“İslâmcılar’ın Atatürk’le ne kadar helâlleşmesi gerekiyorsa, bir o kadar da Atatürkçüler’in Kürtler’le helâlleşmesi gerekiyor”. Evet, birbirleriyle helâlleşmesi gereken çok kesimler var, burası muhakkak. Ama burada önemli olan, bu helâlleşme perspektifinin bir hınç gösterisi olmaktan çıkıp gerçekten birlikte ülkeyi ileriye taşıma perspektifine sâhip olup olmaması olarak görmek lâzım. Yoksa, “Esas sen helâlleşmelisin” diye bir yarışa, kavgaya tutuşulursa, buradan Türkiye çok fazla bir şey kazanamaz. 

“AKP sonrası partilerin özellikle sosyal ve kültür politikaları için hâlâ bahâne ya da referans kaynağı olmaya devam edebilir mi Atatürk?” diyor. Artık o devir kapandı. Yani işte “Tek parti döneminde şunu yaptılar, şunu ettiler” vs., bu defter büyük ölçüde kapandı. Laiklik eleştirisi defteri de büyük ölçüde kapandı. O da çok ilginç bir şekilde, laiklik kavramının artık eskisi kadar kullanılmaması, yerine sekülerliğin kullanılmasıyla oluyor. Şu anda toplumun büyük bir kesimi sekülerlikte uzlaşmış gibi gözüküyor. Bunların içerisinde dindarların sayısı her geçen gün daha fazla artıyor. Yani bunun, “Laiklik din düşmanlığıdır” önermesinin artık eskisi kadar geçerli olmadığı ortada. Ama tabiî ki bunun daha kalıcı olabilmesi için laikliğin özgürlükçü bir perspektifte yeniden değerlendirilmesi ve yeniden okunması ve uygulanması gerekiyor. Yani öteki dayatmacı perspektifle laiklik adına yapılacak olan birtakım uygulamalar yine bu tür referansları gündeme getirebilir. Ama benim gördüğüm kadarıyla Türkiye’de İslâmî hareketlerin birçok iddiasının temelleri yerle bir oldu. Yani bir kere her şey bir yana, “Biz gelirsek…” diye başlayan cümleleri kurmalarının imkânı yok. Meselâ Erdoğan öyle şeyler anlatıyor ki, sanki iktidâra hiç gelmemiş gibi. Halbuki 20 yıldır ülkeyi tek başına yöneten birisi. Söylediği şeylerin büyük bir kısmını Türkiye yıllardır yaşıyor ve bunların hiçbirisini çözemediği gibi, tam tersine birçoğunun derinleşmesine neden oldu ve artık bahânesi de kalmadı. Bir ara, biliyorsunuz, “Elim kolum bağlı” diyordu. Başkanlık Sistemi’ni buna alternatif olarak önerdi. Türkiye’yi “uçurmayı” vaat etti ve Türkiye özellikle Başkanlık Sistemi’ne geçtikten sonra tam olarak en sert şekilde yere çakıldı. Dolayısıyla artık söylenebilecek çok fazla bir şeyleri kalmadı diye düşünüyorum.

Elif Korhan diyor ki: “Eskiden kendime Atatürkçü demezdim, severdim ve değer verirdim; ama eleştirilebilir derdim. AKP bizi döve döve Kemalist yaptı”. Evet, böyle düşünen çok kişi var galiba. Ama bunun da, yani bilmiyorum, herkesin ayrı öyküsü var tabiî. Herkes ayrı şeyler yaşıyor. Sonuçta aynı şeyleri yaşıyor gibiyiz; ama herkesin öyküsü farklı. Atatürkçü olmak zorunluluğu diye bir şey bence yok. Tabiî ki hiçbir şey zorunda değiliz. Herkes kendi bildiği gibi yaşamakta özgür; ama AKP’ye tepki olarak insanların Atatürk’e daha fazla ilgi duyduğu kesinlikle bir gerçek. Hattâ şunu da söyleyebilirim — çok tanıdığım var öyle: AKP’nin içerisinden, İslâmî hareketin içerisinden gelip AKP iktidârı nedeniyle –ya da yüzünden ya da sâyesinde, hangisini tercih ederseniz– Atatürk’ü keşfetmiş çok insan biliyorum. Kendini Atatürksever olarak gören ya da bu izleyicimizin dediği gibi Atatürkçü olarak tanımlayan insanlar da görüyorum. Bu çok ilginç bir olay. Yani bu bir tür târihin ters yüz edilmesi gibi bir şey oldu. Atatürk’ü ihyâ etmek diyelim, ihyâ etmek de Atatürk’ten en fazla nefret edenler sâyesinde mümkün oldu. Böyle ilginç bir durum yaşıyoruz. Daha da yaşayacağa benziyoruz, öyle tahmin ediyorum. 

“Muhâfazakâr âilelerden gelen başörtülü kadınlar, gençler, geçmişte olduğu gibi âilelerin etkisinde değiller. Kadın eylemlerinde, anketlerde, röportajlarda görüyoruz. Sizce bu değişimin nedeni nedir?” Çok nedeni var. Bunu değişik vesîlelerle çok söyledim. Ama bir kere şunu gördüler: Teoriyle pratiğin uyumsuzluğunu gördüler. Bu, zamânında sol hareketlerin başına gelen, sosyalist sistemde yaşananlar gibi. Vaat edilenlerle yaşananlar arasında çok büyük bir fark var. Şimdi, muhâlefetteyken İslâmî hareketin çok püriten bir perspektifi vardır; ahlâk temelli, erdem temelli, adâlet temelli bir perspektifle hareket eder ve bütün eleştirilerini bunun üzerine kurar. Ama iktidâra geldikten sonra da ilk olarak bunlardan arınır. Yani, “Bunlar yemezler” denilen kişiler, daha sonra, “Yiyorlar, ama çalışıyorlar”a terfî ettiler. Şimdi gelinen noktada, “Hem yiyorlar, üstelik çalışmıyorlar” noktasına geldi. Şimdi özellikle gençler bu çelişkileri çok iyi görüyorlar. Âilelerinde yaşanan dönüşümü çok iyi görüyorlar ve âilelerinin nasıl statükocu olduğunu görüyorlar. Çünkü bir iktidar var, o iktidârın nîmetlerini kaybetmek istemedikleri için yaşanan birçok olumsuzluğu, kötülüğü âileleri meşrûlaştırmaya çalışıyor ya da üstünü örtmeye çalışıyor. Bu gençler de –hepsi değil tabiî, ama gençlerin hepsinin olmasa bile önemli bir kesiminin hep böyle bir eleştirel yönü vardır iktidarlara karşı–, onlar bu sorgulamayı âileleri üzerinden de yapıyor ve bunun sonucunda bâzı gençler dinden de uzaklaşmaya başlıyor. Yani dinsiz olacakları anlamına gelmiyor bu. Kimi zaman o mâlûm “deizm” söz konusu olabiliyor; ama en önemlisi, ilgisizlik, kayıtsızlık, mesâfe oluyor âilelerine tepkiyle berâber. Âilelerine tepkinin de en büyük nedeni, âilelerinin iktidarla özdeş olması. Bu illâki âilelerin çok refah içerisinde olduğu anlamına gelmiyor. Çok sayıda alt gelir grubundan olup, aslında bütün ekonomik sıkıntılardan çok ciddî bir şekilde muzdarip olup, yine de iktidâra toz kondurmamaya çalışan anne-babalar var. Hele bunların çocukları daha da fazla öfkeli olabiliyorlar. 

Evet, yavaş yavaş toparlayalım. 

Doğan Özkan demiş ki: “Müslümanlık da Kemalizm de maalesef hayâta geçirilmeyen ideolojiler. İkisi de kapsayıcı olabilecekken dışlayıcı ideolojilere dönüşüyor”. İslâm’ın kendisini bir ideoloji olarak görmek, yani siyâsî ideoloji olarak görmek çok doğru mu emin değilim. Ama İslâmcılık öyle. Yani tabiî ki dinlerin ideolojik bir yönü var. Ama siyâsî ideoloji olarak İslâmcılık öyle. Her Müslüman İslâmcı değil; ama her İslâmcı bir şekilde Müslüman olmak durumunda. İşte burada aynı şekilde, her Atatürk’ü seven, Atatürk’ü önemseyenin de Kemalist olması gerekmediği gibi. Buralarda bir ayrışma olması toplumların yararına olabiliyor. Yani şöyle söyleyelim: Atatürk’ü bir şekilde takdir eden herkesin, seven herkesin, Atatürk adına yapılan her harekete sâhip çıkması gerekmiyor. Atatürk’ü kendilerine kalkan edip birtakım yanlış şeyler yapan kişiler oldu, oluyor ve olacak. Ama bunun faturasını bütün Atatürk’ü önemseyen, seven kişilere kesmek doğru değil. Aynı şekilde, İslâmcılar’ın yaptığı yanlışların, kötülüklerin faturasını da her türlü dindara kesmek aynı şekilde doğru değil. Yani o siyâsî ideolojilerle o şeyi ayırabilmek lâzım. Meselâ Atatürk figürünü bir şekilde ayırabilmek ya da İslâm dinini İslâmcılık’tan bir şekilde ayırabilmek lâzım. Çok kolay şeyler değil bunlar muhakkak; ama her İslâmcı’nın yaptığını –ki bu çok yaygın bir eğilim– İslâm’a yazmak çok da doğru bir şey değil. Ama şurası da bir gerçek ki Türkiye’de ve başka yerlerde de İslâmcılar’ın yapıp ettikleri, insanların dinden soğumasına da dine uzak kalmasına, hattâ din karşıtı olmasına da yol açabiliyor. Meselâ Türkiye’de AKP yüzünden dine karşı mesâfeli insanların sayısı bayağı bir artabiliyor. Sonuçta o insanlara, “Ya, AKP demek İslâm demek değildir” diye söylemenin pek bir işe yarayacağını da sanmıyorum. 

“Atatürk kendi kimliğinden de bağımsızlaşıp naif, çağdaş ve iyi olanın çatısı hâline geldi. Atatürkçü olmadan Atatürk’ü sevmek bu yüzden. Hak ettiği gibi bir ütopyanın özlemine dönüştü.” Evet, Murat Daltaban’ın yorumu bu. 

Son olarak bir tâne daha okuyalım: 

“Sağ seçmen bu ülkede her zaman yenilikçi olmuştur. Bence siz esas o eleştiriyi kendi cenâhınıza yapın. Sümerler’den beri CHP’ye oy veriyor o kesim. Niye acaba?” Şimdi bu izleyicimizin adı yok, “bing bing bing” diye bir isim var. Damarıma basmış; ama Türkiye’de sağ kesimi yenilikçi olarak tanımlamak için bayağı bir, deminki şeyde olduğu gibi, naif olmak lâzım. Hiç de öyle değil. Türkiye’de yenilikçiliğin kaynağının sağ olduğunu sanmıyorum. Tabiî ki bu, solun her söylediği doğrudur, her söylediği yenilikçidir anlamına gelmiyor; ama sağcıların bu ülkenin sâhibiymiş görünmelerinden solcu olarak artık illallah demiş durumdayım. Sol da CHP demek değil. Onu da özellikle vurgulamak lâzım. Sol aynı şekilde Atatürk demek de değil. Bunların hepsi bir şekilde var olabilir; ama çok daha farklı bir olay söz konusu. Ama eleştirilecek esas şey, Türkiye’ye özellikle çokpartili hayâta geçişten îtibâren damga vurmuş olan sağ siyâsettir. Buradan şu anlam çıkmasın: Tekpartili dönem iyiydi anlamında söylemiyorum. Türkiye’de rekabetçi bir siyâsî ortam çokpartili hayatla birlikte başladı ve o târihten bu yana ülkeyi, yani zaman dilimlerine ayırırsak, esas olarak sağcılar yönetti. Darbeyle ülkeye el koyanlar da –12 Eylül’de olduğu gibi– onlar da sağ politikaları benimsediler. Tabiî ki onlar da meselâ Atatürk’ü kendilerine kalkan yaptılar başkaları gibi.

Evet, sonuçta İslâmcılık, Atatürk’e karşı bir rövanş diye çıktığı yolda, Atatürk’e saygısını belirtmek zorunda kalan bir harekete dönüştü. Sonuçta tekrar söyleyecek olursak, İslâmcılar Atatürkçüler’i yendiler belki; ama Atatürk’e yenildiler. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de siyâsal İslâmî hareketlerin tekrar güçlü bir alternatif olabileceği kanısında değilim. Ama aynı şekilde Atatürkçülüğün de bir siyâsî hareket olarak çok belirleyici olduğu kanısında değilim. Fakat Atatürk hep bir şekilde herkesin, siyâsî alanda bu ülkeyi yönetme iddiasıyla ortaya çıkan herkesin bir şekilde pozitif olarak referans alması gereken bir sembol olarak varlığını sürdüreceğe benziyor. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.