Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ali Hakan Altınay yazdı: Fazla alışveriş, eksik muhabbet

Cezaevinde olmanın öngöremediğim çok sayıda yönünden bir tanesi görüşümüze başvurulma sıklığı. Vahim bir suçlamayla ağır cezalar almış kişilerin cüzzamlı muamelesi görmesi beklenirken bizlere otorite muamelesi yapılması Türkiye’deki yargının hükümlerine olan derin (!) güven ve saygı nedeniyle olsa gerek. Bize verilen cezanın gerçeküstülüğü özellikle yurtdışındaki gözlemciler için iyiden iyiye bir merak kaynağı. Benden bir yazı isteyen ünlü bir uluslararası dergi için dünyanın durumuna dair We have too many transactions and not enough conversations (fazla alışveriş, eksik muhabbet) yazdığımda, dergideki muhataplar bu cümleyi fazla soyut buldu. Ben ise bunun hala önemli bir mesele olduğu kanısındayım ve bu sizin de ilginizi çekerse bu hafta bu açmazı biraz irdelemeyi öneriyorum.

Transaction” sözünü alışveriş ya da finans söz konusu olduğunda “işlem” olarak tercüme etmek adetten. Alışveriş bizim için hala bakkal, manav, kasap çağrıştırdığı ya da içerdiği için sosyal ve mahalli bir eylem. Transaction ise olabildiğince soğuk ve bağlamsız bir alışverişi tarif ediyor. İnsanlık tarihi boyunca alışveriş vardı ama bu alışveriş güçlü bir toplumsal ve normatif arka plan içerisinde gerçekleşiyordu. Son 30 yılda ise alışverişin miktarı da çapı da geometrik olarak arttı ama bizim normatif bağlamımız aynı ölçüde genişlemedi. O anlamda fazla alışverişimiz var ama alışverişlerimizle orantılı muhabbet pratiğimiz yok. Ekonomi topluma hizmet edecekken, toplumun ekonominin gereklerine göre düzenlenmesinin gerektiği varsayımı yerleşmeye başladı. Muhabbet derken kelimenin iki anlamından da faydalanmak niyetindeyim: Muhabbet Türkçe’de “sohbet” anlamına gelirken, Arapça kökeninde “sevgi, dostluk” anlamı var. “Laf lafı, laf kalbi açar” deyimine bu geniş spektrumlu anlamın ifadesi muamelesi yapabiliriz şimdilik.

Viktor Emil Frankl (1905-1997)

Muasır medeniyet meselesini değerlendirirken, Fransız filozof Rene Descartes ile başlayan ve Amerikalı ekonomist Milton Friedman ile zirve yapan hattı tarif edip, bu hattın temelindeki atomize, rasyonel, çıkarcı bireyi konuşmuştuk. Bu modelde hayatı, insanı anlamak, anlatmak için sevgi gibi bir değişkene ihtiyaç yok ama yine biliyoruz ki bu büyülü, bereketli kavram o kadar çok yerde karşımıza çıkıyor ki ona dikkat kesilmemek affedilmez bir ihmal olur. Mesela Nazi toplama kamplarında uzun zaman yaşamış ve hayatta kalmış az sayıda kişiden birisi olan Viktor Frankl. “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında, Frankl insanın kurtuluşunun sevgide olduğunu söyler ve ekler: “Dünyada iki insan ırkı olduğu sonucuna varabiliriz. Düzgün insanların oluşturduğu ırk ve ahlaksızlar ırkı. Hiçbir grup tamamen düzgün ya da tamamen ahlaksız insanlardan oluşmuyor.” Umarım Frankl’ın tespitleri, tezleri sizleri de benim kadar şaşırtıyordur. İnsanlık tarihimizdeki en büyük barbarlıklardan, en büyük suçlardan birisi olan soykırıma şahit olmuş, maruz kalmış birisi bize sevgiden bahsediyor ve Naziler arasında da düzgün insanlar olduğuna şahitlik ediyor. Frankl, Yunus Emre’yi biliyor muydu bilmiyorum ama kendisinden 800 yıl önce yaşamış bir bilgenin “Biz davaya değil sevdaya geldik” dediğini öğrenmekten memnuniyet duyacağını tahmin etmek zor değil. Benzer şekilde Amerikan tarihinin en dönüştürücü başkanı Abraham Lincoln’ün “Şu adamı sevmiyorum. Onu daha yakından tanımam lazım” düsturuna sahip olmasını da Frankl’ın onaylayacağını tahmin etmek zor değil. Bugün yaşadığımız dünyayı anlamlandırmak için kullanılan anlatılarda pek bir yeri olmuyor ama yukarıdaki örneklerde göz alıcı bir kayan yıldız tadında beliren sevgi meselesini biraz daha düşünmek fena olmayabilir.

Eğer New York, Boston, Şikago gibi büyük şehirler dışında Amerika’da karayoluyla seyahat etmiş olanlar var ise yollardaki arabalarda sık sık “God is Love” (Tanrı Sevgidir) çıkartmasını görmüşlerdir. Gördüğümüzde kaale almadığımız ya da naif bir temenni muamelesi yaptığımız önermede ilginç ipuçları olabilir. Elimizdeki en eski İnciller 2000 yıl önce Doğu Akdeniz’in beynelmilel lisanı olan eski Yunanca’yla yazılmış. Bu metinlerde sevgi için “agape” kullanılıyor. Bugün sevgiden anladığımız şey için eski Yunanca’da en az iki ayrı kelime daha var: “eros” ve “filia”. İlki tahmin edebileceğiniz gibi cinsel yöne işaret ediyor; ikincisinde ise tarafgir bir tercih var. Fenerbahçe’ye filia besliyor iseniz, bu Galatasaray pahasına oluyor. Agape’de ise ne cinsellik var ne de tarafgirlik… Dolayısıyla agape sevgi olarak çevrilse de aslında esas bahsedilen iyi niyet galiba. Bu tespitin sağlamasını besmelenin içeriğine bakarak yapmak isteyebiliriz. Müslümanlar, malum, Allah’a dair en sık kullandıkları ifadede onu “rahman ve rahim” olarak tarif ederler. Kullanma sıklığına göre Allah’ın en önemli niteliği esirgeyen, bağışlayan olması, şefkatin ve iyi niyetin timsali olması. Bu durumda sorumuzu yeniden kuralım: İnsanlığın en çirkin yüzüne şahitlik eden Viktor Frankl niçin sevgiden bahseder ve milyonlarca mümin inandıkları dinlerde iyi niyete niçin bu kadar merkezi önem atfeder?

Birkaç yıl öncesine kadar Türkiye’de ve dünyada çok okunan Yuval Noah Harari’nin “Sapiens” kitabı basit ama çarpıcı bir tez öne sürdü: İnsanlar iyi rekabet ettiği için değil iyi işbirliği yaptığı için dünyanın egemen türü. En hızlı koşan, en yükseğe tırmanan, en uzağı gören tür insan değil ama en büyük ölçekte ve en çok farklı şekilde işbirliği yapabilen tür insan. Harari’nin gözümüzün önüne getirmemizi istediği düşünce egzersizinde bir adaya bir insan ve bir maymun konuyor. Yandaki adaya ise 1000 insan ve 1000 maymun konuyor. Harari’nin tahmini bir ay sonra bu adaları ziyaret ettiğimizde ilk adada mutsuz bir insan ve mutlu bir maymun bulacağımız ama ikinci adada organize olmuş 1000 insan ve kafeslere konmuş 1000 maymun bulacağımız. Eğer insanın üstünlüğü gerçekten işbirliği kapasitesi ise ve her toplumsal örüntü gibi işbirliği çerçevemiz de zaman içinde yıpranacak, bir tür entropi artışına maruz kalacaksa, onu onaracak, toplumsal bağları sağaltacak mekanizmalara, müdahalelere ihtiyacımız olacak. İyi niyetin, sevginin öncellenmesinde bu ihtiyacın çok belirleyici olduğu kanısındayım. Sevgi tabii ki sadece toplumsal işlevinden ibaret değil ve ontolojik bir hakikatin de tezahürü ama onu bu yazı çerçevesi için şimdilik paranteze alalım. Descartes-Friedman hattı yadsısa da çoğumuz iyi niyetin, sevginin önemini bildiğimiz ve daha önemlisi sezdiğimiz için bu mesele papatya, gelincik, akşam sefası gibi dağınık, yaygın ama master plansız bir örüntü içinde günlük hayatımızda – çok şükür – var olmaya devam ediyor.

Geçen yazıda hayata sorumluluk borçlanarak başladığımızı ve yetişkinlikle birlikte o borcu geriye doğru değil, ileriye doğru ödemeye geçtiğimizi tespit etmiştik. Hak-sorumluluk dengesinde üstüne düşeni yapmamayı da lümpenliğin bir türü olarak tarif etmiştik. Ya, lümpenlerin bazıları hayatlarının başında gerekli sevgiyi görmeyenlerse? Ya Abraham Lincoln gibi bizim de bu onaylamadığımız, tatsız bulduğumuz tipolojiyi daha iyi tanımaya ihtiyacımız varsa? Belki bilenler vardır, Marshmellow Deneyi isimli bir bilimsel çalışma var. Bu çalışmada küçük çocuklar bir odaya alınıyor, bir masaya oturtuluyor. Masada çocukların çok sevdiği, yaygın olarak tükettiği bir şekerleme var. Çocuklara o şekerlemeyi yemeden beş dakika bekleyebilirlerse bir değil iki şekerlemesi olacağını söyleniyor. Deneyin popülerliğinin bir nedeni çocukların çok insani, çok sevimli hallerinin videolarını izleyebilmemiz. Tahmin edebileceğiniz ve edemeyeceğiniz yöntemlerle bu küçük çocuklar “şeytana uymamaya” ve beklemeye çalışıyor. Deney sonuçları Amerikan kültürünün merkezi bir inancını teyit ediyor: Beklemeyi, güdülerini yönetmeyi, hazı ertelemeyi beceren çocuklar ileriki hayatlarında diğer çocuklara göre çok daha başarılı oluyor. Sosyal bilimde ve ilahiyatta Protestan ahlakı olarak bilinen olgunun gerçekten de başarının anahtarı olduğu su götürmeyecek şekilde kanıtlanıyor. Lakin daha sonraki yıllarda yapılan yeni çalışmalar resmi biraz değiştiriyor: Bekleyen çocukların önceki deneyimlerinde yetişkinlerin onlara verdikleri sözlerini tuttuğunu, güvenilir olduğunu ama beklemeyen çocukların yetişkinlerle önceki deneyimlerinde yetişkinlerin her sözlerini tutmadığını deneyimledikleri ortaya çıkıyor.

Böyle olunca bekleyenlerin beklemesi ne kadar makul ise beklemeyenlerin beklememesi de o kadar makul ve bir kişilik zaafı işareti değil. Peki, bizim lümpenlerin bazıları çocukken koşulsuz sevgiye en çok hakları ve ihtiyaçları olduğu dönemde sevilmemiş, korunmamış, kollanmamış olmanın hırçınlığı ile hareket ediyorlarsa, ne yapacağız? Kim bilir, gazabından, hiddetinden haklı olarak çok şikayet ettiğimiz bazı muktedirler en kırılgan dönemlerinde alamadıklarını sevginin, onayın, güvenin sonucu bu insanlık dışı noktaya gelmiştir. Kim bilir, orantısız şiddete orantısız zeka ya da mizahla değil orantılı şefkat ile cevap vermek daha iyi, daha erdemli bir yoldur.

Mesele daha da çetrefilleşmeden toparlanmakta yarar var. Varsın ben The Economist’e muhabbetin önemini anlatmayı başaramamış olayım. “Gelin tanış olalım; işi kolay edelim; sevelim sevilelim; dünya kimseye kalmaz” diyen Yunus Emre ile hamuru yoğurulmuş, Şenay’ın şarkılarının izinin her yürekte olduğu bizler her hâlükârda şanslıyız. Varsın Brezilya kadar iyi futbol oynamayalım, Ay’a ya da Mars’a gidemeyelim… İnsancıl, muhabbetin değerini bilen bir toplum olmak hepsinden daha değerli bir ülkü. Muhtaç olduğumuz her şey içimizde, yanımızda, etrafımızda.

Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.