Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Ormanda bir yol ayrımı…

Ormanda bir yol ayrımındayız, iki yol arasından yapacağımız tercih sadece bizim değil, çocuklarımızın da geleceğini belirleyecek. Yol ayrımı, son günlerde kafamızı hayli meşgul eden “Muhalefet kimi aday göstersin?” sorusuyla ilişkili değil. Her ne kadar önce seçimi kazanmak gerekse ve kimin aday olacağı bu olasılığı doğrudan etkileyecek olsa da esas mesele Haziran 2023 sonrasında her hâlükârda yeni bir toplumsal sözleşmenin yürürlüğe girecek olması. 

Eğer, seçimi Cumhur İttifakı kazanırsa, şu anda yürürlükte olan cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi en azından oy kullananların yarısından bir fazlası tarafından onaylanmış olacak. Bu durumda da önümüzdeki dönemde daha da yerleşmesini ve kurumsallaşmasını bekleyebiliriz. Vatandaşların iradelerinin bir şekilde seçtikleri tek kişiye devrettikleri, o kişinin eylemlerinin sadece seçimden seçime denetlenebildiği bu sistemde zaten amaç daha hızlı karar alabilmek. Meclis’in ve aracı kurumlar olarak tanımladığımız Anayasa Mahkemesi ve diğer özerk kurumların yavaşlatıcı denetiminden azade bu yönetim biçiminde vatandaşların beklentilerini yerine getirmek de seçilmiş cumhurbaşkanının meselesi ve sorumluluğu. Bu yönetim biçimine çok da yabancı değiliz, apartman yönetiminden dernek başkanlığına kadar bu tür bir anlayışın hâkim olduğunu kolaylıkla görebiliriz. Hatta, ufağından büyüğüne, sağcısından solcusuna bütün belediye başkanları da “cep boy” başkanlar sayılırlar. Belediye başkanları arasında daha fazla yetki isteyeni hep gördük de sahip olduğu gücü diğerleriyle paylaşmak eğilimine pek de rastlamadık. Eh, o yüzden de Türkiye’de irice bir belediyenin başkanı olmanın siyasette ikbal yollarını açması şaşırtıcı değil, bu başkanların yönetim tarzları, halihazırdaki hükümet sistemimize tam uymakta.

Ormandaki ikinci ve henüz yürünmemiş yol ise muhalefetin adayının seçimi kazanmasıyla mümkün olacak. Bu yolu bize açanların cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminden şikayetçi olduklarını biliyoruz. En büyük şikâyet de başta ekonomi ve sağlık olmak üzere bu sistemin hızlı karar alabilmek için gücü tek elde toplamasının yarardan çok zarar getirmesi. Başkanlık sistemlerini özellikle kriz durumlarında daha hızlı davrandığı biliniyor, istişareye ihtiyaç duymayan neredeyse teknokratik bu yönetimler gerek duyulan radikal tedbirleri kolaylıkla alıyorlar. Ancak hızlı davranmanın doğru kararlar anlamına gelmediği kesin, sıradan bir başkanlık yönetiminin hızla aldığı kararın doğru olma olasılığı, yazı tura atışında tura gelmesi olasılığı kadar. Bununla birlikte denetlenmeyen ve toplumsal uzlaşmayı sadece sandıkta arayan cumhurbaşkanının ülkeyi tek başına yönetmesinin gittikçe otoriterleşmeye yol açtığı da muhalefetin önemli bir iddiası. 

Detaylarına ve daha önemlisi sürecin nasıl yürütüleceğine dair fikrimiz sınırlı olsa da olası bir muhalefet zaferinde ismi şimdilik “güçlendirilmiş parlamenter sistem” olan yeni bir düzenin kurulacağını biliyoruz, bu sistemde yürütme gücü cumhurbaşkanından alınıp yeniden ihdas edilecek başbakana verilecek, başbakan da şu ana gördüklerimizden hem daha güçsüz olacak hem de Meclis’in kontrol ve denetimine daha fazla tabi olacak. Siyasetten ve siyasetçilerden tiksinmesiyle bilinen 12 Eylül cuntasının tasarladığı anayasa, başbakanı “eşitler arası birinci” rolünden çıkarmakla kalmamış, devletin başına da elinde hayli sopa bulunan cumhurbaşkanını getirmişti. Başbakan ülkeyi yönetmek için Meclis ile didişirken, cumhurbaşkanı da ülkenin raydan çıkarılmaması için dizginleri elinde tutuyordu, 1982 Anayasası’nın bu “gardiyan” sisteminin nasıl çalışamadığını gördük, hükümete ya da parlamentoya muhalif bir cumhurbaşkanı bayağı can sıkıcı olabiliyordu. Özal’ın Demirel hükümetiyle, Demirel’in bir dizi başbakanla ve en önemlisi Sezer’in kendisinin seçilmesine vesile olmuş Ecevit ile nasıl geçinemediğini gördük, zaten AK Parti de Çankaya’da bir noteri tercih ettiğinden, 2007 siyasal krizini yaşamış olduk. İşte, son günlerde açıklanan anayasa değişiklik önerisini tasarlayanların iddiası da cumhurbaşkanını temsili bir görev haline yeniden getirmek ve gücü Meclis ile paylaşması için başbakana vermek. Önerilen yeni düzende cumhurbaşkanının gücünün hayli kısılacağı kolaylıkla görülebiliyor da başbakan-Meclis güç dengesinin nasıl olacağını çok net anlayamıyoruz. Aslında okuduğumuz teklif de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve dönemi bittikten sonra siyasetten emekli olması gibi bir öneriyi içerdiğinden, sistemde her an patlayabilecek bir mayının olduğunu şimdiden söyleyebiliriz, hatta sırf bu yüzden önerilen sistemi “yarı başkanlık” olarak adlandıranlar var.

Muhalefetin seçim zaferi sonucunda önerilen taslak yürürlüğe girerse, biz vatandaşlar olarak yönetme irademizi seçtiğimiz vekillere devretmiş oluyoruz, onlar da Meclis’te bir şekilde bir hükümet oluşturup ülkeyi yönetecekler. Aslında ülkemizde parti içi demokrasinin olmadığı, partilerin eli maşalı bir lider ve ekibi tarafından kontrol edildiği göz önünde tutulursa, irademizi kime devrettiğimiz de tartışılır. Genel seçimlerde oy verdiğimiz milletvekili adayları da partilerin liderlik kadrosu tarafından belirlendiğinden aslında irademizi devrettiğimiz kişi milletvekilleri değil, onların kim olacağına karar veren lider ve ekibi. Partilerin seçim kazandırma makinelerine dönüştüğü çağımızda da seçimler fikirler değil, liderler arasında hayli magazinel bir at yarışı. Liderlerin nasıl seçildiği başlı başına bir muamma, partide kongre yoluyla genel başkanın değiştiğine pek fazla şahit olmadık, bir kere lider olan başına bir şey gelene kadar partinin başında kalmaya devam ediyor. Dolayısıyla ikinci yol da bizi vatandaşın sözünün son söz olduğu bir geleceğe getirmiyor, bilakis vatandaşın iradesiyle ülkenin yönetimi arasındaki yol oldukça karmaşıklaşıp bir labirente dönüşme olasılığı hayli yüksek.

Vatandaş istiyor mu bilemeyiz ama bir üçüncü yol mümkün mü, düşünülebilir. Ülkemiz siyaseti eğer anaakım siyasetçiler sahiplenmezse ülke gündemine girebilecek bir tartışma başlamasına izin vermiyor. Siyasi partilerin her zaman ajanda belirleme, yani neyin ne zaman tartışılacağını belirleme işlevi bulunur ancak daha gelişmiş demokrasilerde vatandaşlar sivil toplum kuruluşları, sivil eylemler ya da medya aracılığıyla gündeme “maydanoz” olabilirler. Vatandaşın fikri acizliğinden emin olan Schumpeter gibi düşünürler ajanda belirleme işini baskı gruplarına havale etmiş olsalar da baskı gruplarının da pek hayırhah işlere vesile olmadıklarını çok farklı bağlamlarda görmüş durumdayız; ABD’de silah, sigara ve petrol lobilerinin bütün siyaseti nasıl ele geçirebildikleri ortada. Dolayısıyla, alternatif iyi fikirlerin gündeme gelebilmesi için siyasetçilerin ikna edilmesi gerekiyor ki biraz önce çizdiğim lider sultası altında birilerinin ikna edilebilmesi pek mümkün değil; zaten vatandaşların arzularını siyasetçilere aktaracak sivil toplum kuruluşlarına ya da bağımsız medyaya sahip değiliz. Sivil eylemlerin de hızla kriminalize edilip toplumun “huzurunu kaçıracak” girişimler olarak yaftalanması da kaçınılamaz. Ülkenin yarısından fazlasının hassasiyet taşıdığı İstanbul Sözleşmesi konusunda muhalif siyasetçilerin bile kulaklarının üzerine yattıklarını gördük, bu kadar güçlü bir talebi bile duymazdan gelebiliyorlar.

Dolayısıyla, her hâlükârda seçmen iradesini bir ya da daha fazla kişiye devredecek bu iki yol haricinde bir üçüncü yolu düşlemeye cesaret etsek bile bunu benimseyip bir tercih olarak önümüze sürecek bir siyasi ekip bulmamız imkânsız gibi bir şey. Daha önce şahit olduğumuz üzere iyi fikirlere sahip çıkan bazı radikal hareketler olabiliyor, bu hareketler de kamuoyunun ve medyanın ilgisini bir süreliğine de olsa çekebiliyorlar. Ancak seçim günü geldiğinde herkes bildiğinden şaşmadığından bu güzel hareketler de miniskül kalmaya devam ediyorlar, geçmişte çok ilgi çekmiş olan Yeni Demokrasi Hareketi’nin kısa ömrü bize bunu çok iyi gösteriyor, ülke gündeminde hayli yer almış bu hareket sandıkta parmakla işaret edilebilecek kadar az oy alıp tarihe karıştı. Bugünlerin çok popüler bazı siyasetçilerinin de ittifaklardan biriyle uzlaşmamaları durumunda seslerini hiç duyamayacağımız bir karanlıkta kaybolmaları mümkün.

Önümüzdeki esas sorunun seçimi kazanmak olduğunu söyleyenler çok haksız değil; en güzel, en doğru düşleri bile yerine getirmek için bir şekilde iktidarda olmak gerek. Ülkemizdeyse durum çok daha vahim, iktidarın değişmemesinin getirebileceği sakıncalar saymakla bitmez. Ancak gemi kaptanının değişmesinin biz yolcuları nasıl bir kıtaya götüreceği de önemli; kaptan kim olursa olsun, gemi dalgalara kapılmışsa ve yolculuğun sonunda varılacak yer aynıysa; neden kaptan değiştirelim ki?

Ormanda yürürken yapacağımız tercihin sonuçta aynı yere varacak iki yoldan biri arasındaki “seçme” işlemi olduğunu bilsek bile, bu kaç kişinin umurunda olacak ki? Hele ülkemizin içerisinde bulunduğu bu siyasal kutuplaşma ortamında, insanların “o gitsin de…” diyerek oy verdikleri bir seçim döneminde irademizin ülke yönetimine yansımış ya da yansımamış olması seçmen nezdinde ne kadar önemli olabilir ki? Bir üçüncü yol hayalinin seçim kazandırmayacağı neredeyse kesinken, siyasetçiler neden bildikleri oyunu terk etsinler ki? Bu ahval ve şerait altında, daha iyi bir üçüncü yol olmamasının bu seçimi değil de bir sonrakini kimin kazanacağını şimdiden belirlediğini söylemek de erken bir kahinlik denemesinden öte görülmez. Ancak siz yine de hafızanızın derkenarına bu fikri bir işleyin; sonra döner bakarsınız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.