Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (38): Her seçim demokratik midir?

Seçimlerle demokrasi arasında nasıl bir ilişki var? Türkiye’de seçimler ne kadar demokratik?

“Siyasetname”nin bu yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyaset bilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte seçimler ve demokrasi ilişkisini ele alıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar. Siyasetname’nin yeni bir bölümü ile daha karşınızdayız. Her ay olduğu gibi, siyasetbilimci, Bilim Akademisi Üyesi ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteyiz. Hocam, merhaba. Hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, herkese iyi günler diliyorum.

Edgar Şar: Biz de size diliyoruz Hocam. Bugün seçim ve demokrasi ilişkisini konuşmak istiyoruz. Aslında daha önce birçok yayında bu konuda az-çok bir şeyler söyledik. Ama bu sefer daha toparlayıcı bir şekilde bu konu üzerine eğilmek istiyoruz. Yine daha önceki yayınlarımızda “Seçimler demokrasi için yeterli bir element midir?” konusu üzerinde çok durmuştuk. Ama bugün daha çok, “Her seçim demokratik midir?” sorusu üzerinden gitmek istiyoruz. Demokratik seçimlerin alametifarikası nedir? Tabii bunu konuşmamızda, Türkiye’de son zamanlarda meydana gelen bazı olayların etkisi hiç yok değil. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na verilen hapis cezası ve onun beraberinde getirdiği bir siyasi yasak söz konusu. Henüz bu, üst mahkemelerce onanmadığı sürece, masumiyet karinesi gereği bir hükümden bahsedememekle birlikte, ortada böyle bir ceza var. Dolayısıyla bunun da olası sonuçlarını izleyeceğiz. Bu da, başta önümüzdeki seçimler olmak üzere, birçok açıdan önemli.

Ersin Kalaycıoğlu: Şunu da göz önünde bulundurmak lazım: Biz, 2015’ten beri âdil seçim yapamıyoruz. Türkiye’nin orada ciddi bir standart kaybı var. Bu, AGİT raporlarında yansıdı ve aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası karşılaştırmalarda, demokrasi olup olmadığı konusunda değerlendirmelerde de son derece önemli bir rol oynuyor. Dolayısıyla bunu da göz önünde bulundurmak lazım. Nitekim 2016’dan itibaren, söz konusu olan gelişmeler, -tabii orada FETÖ’nün menfur darbe girişimi de var. O da dâhil- Türkiye’yi, Freedom House nezdinde ‘’özgür ve demokratik olmayan bir ülke’’ hâline getirdi. Bu tür adımların böyle sonuçları var. Ama tabii ki daha geniş bir konu, o genişlik içerisinde bakabiliriz. Sadece son gelişmeler değil, Türkiye’de bunun maalesef bir 6-7 yıllık geçmişi var.

Edgar Şar: Tabii. Bu son gelişmeler, bizim konuşacağımız geniş çerçevenin belki güncel yansımalarından, tezahürlerinden sadece bir tanesi ve bizi bu konuya iten şeylerden bir tanesi. Ama konuşacak daha çok şey var. Evet, hocamın dediği gibi, çok partili hayatı görece uzun olan bir ülkede yaşıyoruz ama seçimlerimiz konusundaki grafiğin hep aynı gitmediği konusunda da bir gerçeği ortaya koyuyor. Hocam, siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye bağlamından bakınca, “Her seçim demokratik midir?” diye sorduğumuz zaman, nasıl bir tarihsel çerçeve ortaya çıkıyor?

Ersin Kalaycıoğlu: 1-2 tane temel olguyu saplamamız gerekiyor. Bir tanesi şu: Dünya; özellikle Sanayi Devriminin hızlanması ile birlikte 19. yüzyıldan itibaren küresel olarak gelişen, aynı zamanda her toplumu derinden etkileyen bir dizi gelişmenin etkisi altına girdi. Bunların sonucu olarak, birçok toplum endüstriyelleşmeye başladı. Endüstri, büyük emek birikimi gerektiriyor. Belli yerlerde temerküz etmesine, bunun toparlanmasına ve orada üretimin yoğunlaşmasına yol açıyor. Dolayısıyla endüstriyelleşme çabaları ile birlikte, hem endüstriyelleşmenin bir motoru olarak hem de onun bir sonucu olarak kentleşme büyük ölçüde arttı. Kentte büyük nüfuslar toplanmaya başladı. Onunla birlikte, kentteki her türlü süreç – iktisadi hayat, aynı zamanda siyasi hayat – kitlesel bir içerik kazandı.

Bugün dünya siyasetindeki toplumların çok büyük kısmında siyaset kitleseldir. Büyük kitlelerin içinde yer aldığı bir süreçtir. Bunun böyle olmasında, özellikle Sanayi Devrimi’nin getirmiş olduğu gelişmelerin büyük etkisi var. Ama bu etki, bu kitleselleşme, illa bu kitlesel yapının belirli bir siyasal rejim şeklinde örgütlenerek, siyasal hayatta öyle işleyeceği anlamına gelmiyor. Dolayısıyla çok büyük farklar olan kitlesel siyasal yapılar, uygulamalar, süreçler gündeme gelebiliyor. Bunlar aynı zaman diliminde bir arada mevcut olabiliyor.

Bu genel olgu, kitlesel siyasetle birlikte, gerek bireylerin teker teker, gerekse toplu halde örgütlenerek iktisadi ve siyasi hayatta ağırlıklarının artması anlamına geldi. Onun için iktisadi hayatta, örneğin üretim süreci içerisinde, zaman itibariyle, emeğin sendikalar, çeşitli dernekler kurmak suretiyle örgütlenerek sermaye ile ilişkiler içerisinde girdiğini görüyoruz. Dolayısıyla, örgüt toplumunun ve toplumsal örgütlerin, gerek iktisatta gerek siyasette sayıca arttığını, bunların öneminin ve anlamının da ciddi ölçüde değiştiğini ve çok daha etkili bir şekilde, gerek üretim süreçlerini gerek tüketimi – ki o da kitleselleşti – gerekse siyaseti etkilemeye başladığını görüyoruz.

Bununla birlikte, Sanayi Devrimi’nin öncesinden başlamış olan dinde reform hareketi ki öncelikle Hristiyan toplumlarında başladı – bütün dünyaya yayıldı. Dinde reform hareketi ile birlikte, özellikle 16. yüzyılın başlarından itibaren, dinin kitlelere daha etkili şekilde anlatılabilmesi için din kitaplarının toplumların kullandığı dillere çevrilmesi; yani Aramice, Latince veya Arapça yazılmış kitapların başka toplumlarda okunup anlaşılabilmesi için sadeleştirilmesi ve toplumlara bunların daha yaygın bir şekilde kullanımını sağlayacak şekilde arzı söz konusu oldu. Bu, reformasyon hareketi olarak ortaya çıktı ve dinde bu gelişme olduğu noktadan itibaren, Hristiyanlıkta Protestanlık bir mezhep olarak gelişti ve güçlendi. Onunla birlikte, dinin toplumdaki konumu üzerinden, özellikle Protestanlarla Katolikler arasında birtakım çatışmalar ve savaşlar ortaya çıkmaya başladı. Bu çerçeve içerisinde, dinin toplumdaki konumunun ne olması gerektiği ve çeşitli mezheplerle siyaset arasındaki ilişkilerin nasıl düzenleneceği konusunda yine büyük tartışmalar ve çatışmaların ortaya çıktığı görülüyor. Bunların sonucunda; toplumun büyük çoğunluğu için bir kutsal varlığın mevcut olduğunu ve bu kutsalın hayatımız için önemli olduğunu, ama sadece ondan ibaret olmadığını, hayatta kutsalı kabul etmekle birlikte, hayatı yaşamamız için özellikle akılla çözümleyebileceğimiz ve akla dayalı olarak yapacağımız irdelemelerle ve gözlemlerle, gözlemlediğimiz gerçeklerle aklı buluşturup düşünerek hayatımızı ona göre düzenleyebileceğimiz varsayımına geçildi.

Bu, sekülerleşme. Yani dünyevi süreçleri ve dünyevi olguları bir kutsala dayanarak değil, dünyevi olarak açıklamak ve dünyevi olarak açıklanmış olgular çerçevesinde düşünerek hayatımızı düzenlemek ön plana çıktı. Bu sekülerleşme ile birlikte, kısa bir süre içerisinde, özellikle Batı Avrupa’da bilhassa Fransa’da, Almanya’da yavaş yavaş siyasetin dinle olan ilişkisini sorgulayan ve bu ilişkinin değiştirilmesi ve kökten yeniden kurulması gerektiğini ortaya koyan akımlar ortaya çıkmaya ve güçlenmeye başladı. Bu akımların güçlenmesiyle, toplumda bağlayıcı kararlar alma yetkisinin kimler tarafından nasıl kullanılacağı konusundaki temel endişeler ve temel düşünceler ciddi bir değişiklik geçirdi. Bir hanedana veya hanedanın içerisinde bir krala yahut kraliçeye, Tanrı tarafından ilahi bir hak olarak yönetme hakkının verildiği savı reddedilerek, bunun yerine, yönetme hakkının halkta olduğu, egemenliğin halkın elinde olması gerektiği ve halkın, bunu yapmak için belli bir iradeye sahip olduğu kabul edilmiştir. Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau buna Volonté générale adını vermiştir. Yani kolektif bir ortak iradenin söz konusu olduğunu, bu kolektif ortak iradeyi hayata geçirerek toplumların yönetilmesinin gerektiğini, ilahi bir yönetme hakkının, bir hanedana veya kişiye verildiğinin herhangi bir kanıtının da olmadığı ve dolayısıyla bunun kabul de edilemeyeceğini vurgulamaya başladı. Bunlar hep birbiriyle çatışan fikirler ve hareketler ortaya çıkardılar, örgütlenmeler söz konusu oldu. Fransız İhtilali ve onun hemen öncesinde Amerika Birleşik Devletleri’nde kurulan yeni devletle birlikte, bu seküler yaşantı ve halkın kendi kendini yönetme ilkesi genel kabul görmeye başladı.

Bundan biraz daha önce, bu kadar açık şekilde tartışılmamasına karşın, Birleşik Krallık’ta, yani Manş Denizi’nin öbür tarafında, Fransa’dan çok farklı olarak, dünya çapında başarılı ticaret ilişkileri içerisine girmiş, büyük servetler edinmiş bir burjuva sınıfı ortaya çıkmaya başladı. Onlar, kral ve kralın yakınındaki soylularla, özellikle kendi iktisadi hayatlarını düzenleme konusunda çatışmaya başladılar. Bu çatışmanın sonucunda, kralın güçlerini yenerek, kralın ve soyluların elindeki birçok yetkiyi kendilerinde topladılar ve bunu da bir kurum olarak Britanya’daki Avam Kamarası’nda temsil etmeye başladılar. Bu süreç içerisinde bu iki akım birleşerek ortaya yeni bir yönetim biçimi doğurdu ve 19. yüzyılın ortalarında, Amerikan Başkanı Abraham Lincoln’ün tanımıyla bu akım, ‘’halkın halk tarafından halk için yönetilmesi’’ olarak anlayabileceğimiz demokrasiyi ortaya getirdi.

Burada çok önemli olan ve dikkatinizi çekmek istediğim husus var: O da bir ‘’halk’’ tanımı. Halk kimdir? Bu, başlı başına bir sorundur ve baştan halledilmesi gerekir. Bu tanım, tarih boyunca sürekli olarak değişmiş bir tanımdır. Antik Yunan’da demos olarak ilk kullanıldığında, bugün anlaşıldığı anlamıyla çok geniş bir halk kitlesinden bahsedilmemekteydi. Daha çok siyasal düşünürlerin araştırma konusu olduğu için onlara atfen söylüyorum; Örneğin bir Amerikalı siyasetbilimcinin iddiasına göre, bu kitle erkek nüfustan oluşuyordu. O zamanki yaşam ümidi 30 civarında olduğuna göre, 20 yaşındaki erkeklerden, biraz kâmil erkek nüfustan oluşan bir nitelikteydi ve daha çok, belli başlı hane halkı reislerinin rol oynadığı bir siyasal arenada, bu rol oynayan kişilerden ‘’halk’’ olarak bahsedilmekteydi. Dikkat edecek olursanız çok dar bir anlam. Kadınlar yok, gençler yok, birçok önemli kitle söz konusu değil ve bugünkü gibi kitlesel değil. Ama 18, 19 ve 20. yüzyılların kitlesel dünyasında, halk tanımını bu kadar dar bir şekilde yapabilmek doğal olarak mümkün değil. Zamanla halk tanımı, büyük ölçüde gençleri, orta ve ileri yaşlı herkesi kapsamaya başladı. Kadınlar 20. yüzyıldan itibaren sürecin içerisine girdiler. İşçiler, özellikle 19. yüzyılda sürecin dışında tutulmaya çalışırlarken, 20. yüzyılda büyük ölçüde iktidara gelen siyasi partiler kurmaya başladılar. Ama 19. yüzyıldan itibaren işçilerin bu sürecin içerisine girdiği ve yavaş yavaş parlamentolarda temsil edilmeye başladığını görüyoruz. Dolayısıyla halk, bugünkü uygulamalarda, özellikle siyaset bilimindeki bugünkü anlayışta, seçmen ile özdeş olarak kabul edilmektedir. Bu, her zaman için genel kabul edilen bir husus değildir ve siyaset erbabı halktan her bahsettiğinde, tamamen seçmen kitlesinin tümünden bahsediyormuş gibi düşünülmemesi gerekir. Çünkü zaman zaman bu ayrımı hissettirecek imalarda bulunuyorlar, bunu da göz önünde bulundurmanızı rica ederim.

Onun dışında, dikkat ederseniz halk yönetimi 3 özelliği birden taşıyor. Hem halk tarafından olacak hem halkın yönetimi olacak hem de halk için olacak. Yani halk tarafından yönetim olabilir ama bütün halk için değil, sadece belli bir partiyi tutanlar için olabilir. Maalesef o demokrasi değil. Yahut, halkın yönetimi, bir azınlık için olabilir,: Bir aile, bir haneden veya bir kişi, meşruti monarşilerdeki kral-kraliçe ve onun yakınlardaki bazı soylular yahut para babalarından ibaret bir kitle için olabilir. Ona da demokrasi demiyoruz. Dolayısıyla buradaki ilkeyi hayata geçirmek biraz zor ve bütün bunların hepsi gerçekleştiği zaman demokrasi oluyor. Ama temel itibariyle demokraside özellikle vurgulanması gereken özellik şudur: 19 ve 20. yüzyıllardan itibaren demokrasi; toplum için bağlayıcı kararlar dediğimiz siyasal kararları almak üzere, bunların üretilmesi için halktan yetki isteyen kişilerin yarıştıkları bir kurumsal düzenlemeyle halka hesap verebilen ve onu temsil eden kişilerden oluşan bir heyet aracılığıyla, temsili bir hükümet olarak yönetilmesi şekliyle hayata geçmesi ilke olarak kabul edilmiş bir rejim haline geldi.

Bütün temsil veya temsili siyaset sistemleri, aynı derecede demokratik değildir. Ama demokrasi olacaksanız bugünkü anlamıyla bir temsili hükümet olarak düzenlenmeniz söz konusudur. Burada bu temsili, bu yetki tescilini sağlayan, yarışma ortamını belirleyen kurumsal yapıya ‘seçim’’ adını veriyoruz. Bir seçimin demokratik olarak kabul edilebilmesi için bu temsil süreci içerisine giren adayların eşit koşullarda yarışıyor olması gerekiyor. Çünkü bu, haklı bir rekabet ortamı doğuracaktır. Yani sonuç itibariyle bir yarış varsa burada bir rekabet var. Bu rekabetin niteliği haksız rekabet içerecek şekilde düzenlenemez. Düzenlenirse demokrasi olarak kabul etmez. Uygulanabilir, ama demokrasi olmaz. Dolayısıyla bütün adaylar aynı koşullarda, aynı yasalara, aynı kurallara tabi olarak bu yarışmada yer alacaklar. Ama bunların içerisinden bir kısmı, diğer adaylara nazaran daha tercihe şayan olarak görülecek ve seçmen tarafından oy vermek suretiyle desteklenecek. Bu destek sonucunda da onları temsil edecek bir temsil heyetinin üyesi olarak seçilebilecekler. Dolayısıyla bu yarışmacı ortamın temel özelliklerinden bir tanesi, yarışmanın bir rekabet olarak, haklı rekabet koşulları içerisinde olduğunun saptanması zorunluluğudur.

Bunun yanı sıra, seçimle ortaya çıkan ortamda haklı rekabetin oluşabilmesi ve seçmenin kararlarının düzgün, doğru şekilde ve hakça verilebilmesi için, seçmenin, bu kişiler hakkında her türlü bilgi ve belgeye eşit koşullarda ulaşabilmesi gerekecektir. Sonuç olarak, seçmen, oy vereceği adaylara neden oy verdiğini, niçin oy vermesi gerektiğini düşünürken ve tartarken, bunun olumlu olumsuz yönlerini göz önünde bulundururken, bu kişiler hakkında bilinmesi gereken her şeyi bilmek mecburiyetindedir. Bunların kim oldukları, geçmişleri, neler yaptıkları, ne tür işler yaptıkları, ne tür kararlar aldıkları, eğer iktidarda daha önce bulunmuşlarsa o sırada ne kararlar aldıkları, şu anda iktidardaysalar aldıkları kararların nitelikleri hakkında tam bilgi ile hareket edebilmesi lazım. Bunun için, enformasyon kanallarının açık olması ve her türlü enformasyonun kolayca yayılabilmesinin sağlanabilmesi gerekmektedir. Bu da, bu içinde bulunduğumuz çağda olabildiğince farklı medya ve basın kuruluşlarının mevcut olması, farklı siyasal çıkarları, farklı siyasal ideolojileri, farklı sermaye gruplarını temsil eden niteliklerde olmaları gerekmektedir. Dolayısıyla her haberin içerisinde bir ölçüde ideolojik etki söz konusu olacaktır. Bu ideolojik etkileri onların içerisinden ayrıştırmak hemen hemen imkânsızdır. Bunların hepsinin ortaya saçılmasıyla, seçmen bunların tümünü inceleme fırsatı bulursa, onlar arasından sapla samanı ayırabilecek bir durumda olması sonucunu doğurur. Dolayısıyla özgür bir medyanın ve bir basının, olabildiğince yaygın bir yelpazede bilgi aktaran bir içerikte olması söz konusudur. Aynı zamanda, çeşitli muhalefet gruplarının rahatça toplanıp kendi fikirlerini ortaya koyabilmeleri ve yayabilmeleri, örgütlenebilmeleri, barışçıl olmak koşuluyla toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yapabilmeleri serbest bırakılmak durumundadır. Bu koşullar altında birey, özgürce kendi düşüncesini oluşturabilir ve ona dayalı olarak da bireysel tercihini oy pusulasına yansıtabilir. Daha sonra bu bireysel tercihlerin toplanıp belli çoğunlukların etrafında biriktiğini gözlemlemek, o çoğunluklara da yönetme hakkını halk tarafından tescil edilmiş olarak, temsilciler olmaları hasebiyle vermek durumu söz konusudur.

Dolayısıyla çağdaş dünyada olabilecek bir demokratik uygulamada saymış olduğum 3 unsur önem taşıyor: Bir, seçmen, siyasal hayata özgürce oy kullanmak için katılabilecek. Yani siyasal katılma. Tabii bu, sadece oy vermekle sınırlı değil, aynı zamanda görüşlerini ifade etme, tartışma, temsilcileri ile temaslar içerisinde bulunma, özgür basın ve medyayı izleyebilme hakkını da beraberinde getiriyor.

İkincisi, temsil. Zaten bu ikisini buluşturan temel kurum, Seçim Kurulu. Yani toplum için bağlayıcı kararlar almak amacıyla bir araya gelebilecek olan temsilcileri, hakça yapılacak bir yarışma sonucunda seçmek üzere düzenlenen bir kurum. Dolayısıyla burada siyasal katılma sürecinin başlaması ve gelişmesi için gerekli. Onun sonucunda da, temsilin bir şekilde ortaya çıkması ve temsilci heyetinin oluşması söz konusu.

Üçüncü unsur da muhalefet. Doğal olarak, demokraside alınan kararların eleştirilmesi, beğenilmeyen kararların değiştirilmesi için değişik geri tekliflerde bulunması, alınan kararlara itirazı ve şikâyeti, sadece mümkün değil, değerli kılan bir anlayışla mevcut olmaktadır. Dolayısıyla siyasal katılma, siyasal temsil ve muhalefetin bir arada, birbirini destekleyecek şekilde güçlü, değerli olarak çalıştığı bir yapı, demokrasi olarak kabul edilir. Dolayısıyla seçimleri demokratik kılacak olan şey, geniş bir yelpazede yorumlanmış olan ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, parti kurma özgürlüğü, dernek kurma özgürlüğü, barışçıl olma koşuluyla toplantı-gösteri yürüyüşleri özgürlüğü ve miting yapma özgürlüğüdür. Aynı zamanda seçim sürecinin bir yarışma süreci olduğunu idrak ederek bu yarışmaya katılan temsilcilerin– bunları atlet olarak düşünebilirsiniz –aynı koşullarda yarıştığını düşünebilirsiniz. Birinin sırtında küfe, öbürünün ayağında pranga yok. Hepsi eşit olarak yarışıyorlar. Bu şartlar altında yapılan seçimlere ‘’demokratik seçim’’ diyoruz.

Ancak kitle toplumlarında, özellikle halk egemenliği savını ileri süren otoriter ve totaliter rejimler de ortaya çıkıyor. Bunlar da halka dayandıklarını ifade ediyorlar. Onlar da seçim yapıyorlar ve yaptıkları seçim sonucunda ortaya halkın tercihini yansıtan bir sonuç çıktığını, bu tercihin de iktidarda bulunanların, görevlerine olabildiğince geniş bir katılma ve olabildiğince geniş bir destekle devam etme sonucu çıktığı gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyorlar. Böylece halkın onları desteklemekte olduğu ve halk egemenliğinin mevcut olduğu türünden bir savı ile sürüyorlar. Ama bu seçimler muhalefetin olmadığı, sindirilmiş ya da susturulmuş olduğu ortamlarda yapılıyor. Ya muhalefet hiç mevcut değil yahut muhalefet belli bir sınırın içerisinde kalmak suretiyle ve iktidara alternatif oluşturmayacak şekilde mevcut olmak koşuluyla, orada bazı etkinliklerde bulunabiliyor. Onun dışında bir muhalefet fikri kabul edilmiyor.

Bu, doğal olarak demokraside anladığımız manada bir muhalefet değil. Aynı zamanda, bu ortamda büyük ölçüde özgürlüklerin kısıtlanması söz konusu. Bazı kavramlar kullanılamıyor, bazı fikirler ileriye sürülemiyor. Bunlar ya açıktan yasaklanmış oluyor yahut bunların ileri sürülmesi, insanların hukuken kovuşturulması sonucunu doğuruyor. Dolayısıyla çeşitli şekillerde korkutulmak, sindirilmek, cezalandırılmak suretiyle muhalefetin çalışmaları büyük ölçüde engelleniyor. Katılma sınırlandırılıyor, temsil de, büyük ölçüde iktidarda bulunan partinin tekelindeymiş gibi bir hava ortaya çıkabiliyor.

Örneğin, son Kuzey Kore seçimlerinde, halkın %100’ünün katıldığı ve %100’ünün de Kim Jong-Un’a oy verdiğini açıkladılar. Dikkat ederseniz, zaten burada ikinci aday yok, muhalefet de yok, halkın yaptığı seçimde bir tercih de yok. Tercih içermeyen bu tür seçimlere ‘’plebisit’’ adı verilir. Yani burada sadece tek bir listenin, tek bir kişinin yahut tek bir siyasal partinin ne kadar çok desteklendiğini göstermek için oy vermekten bahsedebilirsiniz. Muhalefet, burada seçime katılmamakla gösterilebilir; katılmayanların da muhtemelen fişlenmesi ve daha sonra hayatlarına gadredilmesi söz konusu olacaktır. Onun için bu tür seçimlerin demokrasi olarak kabul edilebilmesi mümkün değildir. Aynı şekilde birçok ülkede, özellikle bizim güneyimizdeki Ortadoğu ülkelerinde, zaman zaman seçimler oluyor. Birkaç muhalefetin katıldığını da görüyoruz. Ama bu kişilerin sesi fazla çıkmadığı gibi, bu seçimlerde her zaman için iktidardaki parti %70-80-90 küsür oylarla iktidara devam ediyor. Muhaliflerin ise sadece seçimlerde göstermelik olarak mevcut olması gibi bir durumla karşı karşıya kalıyoruz. Bunları da ‘’otoriter seçimler’’ olarak kabul ediyoruz, demokrasi olarak kabul etmiyoruz. Çünkü bu rejimlerde halkın yönetimi söz konusu olamaz. Halk tarafından yönetim de söz konusu olamaz. Zaten halk için yönetim, tanım itibarıyla totaliter veya otoriter rejimlerde mevcut değildir. Çünkü burada bir siyasal parti, bir kişi yahut bir hanedan yönetiminde bulunmaktadır ve bütün kaynakların kullanımı, büyük ölçüde onlara temin edilmiş durumdadır. Bu şartlarda zaten halk için, yani kamu için, kolektif çıkar için yapılacak faaliyetler, ender yahut hiçbir şekilde mevcut olmayan niteliktedir.

Edgar Şar: Hocam, bu iş Türkiye’de nasıl yansıyor, biraz da ona bakalım. Başta 2015’ten itibaren serbest seçim yapamadığımızı söylemiştiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Daha geriye gidebiliriz. Biz seçimlere 1908’de başladık. Osmanlı İmparatorluğu’ndan devraldığımız paketin içinde seçimler de var. Ama 1908 seçimlerinden sonra gelen seçimlerde adil koşullarda seçim yapma imkânı olmadı. 1912’deki seçim ‘’Sopalı seçim’’ diye adlandırılıyor zaten. Yani bir takım insanların dövüldüğü de gösteriliyor. Hemen arkasından 1913’te, bir darbeyle Kamil Paşa hükümeti devriliyor. Ondan sonra İttihat ve Terakki tek parti olarak Birinci Dünya Savaşı boyunca mevcut. Sonrasında da zaten başka bir seçim ortamı anlamlı olmaktan çıkıyor. Seçimler var tabii; Meclis tekrar toplanıyor ve Misak-ı Milli ilan ediyor, biliyorsunuz. Orada da, çok büyük ölçüde milliyetçiler seçimi kazanmış durumdalar. Ama bunlar çok olağan dışı şartlarda ve işgal altında yapılmış seçimler.

1920’deki seçimler de yine aynı koşullarda, çok zor şartlar altında yapılmış, 1920’deki ilk Meclisin kurulması sağlanmıştı. Ondan sonraki seçimlerden itibaren, bir kere, yanılmıyorsam 1923 sonunda yapılan seçimlerde çok partili bir katılım söz konusu oldu. 1925’teki Şeyh Sait Ayaklanması ve 1926’daki Atatürk’e suikast girişimleri sonrasında, 20 sene sürecek bir tek parti rejimi var ve buradaki seçimler büyük ölçüde tek parti içinde kalan, tercih içermeyen, plebisiter mahiyette seçimler oldu.

Türkiye 1945’te, İkinci Dünya Savaşı sonrasında değişen uluslararası koşullara uyum içerisinde, çok partili hayata geçti. 1946’dan itibaren, çok partili hayatta, birden fazla siyasal partinin gerçek anlamda muhalefet oluşturarak seçimlere katılmaya başladığı bir dönemi görüyoruz. Ancak 1946 seçimleri de âdil ve özgür seçimler olma özelliği taşıyamadılar. Demokrat Parti, temel muhalefet partisi olarak temayüz etti, yani yüzeye çıktı. Ama o parti kuruluşunu daha tam olarak tamamlayamamıştı. Bütün ülke çapında da örgütlenebilmiş değildi. Aday gösterme sorunları vardı. Ama buna rağmen, seçimlerde birçok usulsüzlük söz konusu olmuştur. Bunun sonucunda Demokrat Parti, ‘46 seçimlerini gayet ağır şekilde – haklı olarak – eleştirerek 1950’ye kadar geçen süreçte, bu seçimlerin kabul edilmemesi gerektiğini, bu şekilde yapılmaması gerektiğini vurgulamıştır. 1948 ara seçimlerinden itibaren de seçim yasasında yapılacak olan değişikliklerle adil seçim yapma koşullarının temin edilemediği ve kampanyalarını daha özgürce düzenleyemedikleri takdirde seçimlere katılmayacaklarını ilan etmişlerdir.

Türkiye, 1948 senesinde NATO’ya başvurmuştu. ’46 seçimi sonrasında genel olarak kitlesel memnuniyetsizlik de söz konusuydu. Dolayısıyla başka nedenlerle birlikte, burada birtakım zorluklar çıkmaması için Cumhuriyet Halk Partisi ve Demokrat Parti ileri gelenleri oturarak yeni seçim için birtakım mevzuat değişikliklerin konuşmaya başladılar. Bunların içerisinde çok önemli olan bir tanesi kabul edilmedi. O zamana kadar çoğunlukçu ilkeye göre çıkan oyların sandalyelere dönüştürülmesi söz konusu oluyordu. Dolayısıyla oyun çoğunu alan, belli bir seçim çevresinde sandalyelerin hepsini alabiliyordu. Demokrat Parti, bunun nispi temsile değiştirilmesi için girişimde bulundu. Cumhuriyet Halk Partisi, bunu o tarihte kabul etmedi. Onun dışında başka birtakım temel ilkeler kabul edildi.

Edgar Şar: Bu önemli bir konu. Belki Cumhuriyet Halk Partisi seçimi kazanabileceğini düşünüyordu.

Ersin Kalaycıoğlu: Belki değil, öyle.

Edgar Şar: Ama kimsenin dikkatini çekmeyecek basit bir şeyden bahsediyoruz. Eğer o tarihte nispi temsile geçirseydi, belki Türkiye’nin tarihi bambaşka olurdu.

Ersin Kalaycıoğlu: Olabilir. Bilimde ancak test edilebilir denenceleri (hipotez) dikkate alıyoruz. Bu, test edilebilecek bir denence değil ama muhtemelen çok önemli bir etkisi olacaktı. Daha fazla sayıda siyasal parti olacaktı, koalisyonlarla yönetilmeye daha erken geçirilecekti. Daha başarılı olur muydu, emin değilim. Çünkü o dönemde araştırmalar yapan Şerif Mardin, Nermin Abadan, Frederick Frey, muhalefet fikrinin pek mevcut olmadığını, gelişmemiş bulunduğunu ve bundan Türkiye’nin çok çektiğini gayet açık şekilde gözler önüne seriyorlar. Onun için öyle bir ortamda ne olabileceğini bilemeyiz. Ama önemli olan, başka birtakım temel ilkeler üzerinde anlaşmış olmaları. Yani, yürütmenin gölgesinin sandığa düşmemesi ilkesi. Bu çok önemli bir ilke. Tam bu şekilde ifade edilmiyor, bunu ben bu şekilde yorumluyorum. Ama iki taraf da, özellikle valilerin ve kaymakamların sandık teşkilinde veya oyları sayımında rol oynamaması; aynı zamanda, yürütmenin, seçimlerin hazırlık sürecinde büyük bir rol oynamaması, tam tersine, burada adeta bir tarafsız hakem rolünü oynayabilecek, bağımsız ve tarafsız olarak bulunabilecek tek hükümet gücü olan yargının rol oynaması gerektiğini kabul etti. Bundan sonra da Yüksek Seçim Kurulu, bir üst mahkeme olarak kuruldu. Seçim süreci yargıçların gözetimi altında bütün illerde örgütlenme durumundaydı. Aynı zamanda kolluk kuvvetleri de onların emrinde kampanya boyunca çalışmak durumundaydı ve bu şekilde bir örgütlenme söz konusu oldu.

1946 seçimlerinde verilen oy açık, sayım gizliydi. Aynı zamanda yürütme ajanları, yani valiler ve kaymakamlıklar tarafından yapılıyordu. Bu şekilde yapıldığı zaman, tabii kimin nereye oy vermiş olduğunu görebilmek ve nasıl bir sonuç çıktığını da saplayabilmek mümkün değildi. ‘46 seçimlerine yapılan en önemli itirazlardan biri de temel itibariyle buydu. Tek kişinin bir oyu olduğu, oyların eşit olduğu ilkesi kabul edildi. İngilizcede one man, one vote deniyor. Yani ‘’bir adam, bir oy’’. Türkçeye ‘’bir kişi, bir oy’’ ilkesi olarak çevirebiliriz. Bugünün dünyası için söylenebilecek bir ifade değil. Bildiğim kadarıyla 19. yüzyıldan kalma bir ifade. Çünkü o zaman kadınlar oy kullanmıyorlar. Dolayısıyla ‘’bir kişi bir oy’’ ilkesi kabul edildi ve oyların gizli verilmesi, sayımın açık, aleni olması, sayımı yapanların da yürütme olmaması kabul edildi.

Bu çerçeve içerisinde 1950 seçimlerine girildi ve Türkiye, ilk özgür ve âdil seçimi 1950’de yaptı. 54-57 seçimleri benzer niteliktedir. Gerçi ‘57 seçimleri sonuçları üzerinde o dönemde Cumhuriyet Halk Partisi’nin itirazları oldu. Bu seçim sonuçları Demokrat Parti’nin de hiç hoşuna gitmedi. İlk defa %50’nin altında oy almıştır. Bunun mümkün olmadığı, buraya bir şeyler karışmış olduğu düşüncesindeydiler. Dolayısıyla, seçimden itibaren başlayan hükümetin meşruluğu tartışması, muhalefetle iktidar arasındaki ilişkileri giderek bozdu. 1959’a gelindiğinde hemen hemen çalışmayan bir hükümete dönüşmüş bulunmaktaydı. Bir yıl sonra askeri darbeyle sona erdi.

1961’den itibaren seçim kanunlarına bir yenilik eklendi. Bütün bu kurallar durdu. Yani yürütmenin gölgesinin sandığın üstünde olmaması, oyların gizli verilmesi, sayımın açık olması, ‘’bir kişi bir oy’’ esasına göre düzenleme yapılması, her oyun eşit olması ilkeleri korunmaya devam ederken ve bütün bunların Yüksek Seçim Kurulu ve Hâkimler tarafından düzenlenmesi ve yürütülmesi söz konusu iken bir ekleme daha yapıldı. 61 Anayasası sonrasında, Ulaştırma, İçişleri ve Adalet Bakanlarının, bu seçim süreci sırasında görevlerinden ayrılması ve yerlerine tarafsız bakanların atanması eklendi. Çünkü bu üç bakanlık; pusulaların basılmasında, dağıtılmasında, seçmen listelerinin hazırlanmasında rol oynuyorlardı. Dolayısıyla bu rolleri oynayan bakanlıkların partizan ellerde olmaması ve kolektif çıkarın savunulabilmesi için, partizan çıkarlar tarafından aşındırılmaması, tehdit edilmemesi için böyle bir adım atıldı. 2018 seçimlerinde yasa değişikliği sonrasında bu kaldırıldı, biliyorsunuz. Açık söylemek gerekirse, herhangi bir düzgün gerekçe de ileri sürülmedi.

Bu çerçevede 1961’den itibaren, olabildiğince âdil ve özgür seçim ortamına taşındık. 61 seçimlerinin hemen 27 Mayıs darbesi sonrasında olması, Demokrat Parti’nin kapanmış olması, üyelerinin hapiste olması nedeniyle çok âdil koşullar içerisinde olduğu kabul edilmeyen bir seçim. ama 1965’ten itibaren 65-69 seçimleri böyle devam etti. 1971’de 12 Mart Bildirisi üzerinden bir askeri müdahale söz konusu oldu. Tam bir darbe değil, yarım darbe olarak kabul ediliyor. Meclis kapatılmadı. 1973 seçimleri de olabildiğince bu etki altında olmaksızın yapıldı ve dolayısıyla özgür ve adil bir seçim ortamı 1977 seçimleriyle devam etti. 1980 darbesinden sonra 83 seçimleri, askerin gölgesi altında yapılmış olduğu, belli partilerin katılmaması adına askeri müdahale yapılmış olduğu için, yine adil ve özgür seçim olarak kabul edilmez. Ama 87’den itibaren 87, 91, 95, 99, 2002, 2007 ve 2011 seçimleri, nispeten özgür ve âdil koşullar içerisinde yapılabilmiş seçimler olmuştur.

2015’ten itibaren bu koşullar değişmeye başladı. 2015’te, 2014 seçimlerini kazanmış olan Adalet ve Kalkınma Partisi lideri Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanı oldu. Parti görevini terk etmesi gerekiyordu ve dolayısıyla yeni bir parti başkanı seçilecekti. Nitekim seçildi ama 2015 yazına giden süreçte, yani 7 Haziran 2015 seçimleri öncesinde, Cumhurbaşkanının partili olmaması ve tarafsızlığına yemin etmiş olmasına rağmen, Tayyip Erdoğan’ın aktif olarak Adalet ve Kalkınma Partisi yanında seçim kampanyasına katıldığını görüyoruz. Bu, adayların ve partilerin eşit şartlar altında seçimlere katılmaları gerektiği ilkesini ihlal ediyor. Dolayısıyla 7 Haziran seçimleri, bu şartlar altında âdil koşullarda yapılmış seçimler değildir. Buna rağmen Adalet ve Kalkınma Partisi, seçimlerde istediğini bulamadı. Onun için seçim sonuçlarını beğenmediler, iptal ettirip, yeni seçim yapılsın diye, yine tarafsızlığını bırakıp fiilen sürece müdahil olmuş olarak çalışan bir Cumhurbaşkanı söz konusu oldu. Bu şart altında 1 Kasım 2015 seçimlerine gidildi ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde yine Cumhurbaşkanı’nın aktif olarak seçim kampanyasında yer aldığını, fakat Haziran’dan önceki kadar büyük bir coşku ve şevkle bulunmadığını gördük. 1 Kasım 2015 seçimlerinde Adalet ve Kalkınma Partisi, %49,5 oyla ve sayı olarak da 23,5 milyon civarı seçmenin oyuyla tek başına meclisi de kazanarak iktidara geldi ve bu iktidar, 2018’e kadar devam etti.

2018 seçimlerine gelirken, 2016’da bu menfur darbe girişimi, FETÖ’nün tasfiyesi ve Olağanüstü Hal (OHAL) koşulları altında özellikle ifade özgürlüğünün ciddi ölçülerde kısıtlanmış olduğu, adaylardan bir kısmının engellenmiş bulunduğu, Cumhurbaşkanı adaylarının bir tanesinin hapiste olduğu koşullarda seçime gittik. Olağanüstü Hal koşullarında yapılan seçim zaten temel itibariyle serbest bir seçim olarak kabul edilebilecek nitelikte değildir. Aynı zamanda, yarışan adaylar arasında adayların tâbi olduğu kuralların hepsinin aynı olmadığı da görüldü. Özellikle iktidardaki Cumhurbaşkanı’na medyada muazzam zaman ayrılırken, muhalefete hemen hemen hiç zaman ayrılmadı. Bu konuyu düzenleyen maddeler de yine bir kararnameyle değiştirildi. Daha önce TRT’nin ve medyanın herkese eşit süreler vermesine dair birtakım kurallar vardı. Bunlar değiştirildi. Dolayısıyla bu şartlar altında büyük eşitsizlik ortaya çıktı. Nitekim bu konuyla ilgili AGİT Raporu’nda, Cumhurbaşkanı’nın ve muhalefetin konuşmaları dakikalar, saatler verilerek karşılaştırılıyor ve koşulların eşit olmadığı, açıklandı. Muhalefetin yapmış olduğu propaganda, örneğin astıkları afişler kaldırıldı. Böyle bir müdahale, muhalefetin serbest olarak çalışabildiği bir ortama işaret etmiyor. Dolayısıyla muhalefetin olabildiğince sindirilmeye çalışılması, hapsedilmesi veya bazı söylemleri yapamaması, bazı toplantılar için istediği yerleri alamaması ve dolayısıyla o toplantıları yapamaması gibi koşullar da birleşince, Türkiye, Seçimlerin Dürüstlüğü Endeksi’nde ilk 100 arasında yer alamayacak bir noktaya düştü.

Bu konuda seçimlerin dürüstlüğünün algısı üzerine yapılan karşılaştırmalar var. Bu karşılaştırmalardan bir tanesi, Perceptions of Electoral Integrity (PEI). Harvard Üniversitesi’nden Pippa Norris’in Başkanlığı’nda, aynı zamanda Avustralya’dan katılan meslektaşlarımız tarafından düzenleniyor. Türkiye burada ilk 100 içinde olma özelliğini kaybetti. Kendi bulunduğu ülke grupları arasında da, bir hayli alt sıralarda yer almaya başladı. Öyle ki, seçim adaleti ve serbestisi konusunda Ortadoğu ülkeleri arasında bile İran’dan sonra gelen bir konumda. Dolayısıyla 2018 seçimleri, demokratik seçim yapabilme özellikleri çok büyük ölçüde ortadan kalkmış bir halde yapılmış oldu.

Burada dikkat edilecek hususlar şunlardır: Bizim, 1950’de, o zamanki iktidar ve muhalefet partilerimizin anlaşmış oldukları esaslara göre düzenlenen ve 1961 senesinde geliştirilmiş şekliyle “Adil ve serbest seçim nedir ve nasıl yapılabilir?” diye somut bir mevzuatımız var. Ona tekrar sahip çıkmak gerekiyor. Bugün maalesef 1950 standardının altındayız. 1961’i terk ettik, 1950 standardının altına düşmüş durumdayız. Yani muhalefetin örgütlenmesini ve çalışmasını zorlaştırmak, onların olabildiğince belli standartlar içinde kalmasını sağlamak, seslerinin fazla duyulmamasını temin etmek için bazı önlemler almak; onların yapacağı çeşitli toplantılara, gösteri ve mitinglere sınırlar getirmek, yine yaptıkları reklamların duyulmasını, anlaşılmasını, dağıtılmasını engellemek; eğer bunlar panolara asılacak mahiyetteyse onları oradan indirmek gibi müdahalelerle, eşit koşullar altında olmayan, muhalefete sesinin daha az çıktığı ve dolayısıyla muhalefetin pek etkili olmadığı veya mevcut olmadığı bir seçim ortamından bahsediyoruz demektir.

Bu, demokratik bir seçim ortamı değil. Çünkü muhalefet, demokrasinin en saygın kurumlarının başında gelir. Muhalefet, demokrasiyi diğer siyasal rejimlerden öncelikle ayıran temel kurumdur. Otoriter ve totaliter rejimlerde muhalefet yoktur. Ya meşru değildir ya yasal değildir ya hem yasal hem legal değildir. Eskiden komünist partilerin olduğu gibi yer altında olabilir. Yahut bu muhalefet kuruluşları, mali imkânları ve iletişim imkânları dolayısıyla fevkalade dar alanlarda hareket etmek mecburiyetinde kalan, son derece sıkı koşullarda yarışmak mecburiyetinde kalan, iktidarla aynı düzlemde olmayan içeriktedir.

Tabii 2023 seçimleri için 6 Nisan 2023’ten itibaren devreye girecek yeni kurallar içerisinde, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde, halen görevde bulunan Cumhurbaşkanı’nın aday olarak seçimlere katılması durumunda, kendisinin, diğer adaylarla eşit olmadığı seçim yasasına yazıldı. Bu, demokratik olarak bu seçimi yapmayacağımızın alenen hem halka hem dünyaya ilanıdır. Cumhurbaşkanı kamu imkânlarını kullanabiliyor, muhalefet kullanamıyor. Bu, gerek iktidarın gerek muhalefetin eşit koşullarda seçime katılması imkânını ortadan kaldırıyor. Kaldı ki, siyasetbilim literatüründe kullandığımız demokrasi tanımı, muhalefetin bir dahaki seçimlerde iktidara gelmesinin mümkün, makul olarak kabul edildiği bir rejimin adıdır. Bu koşullar altında muhalefetin iktidara gelmesini bu kadar zorlaştırırsanız, birçok koşulları onun üzerine empoze ederseniz, iktidardakileri kayırırsanız, böyle bir rejimin demokrasi olarak kabul edilme koşullarını ortadan kaldırmış olursunuz. Dolayısıyla Türkiye’nin 2023’teki seçimlerinin, özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminin defosu budur. Eğer Sayın Erdoğan seçime girecekse ki, o da bugünkü yasal mevzuata göre kolay kolay mümkün olabilecek bir şey gibi gözükmüyor, bunu sağlayabilecek olan sadece muhalefet partileridir. İktidarın oyu, 5’te 3 çoğunlukla, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iktidara girmesini sağlayacak şekilde Meclisin feshi kararını alabilecek büyüklükte değildir. Dolayısıyla muhalefetin de desteği ile ancak bu karar alınabilir. Seçimlerin yenilenmesine dair alınacak bu karar üzerine Cumhurbaşkanı tekrar aday olabilir.

Edgar Şar: Ama CHP dün böyle bir karara destek vermeyeceğini söyledi.

Ersin Kalaycıoğlu: Evet. “Nisan’a kadar biz buna varız, Nisan’dan sonra yokuz” dedi. Yani “Yeni kurallarla bu karara katılmayacağız” dedi. Orada bir seçim mühendisliğinden bahsettiler. Muhtemelen bahsetmekte oldukları konu, bizim burada konuştuğumuz cumhurbaşkanının farklı kurallara göre yarışıyor olması ilkesidir. O, kabul edilebilecek bir şey değildir. Yani demokrasi haline gelmek istiyorsanız veya demokratik bir seçim yapmak istiyorsanız, bunu göz önünde bulundurmanız gerekiyor demek.

Edgar Şar: Ama zamanında bir seçim olursa da YSK’ya ya da seçimleri denetleyen ya da kontrol eden birime yargı mekanizmasına “Erdoğan’ın adaylığı mümkün değildir” şeklinde bir başvuruda bulunmayacaklarını da daha önce birkaç defa söylemişlerdi.

Ersin Kalaycıoğlu: Ona gerek yok. Zaten Anayasa gayet açık. Başvuru gerektirmiyor. Anayasa 101. madde tanımlıyor: ‘’İki kere seçilebilir’’ diyor. Zaten İkinci kere seçildi. Yani kendisinin seçimi sonrasında Birinci Cumhurbaşkanı olarak kendisine mazbata verilmedi; ‘’12. Cumhurbaşkanı’’ dendi. İkinci defa seçildiği için 13. mü kabul edeceğiz, bilmiyorum. Şimdi yeni seçilecek olana 13. diyorlar. Başka Cumhurbaşkanı seçilmiş olsaydı 13. olacaktı. Bilmiyorum. Ama verilen mazbatada ‘’Birinci cumhurbaşkanı’’ olduğu yazmıyor.

Edgar Şar: Benim görebildiğim kadarıyla Anayasa hukukçularının çoğu aynı fikirde. Sadece birkaç hukukçu var. Bunlardan bir tanesi Meclis Başkanı’nın kendisi. Bu konuda bir makale yazdı.

Ersin Kalaycıoğlu: Adalet Bakanı’nın da benzer bir açıklaması oldu. Bunlar yanlış yorumlar. Bunun tartışılacak bir tarafı yok. Yasa gayet açık. Türkçe bilen herkes okuyup anlayabilir, başka bir yoruma gerek yok. Anayasa madde 101, ‘’İki kere seçilir’’ diyor. Zaten yeni bir Anayasa yok. 2017’de rejim değişmiştir ama Anayasa aynı. Rejimin değiştiği konusundaki savlarını kabul ediyorum. Ama “Rejim değişirse Cumhurbaşkanlığı yeniden kurulmuş olur, eski Cumhurbaşkanlığı Kurumu biter. Yeni cumhurbaşkanlığı kurumuna yeniden başlanmış olur. Dolayısıyla bu Cumhurbaşkanı seçilen bundan sonra ilk defa seçilmiş kabul edilir” diye bir madde koysalardı belki olurdu.

Edgar Şar: Geçici madde olarak koyulabilirdi. Ama bunu yapmadılar.Bence bunu unuttular.

Ersin Kalaycıoğlu: Unuttular mı, yapamadılar mı bilemiyorum. Sonuçta 1982 Anayasası’na göre iki defa seçilmiş bulunuyor. Ancak Meclisin seçimlerin yenilenmesi kararı alması durumunda, üçüncü defa seçime katılabilir. Onun için de muhalefetin desteği gerekiyor. Kendisinin muhalefetten destek alması gerekiyor. İktidar partileri olan iki parti var: AKP ve MHP ve Mecliste koalisyon halindeler. O ikisinin ötesinde, aynı zamanda en azından sandalye sayısı yeterli olan bir muhalefet partisinin destek vermesi gerekiyor. O olmadan bu kuralın işleme imkânı yok. Bu da gayet açık. Onun için bir başvuruya gerek yok.

Edgar Şar: Evet ama burada Muhalefet partileri, YSK’ya güvenmediklerini de söylediler.

Ersin Kalaycıoğlu: O ayrı mesele. Çünkü YSK’nın almış olduğu çeşitli kararlar, özellikle 31 Mart 2019 seçimleriyle ilgili olan İstanbul kararı var. YSK üyelerinin, o zamanki Başkan’ın koymuş olduğu muhalefet şerhlerini okursanız, insanı koltuğundan düşürebilecek mahiyette. Anlaşılması bayağı zor ve buradaki muhalefet şerhleri açısından bakacak olursanız, içeriği boş bir karar. O nedenle orada çok büyük sıkıntı var. 2017’deki mühürsüz oy meselesi de aynı şekilde. Daha önce bir köyde çıkmış olan bir tane mühürsüz oyda köy seçimlerini yenilerken, burada milyonlarca mühürsüz oyda “Biz olumlu yorum yapıyoruz” dediler. Olumlu yorum yok. O zamanki yasa maddesi gayet açıktı. Pusulalarda ve zarfın üstünde mühür olması gerektiğini söylüyor. Zarflar mühürlüymüş de içindeki pusulalar değilmiş… Bu bir şey ifade etmiyor.

Üstelik orada da 1-2 sandıkta bu atlama olsaydı, olabilirdi. Ama burada bahsettiğimiz, 6-7 bin sandık… Kaç tane olduğunu bilmiyoruz. Burada iki buçuk milyon oyun olduğunu söylüyorlar. Dolayısıyla bu nasıl atlanmış? Bu konuda bir soruşturma yapılacaktı. Üzerinden 5 yıl geçti, ben bir soruşturma görmedim. Soruşturma sonucu da görmedim. Sandık Kurulu, nasıl atlamış? Bu mühürsüz oy olayında gerek pusulaların arkasını gerekse zarfları mühürlemekte nasıl bu kadar başarısız olmuş? Niye bilmiyoruz. Soruşturma olsaydı bilecektik. Herhangi bir şekilde hatanın kimde olduğu belli değil. Bu, olayın üstünün bir nevi örtülmeye çalışıldığı izlenimini doğuruyor. O da muhalefet partilerinin YSK’ya olan güvenini doğal olarak ciddi ölçüde zedeliyor.

1950 standartların içinde o da var. Bağımsız ve tarafsız olan yargının, herhangi bir partizan eğilim içerisinde olmaksızın süreci yönetmesi esası. Bu esastan saparsanız yine demokrasi olamazsınız. Demokratik seçim yapamazsınız. Ama tabii 2017 Referandumu ve ondan sonrasında geçmiş olduğumuz Sultanizm rejimi temel itibariyle demokrasi olarak çalışması pek mümkün olmayan bir rejim. Onu da kabul etmek lazım. O ortamda, demokratik bir seçim yapmayı zorlaştıran unsurlardan bir tanesi.

Edgar Şar: Hocam, çok teşekkürler. Bu aylık da süremizin sonuna geldik, ama konuyu yine çok kapsamlı bir şekilde ele almış olduk. Ağzınıza sağlık. Çok teşekkür ederiz.

Ersin Kalaycıoğlu: Rica ederim.

Edgar Şar: Bizi izleyen herkese çok teşekkür edelim. Herkese ve size de şimdiden iyi seneler diliyorum.

Ersin Kalaycıoğlu: Bilmukabele.2023, umarım düzgün bir seçim yapabildiğimiz bir yıl olur, halkın tercihleri düzgün bir şekilde sandığa yansır, sayılır ve tescil edilir.

Edgar Şar: Evet, umarız böyle olur. Çok teşekkür ederiz. Herkese iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.