Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ali Hakan Altınay yazdı: Doğruyu ne zaman (ve niçin) söyleyebiliyoruz?

1950’lerin başında Amerika’nın kalburüstü üniversitelerinden Swarthmore’da, Asch isimli bir profesör önemli bir deney yapar. Deneye 10 öğrenci katılır ama dokuzu önceden tembihlidir ve deney onuncu öğrencinin davranışına dairdir. Deneklere cevabı çok bariz olan sorular sorulur: Fotoğraftaki meyvenin rengi ne? Şu çizgi yandaki üç çizgiden hangisiyle aynı boyda? İlk dokuz öğrenciye bariz şekilde yanlış olan cevabı vermeleri tembihlenir ve onuncu öğrencinin ne yaptığına bakılır. Kendisinden önceki dokuz denek bariz bir yanlışı dillendirdiğinde, Swarthmore gibi iyi bir üniversiteye girebilmiş sağlıklı, zeki, kendine güvenli gençlerin çoğunun – her dört öğrenciden üçünün – bariz doğruyu seçmediği, seçemediği ortaya çıkar. Dönem İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasıdır ve Almanya gibi gelişmiş toplumların kolektif bir deliliğe nasıl teslim olduğu kamuoyu için canlı bir tartışma konusudur. Asch deneyi zamanın ruhunu yakalar ve bu arayışa cazip bir hipotez sunar.

Asch deneyinin daha az fark edilmiş ikinci bir sonucu daha vardır: Tembihli ilk dokuz denekten sadece bir tanesi bile doğruyu söylediğinde, onuncu (ve aslında tek sahici) deneğin doğruyu söyleme olasılığı yüzde 95’e çıkar. Yani, insanlar illa çoğunluğa teslim olma gibi bir zafiyet içinde değiller… Sadece tek başlarına kalmak istemiyorlar. Tek bir kişiyle bile ortaklaşabildiklerinde ağırlıklı çoğunluğa karşı olma pahasına doğruyu söyleyebiliyorlar.

Solomon Eliot Asch (1907-1996)

Peki Asch deneyi insanlığın hali konusunda sahici bir duruma işaret ediyor ise doğruyu ilk kim söyleyecek? Ortalama insanın böyle bir kapasitesi varmış gibi görünmüyor ama yine de aramızdan böyle insanlar – neyse ki – çıkıyor. Kim bunlar? Bugünün Türkiyesi’nde bazı gazeteciler bu işlevi yüklenmiş gibi görünüyor: Barış Pehlivan, Çiğdem Toker, Barış Terkoğlu, İsmail Saymaz, Murat Ağırel, Timur Soykan, Murat Sabuncu, Bahadır Özgür… Benim gençliğimden Uğur Mumcu bu kategoride insanlar. Bir dönem bilim insanlarına böyle bir rol düşmüş: İtalyan filozof ve gökbilimci Bruno bilim yolunda yakılmış… Astronom ve fizikçi Galileo ise aynı yolda benzer bir kaderi paylaşmaya bayağı yaklaşmış.

Bu tipolojinin herhangi bir dünya görüşünün ya da coğrafyanın tekelinde olduğunu varsaymak büyük bir hata olur. Ülkemizdeki en yaygın mezhebe ismini vermiş Ebû Hanîfe’nin Emevi muktedirlerinin kadılık teklifini doğruculuk ilkesinden taviz vermeyi gerektirebileceği endişesiyle reddettiğini ve bunu hayatıyla ödediğini unutmamamızda yarar var. Ya da 1989’da Tiananmen’deki gençlik itirazını bastırma görevi verildiğinde Çin’in en önde gelen generalinin “Ben Çin Silahlı Kuvvetleri’ne Çinli üniversite öğrencilerini öldürmek için katılmadım” dediğini aklımızın bir yerinde tutmak isteyebiliriz.

Doğru dillendirilemediğinde önemli bir zayiat adalet ve güven alanında oluşuyor. Güzel ülkemizde söz düzeyinde adaletin önemini yadsıyan kimse yok. Mahkeme duvarlarında “Adalet Mülkün Temelidir” yazıyor. Bazen Nizâmülmülk’e, bazen de İbn Haldûn’a referansla Adalet Dairesi’ni kadim devlet teorimizin temeli olarak anlatmayı seviyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan adaletsizliğin devletleri çürüteceğinden bahsediyor. Bana en veciz gelen tespit Konfüçyüs’ten: Bir toplum için en önemli üç değişkenin ne olduğu sorulduğunda Konfüçyüs, “Gıda, güvenlik, güven” cevabını veriyor. Hocalarını sıkıştırmak isteyen öğrencileri bu üçlüden ikisini bırakmak zorunda kalsa hangisini tutacağını sorduğunda, Konfüçyüs “güven” cevabını veriyor. Bu Çinli bilgenin tercihindeki mantık şu: Gıda ve güvenlik tabii ki yaşamsal ama güven bir şekilde kalmamışsa, gıda ve güvenlik arzı için gereken toplumsal organizasyon, işbirliği imkansız hale geliyor. Halbuki güven yerindeyse diğer iki yaşamsal değişkeni tekrar üretmek mümkün. Dolayısıyla toplumsal güvene zarar gelmemesi en elzem olan.

Çağdaş sosyal bilimde bu tespitleri destekleyen çalışmalar bulmak mümkün ama daha anlamlı gelen veriler gerçek dünyadan. Mesela Wikileaks sayesinde Batılı diplomatların Almanya ile Rusya arasında kalan ülkeler ve toplumlar için “feral nation” (yabani toplum) dediğini; içlerinde yeterince erdemli insanlar olmadığı için burunlarının hiçbir zaman b.ktan kurtulmayacak olduklarını söylediğini biliyoruz. Daha dolaylı betimlemeler kullanan sosyal bilimcilerin anlatımı yerine güç kullanan karar vericilerin ne düşündüğünü, nasıl karar verdiğini bilmek ilginç oluyor.

Mehmet Akif’in İstiklal Marşı’ndaki “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklal” dizesi çoğumuzun ezberinde ama bu dönemin işaret ettiği nedenselliğe yeterince kafa yorduğumuzu sanmıyorum. Hakk’a tapıyor olmak niçin bizi bağımsızlığa ehil kılsın? Adalet hedefi olmayan bir toplum olmasaydık bağımsızlık iddiamız olmayacak mıydı? Bu meselelere bağlı olarak benim odaklanmak istediğim örnek Kongo. Coğrafi boyutu, çok zengin doğal kaynakları sayesinde Kanada’dan farksız bir ülke olması gerekirken Kongo sadece çok fakir değil, aynı anda sekiz komşusu tarafından işgal edilecek kadar da güçsüz bir ülke. Ülkenin sosyal ve siyasi çürümesinin hikayesi çok hazin. Jason Stearns’ın Kongo’nun Çöküşü (2011) kitabı bu süreçleri iyi anlatıyor ve Kongo’nun güven rezervleri tamamen boşaldığı için temel refah ve asgari güvenlik üretemediğini gösteriyor.

Peki bu duruma düşmemek için ne yapmak gerekiyor? Ahşap bir yapı çökmeden çok önce tahta kuruları tarafından içten çürütülüyor. Yapının çökmesi 10 saniye sürüyor ama çöküşe giden yol on yıllarca önce başlıyor. Mesele çürüme konusundaki doğruları bize kimin haber vereceği.

İstatistikler her üç yetişkinden birisinin sigara içtiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, anlık haz adına uzun vadeli bedel ödemeye göze alan çok sayıda akranımız var. Ama neredeyse artık kimse çocuklarının yanında sigara içmiyor. Kişisel keyif adına kendi geleceğimizi riske etme hakkını kendimizde görüyoruz ama çocuklarımızın geleceğini riske etme hakkını kendimizde görmüyoruz. Peki çocuklarımızın yaşadığı ahşap evin birden çökmemesi için, geri dönüşsüz çürüme süreçlerine karşı uyanık olma, sesimizi yükseltme sorumluluğumuz olabilir mi? Eğer böyle bir sorumluluğumuz varsa, Ebû Hanîfe’lere, Uğur Mumcu’lara gözümüz gibi bakalım. Geçen yazıda da bahsi geçtiği üzere marifet iltifata tabidir… Her durumda gerçeği söylemeye kararlı insanlarımıza şükranlarımızı ifade etmeyi ihmal etmemek en asgari sorumluluğumuz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.