Hayatım boyunca hayatın bir anlamı olup olmadığını sorguladım. Kendimi ve neden var olduğumu. Önce tanrıyı ve amacını anlamaya çalıştım. Sonra aslında var olup olmadığını. Acaba bu sessiz varlığa biz mi kendi kabımızca anlamlar yüklüyorduk? Dünya tarihi boyunca insanların hakkında sürekli atıp tuttuğu varlık, bir kez olsun söze girip kendisi hakkında yorum yapmıyordu.
Uzun yıllar hayatımın anlamını sorguladıktan ve kendime yaşamak için bir amaç belirlemeye çalıştıktan sonra bir gün birden bire “Aslında belki de hayatın hiçbir anlamı yoktur” deyiverdim. Belki de sadece var olmak istediğimiz için var olduk. Belki de öylesine var olduk ve bir anlam bulmaya çalışırken dünyayı çekilmez kılan bizizdir. Ve o anda sırtımda taşıdığım tonlarca ağırlık küt diye iniverdi. Kuş gibi hafifledim ve düşünmeye başladım. Ben bu hayatta ne zaman mutlu, huzurlu oluyorum? Hiçbir şey yapmadığım zamanlar, bir şeyi bir sebepten ötürü yapmadığım zamanlar, bir şeyi sadece sevdiğim için veya tadını çıkarmak için yaptığım zamanlar mutlu oluyordum. Hedonistik bir zevk âleminden bahsetmiyorum. Mesela birine yardım ederken cennetten yer ayırtmak için değil, iyi bir insan olmak için bile değil, sadece o an onun yanında olmak için yapıyorsam mutlu oluyorum. Doymak için değil de lezzet almak için yemek yediğimde mutlu oluyorum, gibi. Bir amacım olduğu an bir kavga başlıyor, bir mücadele ve devamında savaş. Zafer, beraberlik veya mağlubiyet geliyor ardından. Ve işler çirkinleşiyor.
Hayatın anlamsızlığını bir defa anladınız mı, hayatın gerçek tadını da almaya başlıyorsunuz. Ve o tadın haricindeki her şey size fuzuli görünmeye başlıyor. Hayatın içinde öylece var oluyor olmanın haricindeki her şey bir araca dönüşüyor. Dünya böyle inşa edilmiş olduğu için görevlerimi bir an önce yapıp, kurtulup ait olduğum anlamsızlığa dönmek istediğim bir süreç yaşıyorum ve bunu kısıtlayan veya engelleyen her şey dengemi bozuyor.
Anlamsızlığın anlamını bir defa anladıktan sonra, daha önceki doğuşlarınızdan başka bir doğuş yaşıyorsunuz. Uykudan uyanmıyorsunuz da tıpkı bir bebek gibi doğuyorsunuz bu sefer. Yeniden başlıyorsunuz hayatı tanımaya. Bir bebek gibi yeniden bakıyorsunuz ellerinize ve onları güneşe tutup anlamaya çalışıyorsunuz gücünüzü. Bu ellerle neler yapabilirim? Parmaklarınızı kıpırdatıyorsunuz iradenizin sınırlarını anlamak için. Ve uzaklaştırıp bir daha bakıyorsunuz, bu ellerle neler yapabilirim? Kime nasıl dokunabilirim? Onlar bana nasıl ve ne kadar dokunabilir. En yakınlarınızdan başlayarak yeniden ad veriyorsunuz her şeye. Evlat, anne, baba, kardeş, akraba, ev, iş, ben? Bu sefer kendinizi kandırmanız gereken bir yalan yok ya, her şeye daha doğru anlamlar vermeye başladığınızı hissediyorsunuz ve hemen her şeye bıyık altından gülmeye başlıyorsunuz. Daha çok susmaya, dinlemeye, işlerin hakikatini anlamaya başlıyorsunuz. Herkesi ve her şeyi dinliyorsunuz. Ve sonra tıpkı konuşmayı yeni öğrenen bir bebek gibi hiç durmadan soruyorsunuz. Bu ne, bu kim? Ve cır cır ötmeye başlıyorsunuz yeni öğrendiğiniz şeylerle. Sanki onu ilk defa siz keşfetmişsiniz gibi.
Etrafınızdaki insanlar sizi ne sevebiliyor, ne kızabiliyor. Çocuk işte deyip geçiyor bu minik çokbilmişliklerinize. Hayat kendini tekrar eden bir daire olmaktan çıkıyor ve bir spirale dönüşüyor. Hayatınız boyunca aynı yolu tekrar, tekrar, aynı noktalarda ama farklı katlarda yeniden yürüdüğünüzün farkına varıyorsunuz. Ben buradan geçmiştim ama o zaman şöyle biriydim ve şöyle düşünmüştüm şimdi böyle biriyim ve böyle düşünüyorum demeye başlıyorsunuz. Spiralin başlangıç noktasını biliyorsunuz ama bitiş görünmüyor çünkü siz adım atmaya devam ettikçe yeni yol inşa ediliyor. Ve siz aynı insan olmayı terk edip yeni şeyler keşfettikçe, yukarı katlarda aynı boylamlarda yeni anlamlar keşfediyorsunuz.
Bu süreci idrak ettikten sonra çok fazla şey gözünüze batmaya başlıyor. Savaşlar gözünüze batıyor; hırslar, kudurmalar, kavgalar canınızı sıkıyor. Ve bunların en büyük müsebbipleri dinler ve ideolojiler gözünüze batmaya başlıyor. Büyük laflar canınızı sıkmaya başlıyor. Hayatın anlamsızlığının içerisindeki büyük laflar ve büyük kavgalar aptalca gelmeye başlıyor. Basitçe “yaşamak” neden zor geliyor diyorsunuz ve kavramaya başlıyorsunuz. Herkes o kadar da güçlü değil. Herkes yapıp ettiklerinin sorumluluğunu alacak denli kendini gerçekleştirmiş değil. Neyi neden yapıp ettiklerini anlamak için büyük kitlelerin içinde kaybolabilmek için icat ettikleri ve dâhil oldukları büyük kamplara bakıyorsunuz. Kim neyi elde etmek için hangi kampa yazılıyor? İnsanlar özgürce delirebilmek, özgürce tecavüz edebilmek, özgürce katil olabilmek yani ehlileşmemiş vahşi doğalarını yaşayabilmek için bir bahaneye sığınıyorlar. Çünkü zayıflar mitleri icat ederken, güçlüler kuralları icat etmişler ve bu çetin şartlarda zayıf kalmak bir suçmuş gibi görünüyor. Suçlarına bir kılıf bulmalılar.
Anlamsızlığın anlamını ilk keşfettiğimde düşünmüştüm, nasıl yenebiliriz insanı birbirine kırdıran bu dinleri ve ideolojileri? Zaten insanın binlerce yılda inşa ettiği tahtadan atı ve zırhlarını ona sezdirmeden nasıl çekip alabiliriz. Sezdirerek alabilir miyiz? Hayır, linç ediliriz.
Beni bütün bu düşüncelere iten olay, hayatın anlamını bulma gayretimdeki son eşiği aştıran olay, 2017 yılında Sakarya’da işlenen korkunç bir cinayetti. Hatırlar mısınız bilmem. Suriye uyruklu dokuz aylık hamile bir kadın Emani Al-Rahmun ve on aylık bebeği, eşinin iş arkadaşları tarafından öldürülüyor. Hiçbir açıklaması, hiçbir izahı olmayan saf kötülük. “Beni kışkırttı”, “Bana sataştı” vs. denebilecek hiçbir açıklama yok sığınabileceğimiz. Sadece iş arkadaşlarının eşini görüyor, göz koyuyor ve planlayarak evine girip kadına tecavüz etmeye kalkıyorlar. Tecavüze yeltenirken kadının on aylık bebeği uyanıyor ve ses yaptığı için bebeği oracıkta boğarak öldürüyorlar. Şimdi sizden ağır bir şey isteyeceğim. Beni o gün bu gündür aklıma geldikçe ağlatan bir şey. Kendinizi Emani’nin yerine koyun. Hamileliğinizin son aylarındasınız, oldukça sancılı günler. Bir yandan bir bebeğe bakıyorsunuz ki değil hamile bir kadın için normal bir kadın için bile bir yaşını doldurmamış bir bebek büyük bir yorgunluktur zaten. Bu zor günü nihayete erdirmiş, dinlenmek istiyorsunuz. Gece yarısı birden bire evinize giriliyor, saldırıya uğruyorsunuz. O an hamilesiniz yani içinizde kendinizle birlikte, kendinizden dolayı korumanız gereken bir bebek de var. Onu ve kendinizi korumaya çalışırken henüz bir yaşında bile olmayan bebeğiniz gözünüzün önünde boğularak öldürülüyor. Biricik bebeğiniz gözünüzün önünde öldürülmüşken, yani onun korkunç acısını yaşarken tecavüze uğruyor ve öldürülüyorsunuz. Hem bedeninize hem zihninize hem duygularınıza hunharca tecavüz ediliyor. Bu şiddeti tahayyül edemiyorum. Cinayeti okuduğum an bütün detaylarını öğrenmek, katilleri görmek istedim. Katilin yüzündeki ifadeyi. Nasıl biri böyle bir caniliği tasarlamış ve eylemiş olabilirdi? Neden? Bir insan nasıl böyle bir insana dönüşebilirdi? Cinayetin ardından Emani’nin eşinin bir cümlesi aklımdan hiç çıkmıyor. “Emani’nin eteği kan içindeydi.” Zavallı, kendi halinde yaşamaya çalışan Emani’nin eteği kan içinde.
Emani’nin ve bebeğinin cenaze töreninde mülteci bir kadın “Biz de tacize uğruyoruz, sesimizi çıkaramıyoruz. Mahkemeye başvurmak istedik bir şey çıkmaz dediler. Sürekli bu sorunlarla karşılaşıyoruz, evimize giderken bile korkarak gidiyoruz” diye haykırmıştı.
Cinayetin ardından baba Halid Al Rahmun “Ben onlara ne yaptım ki bana böyle bir şey yaptılar” diye olayın sebebini anlamaya çalışırken caniler “kandırıldıklarını” iddia ederek birbirlerini suçluyorlardı.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kandırılmak, iradesi elinde olmayan bir insanın sığındığı boş bir liman. Ancak biz biliyoruz ki bu bile isteye kendini kandırmak. Kötülüklere giydirilebilecek kullanışlı bir sığınak kandırılmak. Bu günlerde sayıları binlere varan kalabalık bir grup erkek, bugüne kadar “kandırıldıkları” hissiyle sadece bıyıklarını keserek bir siyasetten soyunuyorlar. Bir tıkla e-devletten, bir bıyık keserek bir davadan istifa ediyorlar. Bir cinayetten dolayı daha önce farklı bahanelerle cinayetler işlemiş Mafya Hareketi Partisi’nden istifa ediyorlar. Milliyetçi diyemiyorum, kusuruma bakmasınlar çünkü ben o hareketten keyfi cinayetler, mala çökme, uyuşturucu ve kadın ticareti haricinde vatan için yapılmış bir eylem göremedim hiç. Siz gördünüz mü, duydunuz mu? Bu vatana şunu milliyetçiler kazandırmıştır diye bir kazanım duydunuz mu hiç?
Gazeteci Hrant Dink o “dava” yüzünden öldürülmüştü. Katili askere uğurlar gibi ardına ve eline bayrak gererek cezaevine gönderenler, hatıra fotoğrafı çektirenler aynı adamlardı. Aynı adamlardı İstanbul pogromunu düzenleyenler. Bu cinayeti diğer cinayetlerden farklı kılan neydi? Neydi o kapı girişi bıyıklarını önce bırakmaya, sonra kesmeye ikna eden?
Doğmadan önce tercih hakkı bulunmayan, ana ve babasının milliyetini kendisine yüce bir dava edinmiş, sadece o milliyetten doğmakla diğer milliyetten doğanları aşağı gören bir “dava”. Bu davaya hizmetkâr olmaya başlıyorsunuz ve derhal suratınızın ortasına şakırt diye bir parti logosu kaşeleniyor. Logonuz kapı girişi bir bıyık. Siz artık bir milliyetçisiniz. Herkes sizi o bıyıktan tanıyor. O bıyığı görenler sizin ağzınızdan çıkacak sözlerin hangi kapıları açacağını ve kapayacağını çok iyi biliyor. “Senin derdinin dermanı bizde kardeş” diyorsunuz o bıyıkla. O bıyık sayesinde işlediğiniz cinayetlere verdiğiniz anlamlar sorgulanmıyor. O bıyık sayesinde kadın pazarlarken erkekliğiniz sorgulanmıyor. O bıyık sayesinde size ait olmayan kazançlara el koyabiliyor ve başkalarının ağızlarını sıkıca kapayabiliyorsunuz. Ne de olsa her yolun mubah olduğu kapı logosu, sizin suratınızın ortasına aşk edilmiş.
Ve bir gün davanızın hizmetkârı bir kardeşiniz, sırf dava arkadaşlarının çıkarları ile çakıştığı için öldürülüyor. Bu cinayeti diğer cinayetlerden ayıran hiçbir şey yok özünde. Peki, onlar için anlamı ne? Neden bıyıklar kesilerek istifa dilekçesine döküldü? Çünkü o bıyık bir garantiydi. O bıyığı taşıyanların ardında devlet vardı. Şimdi ise devlet o bıyığı tanımamış, kapıyı öz evladının suratına kapatmıştı. Artık suratınızın orta yerine kaşelenen bu bıyık çok küçük bir grubun dilediği yere çıkıyordu. Bu kadar basit işte. Bu kadar basit “kandırılmak”. Bir dava uğruna türlü suçlara bulaşma ehliyeti kazanmak. O dava uğruna düşman olmak, yok saymak, küfretmek, tecavüz etmek, öldürmek. Bu sefer o bıyık kendilerini koruyamayınca davanın perdesi düşüverdi. Birden fark ettiler kendi suratlarına aşk edilen bu bıyık, genel başkanlarının suratında yoktu!! Meğer onlar, meğer onlar!! Onlar şimdi sadece bir bıyığı keserek kendilerini inşa etmeye çalışıyorlar.
Zor bir işe giriştiniz, dağların, taşların reddettiği emaneti üstlenmeye kalktınızsa. Gazanız mübarek olsun.