Karanlık bir cinayet, kötü haberler getiren bir ulak gibi Türkiye’nin gündemine düşüyor. 19 Ocak 2007’de gazeteci Hrant Dink, bir yıl önce Sabiha Gökçen’in Ermeni kökenli olabileceği yönündeki “Sabiha Hatun’un Sırrı” isimli röportajı yayınladığı, Genel Yayın Yönetmeni olduğu Agos Gazetesi önünde başının arkasından vurularak öldürülüyor.
Cinayet 17 yaşında bir gencin üzerine yıkılmak üzere tezgâhlanmış. Ancak bu cahil çocuk cinayetin ardından Türk polisi tarafından askere uğurlanır gibi ardına bayrak asılarak cezaevine gönderiliyor. Görüntüler infial yaratıyor. Dink’in cenazesine binlerce insan katılıyor. Azmettiricilerin böyle bir tepki ve sahiplenme beklediklerini hiç sanmıyorum. Cenazede atılan sloganlar Türkiye için bir kırılmaydı.
Hrant Dink’in ölüm haberini duyduğumuzda cenazesinde gördüğüm manzara kafamda bir şeyleri yıkıyor, cenazede ve sonrası protestolarda taşınan “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” pankartları iki kutuplu sandığım devletin başka bir kutbunu fark ettiriyor. Giderek güçlenen ve kayıtsızlaşan, katili onurlandıran hükümete karşı bu duruş hoşuma gidiyor. İnsanların açıkça tüm kalıplara karşı göğüs germesi beni de içine alıyor. Demek ki haksızlığın karşısında cesur cümleler kurup bir arada olabilecek başka mahalleler var. Ne eski Türkiye’nin ne yeni Türkiye’nin kodlarına uymayan, dini ya da milliyeti kutsamayan, insandan yana binlerce insan var, vay be! O an ben de onlardan hissediyorum kendimi. İlk defa tereddütsüz taraf olabiliyorum, insandan yana. Ancak ailemle belirgin bir şekilde ayrılıyorum. Onlar, her ne kadar ardına bayrak asılmış katilden rahatsız olsalar da cinayetten rahatsız değiller. Sadece katilin onurlandırılmasından utanıyorlar, zira muhafazakârlar her şeyi ancak üstü örtüldüğü an gönül rahatlığıyla kabul ederler. Üzerini örttükten sonra her haltı yiyebilirsiniz. Yeter ki onlara sunacağınız bir açıklamanız olsun, “Yedik ama şundan yedik” demelisiniz, ya da “Biz yapmadık, kim yaptı onu da bilmiyoruz” demelisiniz elinizde cinayet silahı olduğu halde. Bu yüzden göstere göstere işlenen bu cinayeti devlete yakıştıramıyorlar.
6 Mart 2007’de Türkiye AKP dönemindeki ilk sansür deneyimini yaşıyor, Atatürk’e hakaret edilen videolar sebebiyle YouTube kapatılıyor. Yaşanan olaylar üst üste geldikçe hükümet, hakkında yapılan muhalif yorumları onaylar biçimde bir profil çizmeye başlıyor gözümde.
Bir önceki işimden ayrılmamın ardından kısa bir süre işsiz kaldıktan sonra teyzeme yakın başka bir eczanede kalfa arandığını öğreniyorum. Başvuruyorum ve “Deneyelim” diyorlar. Hem maaşım biraz daha artıyor hem bu sefer şehir merkezine gidiyorum. Yani evden biraz daha uzağa gidiyorum, haliyle zincirim biraz daha geriliyor, zayıf bir halkanın ucu iyice aralanıyor. Para kazandıkça, eve katkı sağladıkça çalışmam mesele olmaktan çıkıyor. Yeni iş yerimde kendi bilgisayarım da var. Her gün işten artan zamanlarda bir sürü köşe yazarını ve gündemi takip ediyorum. Kendi mahallemi zaten biliyorum, bu yüzden sadece muhalifleri okuyorum. Siyaset gündemi her zamanki gibi gergin. Özellikle cemaat yapılanmasının iyice ifşa olmaya başlamasından ve hükümetin bildiği yoldan giderken sergilemeye başladığı saygısız, hoyratça tavırdan utanç duymaya başlıyorum. FETÖ’nün borazanı gazetecilerin hükümeti ve FETÖ’yle giriştiği flörtöz tavırları övmesi, hükümeti gözümde iyice şüpheli konuma düşürüyor. Yanlış yola saptılar. Yanlış adamlarla yanlış işler yapacaklar ve her şeyi mahvedecekler endişesi taşıyorum. Aslında ailem de aynı endişeyi taşıyor çünkü Gülen yapılanması diğer cemaatler için her daim cüzzamlı muamelesi görmüştür. Diğer cemaatlerce uzak durulması gereken Amerikan uşağı bir yapılanmadır. Lideri aslında bir papaz dedikoduları dolaşmaktadır. Papaz olup olmaması umurumda değil ama benim için de her daim bir adamın kendi kendine akıl edemeyecek kadar karanlık ajandası olduğundan şüphelendiğim bir yapı.
Yayın organları “Sızıntı” nereye sızmaya çalışmaktadır, “Zaman” neyi geri saymaktadır? “Samanyolu TV” hangi hayali kurmaktadır? “Nokta” neyi nihayetine erdirmeyi amaçlamaktadır? Türkiye’de faaliyet gösteren bir cemaatin Afrika’da, Avrupa’da, Asya’da ne işi vardır, lideri neden Amerika’da yaşamaktadır? AKP’li vekillerin ve gazetecilerin Amerika’da Gülen’le fotoğrafları çıktıkça iyice mide bulandırmaya başlıyor. Ancak o dönemler lafı edilmeye başlanan Ergenekon yapılanması vs. sebebiyle çevremde şu düşünce hâkim: “Erdoğan geçici olarak onlarla işbirliği yapacak ve eski Türkiye’nin vesayet rejimini eledikten sonra onları da saf dışı bırakacak. Adamlar devlete çok önceden yerleştiği için Erdoğan onlarla işbirliği yapmaya mahkûm. Erdoğan kendi kadrosunu devlete yerleştirene kadar bir süre bu mide bulandıran ilişkiye göz yummak zorundayız.” Ancak bu ilişkiden peyda olacak çocukların başlarına bela olacağını hiç hesaba katmıyorlar. Ben ise bir yandan başörtüsünü gündemine dahi almamasına içerliyor, bir yandan FETÖ’yle iş tutmasından rahatsız oluyorum. Okuduğum, izlediğim muhalif yayın organlarının endişelerine katılıyorum.
Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi doluyor ve AKP cumhurbaşkanı adayı olarak Abdullah Gül’ü çıkarıyor. 12 Nisan’da Genelkurmay Başkanlığı’nın düzenlediği ve birçok köşe yazarının katıldığı bir basın bilgilendirme toplantısında, seçilecek yeni cumhurbaşkanının “Atatürkçülüğe, laikliğe ve cumhuriyetin temel ilkelerine sözde değil, özde bağlı” bir cumhurbaşkanı olması gerektiği belirtildi. Bu açıklamadan iki gün sonra, 14 Nisan’da Ankara’da Anıtkabir’in önünde ilk Cumhuriyet Mitingi düzenleniyor. Bazı kaynaklara göre birkaç yüz bin kişi, bazılarına göre 1,5 milyon kişinin katıldığı miting dindar kesim için büyük bir gözdağı.
Mitingin ardından AKP’li bakanlar arasındaki genel görüş mitingin demokratik bir hak olduğu ve yasalara uygun olduğu sürece normal karşılanması gerektiği yönünde. Başbakan Erdoğan mitinge katılanları “Bindirilmiş kıt’alar” olarak tanımlarken, dönemin AKP Grup Başkanvekili Eyüp Fatsa “Biz de miting düzenlersek on katı kalabalık toplarız. Her kalabalık sonrası Meclis kararını mı değiştirecek? Bu Meclis iradesine müdahale olur” diyordu.
O dönemler AKP’ye yakın olan gazeteci Nazlı Ilıcak, mitingi “Ergenekon’un organizasyonu” olarak nitelendiriyordu.
18 Nisan’da Zirve Yayınevi katliamı gerçekleşiyor. Malatya’da Hristiyanlık konulu kitaplar basan Zirve Yayınevi’nde çalışan üç kişi boğazları kesilerek öldürülüyor. Bu katliam daha sonra FETÖ tarafından Mart 2011’de Ergenekon soruşturması kapsamına alınacak ve emekli Orgeneral Hurşit Tolon’da bu davaya dâhil edilecek. 17 Mart 2011’de dönemin Malatya Jandarma Alay Komutanı olan emekli Albay Mehmet Ülger’in de aralarında bulunduğu 20 kişi gözaltına alınıyor. Davada müdahil avukatlardan Erdal Doğan da Zirve katliamıyla Ergenekon soruşturması arasında fiili bağlantılar olduğunu, yayınevi davasının Kafes Eylem Planı davasıyla birleşmesini talep ediyor. Emekli Orgeneral Tolon, 11 Haziran 2014’te Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülen Zirve Yayınevi katliamı davasında tahliye kararı çıkınca serbest bırakılıyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Dokuz yıl süren yargılamaların sonunda 28 Eylül 2016’da verilen kararda ikinci ek iddianameyi hazırlayan savcıların meslekten ihraç edildiğini, yargılamayı yapan hâkimlerin meslekten ihraç edildiğini, FETÖ kapsamında tutuklandıklarını, gizli tanık İlker Çınar’ın suç uydurduğu, yalancı şahitlik yaptığı, mahkemeye sunduğu belgelerin sahte olduğunun ortaya çıktığı dile getiriliyor. Mahkeme heyeti, davaya daha sonra dâhil edilen sekiz asker, iki sivil hakkında tüm suçlamalardan beraat kararı veriyor. FETÖ’nün orduya sızma planları uğruna yıllarca insanlar hiçbir ilgilerinin bulunmadığı olayların suçları üzerlerine yıkılarak mahkemelerde ve cezaevlerinde sürünüyor.
27 Nisan günü cumhurbaşkanlığı seçimi için Meclis’te yapılan oylamada toplam 361 oy kullanılırken Abdullah Gül 357 oy alıyor. Ancak oylamanın hemen sonra CHP, Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi için 367 oy gerektiği iddiasıyla seçimi Anayasa Mahkemesi’ne taşıyor. Aynı gece saat 23.20’de Genelkurmay Başkanlığı web sitesinde, kamuoyunda e-muhtıra olarak nitelendirilen bildiri yayınlanıyor. Eski Türkiye’ye göz kırpılıyor, halkın zihninde Kenan Evren hatıraları canlanıyor.
1 Mayıs’ta Anayasa Mahkemesi, CHP’nin yaptığı başvuru sonucu, cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunu anayasaya aykırı bularak iptal etti. Dindarlar yine bir haksızlıkla karşı karşıya olduklarını düşünürken, laik kanat 14 Nisan’da başlayan ve farklı illerde devam eden beş cumhuriyet mitingi ile iyice dindar kimliğe bürünmeye başlayarak avuçlarının arasından kayacağından korktuğu devleti dindarlardan korumaya çalışıyor.
Türkiye tarihinin en büyük mitingi olarak nitelendirilen son Cumhuriyet Mitingi, 13 Mayıs’ta İzmir’in Gündoğdu Meydanı’nda yapılıyor.
16 Mayıs’ta Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in görev süresi tamamlandı ama kimse seçilemediğinden göreve devam ediyor.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı olmasını istemeyen laik kanat yüzünden birden bire erken seçim gündeme geliyor, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan erken seçime gitme kararı alıyor. Türkiye yine bir laik ve dindar gerilimi ile çekiştiriliyor. Biz? Başörtüsü düzenlemeleri? Bu kadar gergin bir gündemde elbette lafı bile olamaz. Henüz gündeme gelemez. Önce laik paşaların ve elitlerin tasfiye edilmesi lazım. Ancak o laik paşalar ve endişeli laikler benim gibileri devlette istemezken, FETÖ gibi yapıların da devlette kadrolaşamamasının kısmen güvencesi. Karma karışık duygular ve kaygılar içerisindeyim. Erdoğan laiklerle savaşında elbette bizi de dilinden düşürmüyor ancak problemi çözeceğine dair hiçbir adım yok. Yaptığı rektör atamaları ile kısmen bir rahatlama sağlanıyor ancak kesin çözüm yok. Bu seçim erken seçim olduğuna göre belli ki bu seçimde çözülmeyecek. E önünde daha yerel seçimler var. Orada da elbette en gözde vitrin süsü olarak benim gibileri kullanmaktansa neden çözsün ki? Bizim meselemizin çözümü demek ki ta bi’ sonraki genel seçimlerde. Ve fark ediyorum, başörtüsü meselesini çözmemesi laiklerin alerjisini kaşırken, bizi de ona bağımlı kılıyor. Artık tüccar Erdoğan’ı iyi tanıyorum, sistemi delerek kısmi bir rahatlama sağlıyor, bize sus payı veriyor ancak iki seçim daha kullanmak varken neden şimdi çözsün ki?
Devleti dönüştürmeye kalkan, bunu yaparken FETÖ gibi tehlikeli bir örgütle işbirliği yapmaktan sakınmayan, yerelde ve genelde ayyuka çıkmaya başlayan yolsuzluklara ses çıkarmayan Erdoğan’ı olduğu gibi kabul etmeye başlıyorum. Artık onun adına iyi niyet okumaları yapmak nafile bir çaba. Genel seçimler için belirlenen vekiller hep şehrimin şüpheli zengin muhafazakârları ya da doğrudan kimsenin güvenmediği şaibeli insanlar. Ahali bir yandan seçilen milletvekili adayları için “Başka adam mı kalmadı?” diyor, bir yandan da “İşler hızlı yürüsün diye böyle adamlarla çalışıyorlar her halde, ne yapsınlar?” diyor. Yapılan her yeni icraatı sorgusuz sualsiz kabul edip iyi yanlarını sayıp dökmeye başlıyorlar.
Mesela Karadeniz sahil yolu açılıyor ve bizimkiler gerine gerine, “Var mıydı bu zamana kadar böyle bir şey?” diye gurur duyuyorlar. Mide bulandıran müteahhit hikâyelerini duydukça “Sanki eskiden yenmiyor muydu?” deniyor ve o meşhur cümle ilk defa kuruluyor “Çalıyorlar ama çalışıyorlar da.” Bu cümle karşısında nötr kalıyorum, ben bilmiyorum ama onlar biliyorlar öncekiler de çalıyorlarmış. Çalışmadan çalamayacaklarını yıllar sonra anlayacağım, çalmak için çalışmak zorundalar, daha çok çalmak için daha çok çalışmak zorundalar.
Yeni eczanede gün geçtikçe her şeyi ben yapmaya başlıyorum, kurum faturalarını tek başıma kesiyorum, binlerce lira ödemenin geri dönmeden alınmasını sağlıyorum ama hâlâ 400 liraya çalışıyorum ve sigortam da yok. Eczacım dokuz yılda biyolojiyi bitiren ve sadece müşterilerle ilgilenen kardeşine sigorta yapıyor ancak bana yapmıyor. Bu durum gittikçe zoruma gidiyor, “Her işi ben yapıyorum, benim sayemde dönüyor eczane, neden bana değil de kardeşine sigorta yaptın?” diyorum, “Ama o üniversite mezunu sen lise mezunusun” diye cevap veriyor. Mantıksız bu cümleyle göz göre göre hakkımı yiyor. Bu cümle beni hem kırıyor hem de köşeye sıkıştırıyor. Ya okuyacağım ve elime mesleğimi alacağım ya da hayatım boyunca sömürüleceğim. Eczacımı uyarıyorum; “Ya bir hafta içinde sigortamı yaparsın ya da bırakıyorum.” Beni ciddiye almıyor. Bir hafta sonra önlüğümü çıkarıp, kalemleri kalemliğe bırakıp “Ben gidiyorum” diyorum. Afallıyor ama yapabileceği bir şey de yok, pişman olup döneceğimi sanıyor.
Son maaşımla üniversiteye hazırlık kitapları alıp evde kendi kendime üniversiteye hazırlanmaya karar veriyorum. Üniversiteye gitmek için evdekilerden izin almıyorum çünkü artık bu deli kızla uğraşılmayacağını çok iyi biliyorlar. Erdoğan’ın dindar rektörlerinden birinin yönettiği bir üniversiteye gideceğimi, böylece baş açmak zorunda kalmayacağımı söylüyorum. Şüpheli ama kabul edilebilir bir durum. Yeniden bir evlilik bahsi geçiyor tam o dönem. Bu sefer ailem bir mühendisle görüştürmek istiyor beni, “Çok istiyorsan evlenince okursun” diyorlar. Görüşüyorum ama konuşmaktan aciz bu adamla evlenmek bana göre değil diye reddediyorum. Bütün ısrarlara rağmen reddedince bir kez daha ailenin anlaşılmaz ucubesi ilan ediliyorum çünkü en büyük idealim bir erkeğin karısı olmak olmalıyken, bu cahil halimle onu nasıl reddedebilirim? Ben kimim ki okumuş bir adamı reddediyorum. Anneannem senelerce ben evleninceye kadar beni gördüğü her ortamda birden bire öfkeyle aynı cümleyi kurup durdu: “Neymiş, çocuk lâlımış”. Hem eczacının hem ailemin sebebi olmadığım bir ayıbın üzerinde tepinip beni aşağılaması okuma konusunda daha da biliyor beni.
Bir aile büyüğüm “Dershaneye yazıl ben ödeyeceğim” diyor. Havalara uçuyorum. Derhal “FETÖ’ye ait olmayan” iyi bir dershaneye yazılıyorum. Yıllardır eğitimden uzak kaldığım için Türkçe haricindeki tüm dersler benim için zorlayıcı. Coğrafya ve tarih genel kültürden biraz kurtarıyor ama kimya, biyoloji ve korkulu rüyam matematiği hiç bilmiyorum. Etüt hocamdan rica ediyorum “Hocam, tıpkı bir geri zekâlıya anlatır gibi tüm detaylarıyla anlatın, çünkü ben hiçbir şey bilmiyorum” diyorum.
Diğer öğrenciler 90’lı ben 84’lüyüm ama minyon tipli olduğum için hiç sırıtmıyorum. Hikâyem, azmim ve sohbetim ilgilerini çektiği için kaynaşıyoruz. Sınıfta koyu AKP’li bir arkadaşım var, o da siyaseti yakından takip ediyor. Onunla sürekli FETÖ ve Erdoğan’ın ajandası hakkında tartışıyoruz ve artık iyiden iyiye Erdoğan’a karşı bilenmeye başladığımı hissediyorum.
Cumhuriyet mitinglerinin kalabalığı cemaatin ve ailemin gözlerini korkutuyor. Neredeyse tüm sülale Erdoğan’ın etrafında kenetleniyor. Ailem geri zekâlı olduğumu, hele hele cumhuriyet mitingleri sonrası bu seçimin hayati önem taşıdığını söylüyorlar ama ben onlardan ayrılıyorum. Elini kana bulayan ve bununla gurur duyan, şüpheli bir örgütle devlet içerisinde işbirliği yapmaktan çekinmeyen, şüpheli saldırı ve cinayetlerin öznesi olmaya başlayan, yolsuzlukları ayyuka çıkmış bir yapıya artık destek veremem. Ancak mitinglerde gördüğüm tablo beni de ürkütüyor. Erdoğan’a oy vermeyeceğim ama bu tabloda elim henüz CeHaPe zihniyetine gidemez. Hrant Dink cinayeti sebebiyle MHP’ye de veremem, güvenli liman olarak kendime Saadet’i seçiyorum.
22 Temmuz 2007’de düzenlenen erken genel seçimlerde AK Parti yüzde 46,58 ile 341 milletvekili, CHP yüzde 20,88 ile 112 milletvekili, MHP ise yüzde 14,27 ile 71 milletvekili çıkarıyor. DTP’nin desteklediği Bin Umut Adayları 22 milletvekilliği kazanırken, 4 bağımsız aday da Meclis’e giriyor.
Seçim sonrası ailemde büyük bir gurur ve zafer havası, bende ise Türkiye ne tarafa savruluyor kaygısı oluşuyor.
Bu olayların ardından 1971 ve 1980’de olduğu gibi askerlerin cumhurbaşkanlığı sürecine müdahil olmalarını engellemek isteyen Anavatan Partisi’nin teklifi ile Anayasa değişikliği yapılıyor ve bundan sonra cumhurbaşkanlarının beş senede bir doğrudan halk tarafından seçilmesi TBMM’de kabul ediliyor. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve CHP’nin itirazı üzerine bu değişikliği 21 Ekim 2007’de referandum ile halkoyuna sunulmasına karar veriliyor.
13 Ağustos’ta Abdullah Gül’ün 11. cumhurbaşkanı adaylığı kesinleşiyor. Gül, 28 Ağustos 2007’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçiminin üçüncü turunda 339 oy alarak Türkiye Cumhuriyeti’nin 11. cumhurbaşkanı seçiliyor ve nisan ayında başlayan Türkiye’nin 11. cumhurbaşkanını seçim süreci hükümetin galibiyetiyle sona eriyor.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi için yapılacak referandumun gerçekleşeceği günün ilk saatlerinde, saat 00:20’de Kuzey Irak’tan gelen terör örgütü PKK üyesi 150 kişilik grup, Dağlıca Komando Taburu’na saldırıda bulunuyor. Çatışmada 12 asker şehit oluyor, 16 asker yaralanıyor ve 8 asker de Kuzey Irak topraklarına kaçırılıyor.
Türkiye bir kere daha kaygı içerisinde seçime gidiyor ve referanduma sunulan maddeler yüzde 68 oy oranı ile kabul ediliyor. Bugün tartışılan bir kişi en fazla iki defa cumhurbaşkanı seçilebilir maddesi de bu referandumda kabul edilen maddeler arasında.
Kutuplaşmanın tırmandırıldığı, laik elitlerin bir an önce tasfiye edilmesi için FETÖ’ nün acil ihtiyaç listesine dâhil edildiği için iyice cesaret bulduğu 2007 yılının sonuna gelirken şüpheli bir olay daha gerçekleşiyor.
30 Kasım 2007’de Atlasjet’in World Focus’tan kiraladığı İstanbul-lsparta seferini yapan yolcu uçağı, Süleyman Demirel Havalimanı’na inişe geçtiği sırada düşüyor ve kazada 7’si mürettebat 57 kişi hayatını kaybediyor.
Kazada, “Toryumdan Nükleer Enerji Projesi” üzerinde çalışan, altı akademisyenin olması, kazaya yönelik şüphe ve sabotaj iddialarını ortaya çıkartıyor ancak kaza sonrası yapılan yargılama 30 Kasım 2019 itibarıyla zaman aşımına uğrayarak sonuçsuz kalıyor.
At izinin it izine karıştığı bu dönemin kilometre taşı faili meşhur cinayetleri ve şüpheli olayları umarım yeni Türkiye’de aydınlatılacak.