Kendimi bildim bileli siyasi dertlerim vardı, bu yüzden gazeteci oldum, yaptığım bütün işlerin siyasi bir sözü mutlaka oldu. Ama güncel, yani siyasi elitler arasındaki ucuz kavgalardan ibaret siyaseti bu kadar yakından takip etmemiştim hiç. Memleket daha öngörülebilir bir yerken, yani bizler, hepimiz, sanki evimiz yanıyor ve söndürmek için elimizden hiçbir şey gelmiyor gibi hissetmezken siyasetin bu türlüsünden kaçmanın bir yolunu buluyordum. Mesela hiç yoksa bir süre kenara çekilip başka şeylerle uğraşıyordum.
Çünkü siyasetin bu türlüsünü takip edebilmek için, takip ettiğiniz başka hiçbir şeyin kalmaması gerekiyor. Yalnızca yoğunluğu, aktörlerin sözüm ona kalabalıklığı değil mesele. Keşke sayılarınca farklılık taşısalar da bildiğimiz hikâye örüntülerinin dışında heyecanlar yaşasak biz de. Ama yok… Belli bir kalıba girmeyi kabul etmeyeni siyasetçi yapmıyorlar. O yüzden aslında kendilerini hayatta bildiklerini ve temsil edebileceklerini zannettikleri birkaç şeye indirgemiş insanların birbirleriyle benzeşe benzeşe katıldıkları bir yarıştan söz ediyoruz. Tabii ki öncelikle ve en çok anaakım siyasetten söz ediyorum.
Bize genellikle arzularımızı, düşlerimizi, beklentilerimizi, hiç yoksa çıkarlarımızı temsil edeceklerini vaat eder siyasetçiler. Ama “siyasete atılmak” adı verilen süreç bir tür yüzeyselleşme aktinden ibaret olduğu için aslında bu vaat, arzularımızı, düşlerimizi, beklentilerimizi ve çıkarlarımızı onların kendilerini indirgedikleri şeylere indirgememiz yolunda bir taleptir. Bu yüzden arada bir başka yöne bakmadıkça katlanılabilir bir şey değildir güncel, dar anlamda siyaset. Eğer orayı sahiden izlemek istiyorsanız kendinize mutlaka, arada kaçamak yapabileceğiniz ve bu arada toplumun siyasetçilerin ihmal etmeyi seçtikleri boyutlarıyla ilişkilenebileceğiniz, sahici meşguliyetler bulmalısınız.
Bıkkınlık veren bir tartışma(ma)
Aylardır tartıştığımız “muhalefetin başkan adayı kim olacak?” sorusuna verilen cevapları görüyorsunuz. Bu tartışmayı ortaya atanlar, iktidarı demiyorum, muhalefet erbabı, iki sebeple tekrarlıyorlar bu soruyu: İlk olarak konuşmak isteseler de kimsenin duymasını arzulamadıkları başka meseleleri bu sorunun arkasına saklıyorlar. İkincisi, ilk sebeple bağlantılı olarak, aldıkları cevap işlerine gelmiyor. Yani ezcümle, geri plandaki pazarlıkları saklama gücüne ve seksapeline sahip tek soru olduğu için konuşuyoruz sürekli bu lüzumsuz mevzuyu.
Niye mi lüzumsuz? Eğer Altılı Masa bize parlamenter sisteme geçiş vaat ediyorsa, başkan adayının işlevi bu geçiş süreci için öngörülen ortak programı hayata geçirmektir. Tamam, bir kez başkan olduktan sonra onu sınırlayacak çok az şey kalıyor onu başkan yaptıranlara. Ama, el insaf, bütün o süreci oylarını aldığı insanlar da seyredecek. Öyle bir sapma olduğunda, ona bu kadar hayati bir süreçte yetki veren seçmenlerin “ah ne yapalım bu da böyle çıktı, katlanacağız artık” diyeceklerini mi sanıyorsunuz? Ülkeyi en az on yılı despotça olmak üzere 20 yıldır yöneten AKP’nin elinden çekip alacağına, üstelik kurduğunuz masa etrafında yaptığınız tuhaf danslara rağmen size vereceğine güvendiğiniz seçmenin, öyle bir durumda el elde baş başta duracağına kanisiniz yani. #HayAllah
Peki bu tartışma niye boş? Manzara önümüzde ve apaçık. En başından beri dört aday adayı vardı Altılı Masa gündeminde. Meral Akşener, “ben başbakan olacağım” diyerek kendini ihtimal olmaktan çıkarttı. Çünkü o belalı dönemde başkan olmaktansa “king maker” rolüyle bir sonraki döneme eli güçlü hazırlanmak istedi. Görünürdeki bu feragat ona masada ahlakî üstünlük sağlayacaktı. Diğeri, Ekrem İmamoğlu, adaylığının açıklanması konusunda aşırı hevesli ve aceleci davranmak, siyaset yaptığı partiyi (CHP’yi) yeterince tanımadığı için kolayca iletişim kurduğu İYİP desteğinin manası hakkında yeterince düşünmemek ve nihayet “karizma”sının ya da “charm”ının her badirenin üstesinden geleceğini zannetmek gibi hatalara düşerek ihtimal dışı kaldı. Onu belki de siyasi yasaklı kılacak (umarım böyle bir şey olmaz) mahkeme kararı sonrasında etrafında oluşan hale kısa zamanda ele verdiği zaafları nedeniyle beklediği gücü getirmedi. Bir başka aday adayı da Mansur Yavaş’tı, Kürtlere borçlanmadan seçim kazanmak isteyenlerin adayı olarak şekillendi siyasi potansiyeli Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildiği andan itibaren. En nihayet, bu konudaki kararı ve kaderi Kemal Kılıçdaroğlu’na teslim ederek sıyrıldı. Anketlerde yüksek oylar alsa da ağır stres altında nasıl tepki vereceğini kimsenin kestiremediği, bu nedenle büyük risk taşıyan bir ihtimaldi. Herkesten önce beliren ve diğerlerinden sonraya da kalmayı başaran tek aday adayı kaldı muhalefetin elinde: Kemal Kılıçdaroğlu.
Terazinin çürük kefesi: Sağ
Fakat Kemal Kılıçdaroğlu da -ne yazık ki- uyguladığı siyasi strateji sayesinde değil, o stratejiye rağmen, diğer ihtimaller yukarda saydığım sebeplerle elendiği için tek seçenek olarak belirdi giderek daralan ufukta. Hatta diyebilirim ki, aday olduğunu ifade eden her hareketi -yani o stratejinin hayata geçirildiği her adım- Kılıçdaroğlu’nu bugün İYİP’in diline doladığı “kazanamayacak aday” etiketine daha çok yaklaştırdı.
Dost meclislerinde söylediğim şeyi buraya da yazayım. Erdoğan’ı Kılıçdaroğlu’nun, bunca siyasetçi arasında hırpalamak için en çok uğraştığı, gücünü üzerinde en çok denediği, buna rağmen çok arasa da gıllıgışını bulamadığı birinin yenmesi fikri beni çok neşelendiriyor. Onun, hele de “gene yenerim onu” derken “Bay Kemal”e, üstelik de ağır bir şekilde yenilmesi iyi yazılmış bir şiir etkisi bırakacak üzerimde. Hissediyorum. Daha doğrusu aşağı yukarı altı ay öncesine kadar böyle hissediyordum.
Ne var ki, Kılıçdaroğlu’nun hele adaylık ihtimali güçlendikçe büründüğü “müstakbel başkan” kişiliği ve yeni ittifaklar oluşturmak üzere attığı her adım o şiire yakışıksız birer dize olarak eklendi. Bir arkadaşımın sık sık tekrarladığı gibi, Kılıçdaroğlu’nun aday olmak için yaptığı her şey onu ideal bir aday adayı olmaktan uzaklaştırdı. Yani pratikte aday olmaya yaklaştıkça ideal aday olma iddiasını kaybetti. Kendisi nasıl biridir bilmiyorum, ama görebildiğimiz Kılıçdaroğlu’ndan uzaklaşıp, piyasadaki ucuz “çok satan lider” imajlarından mürekkep bir kolaja dönüştürdü siyasi personasını. Civarındaki iletişimcileri suçlamanın da bir manası yok bu konuda. Çünkü kendisine sunulan seçenekler arasından hangisinin en yakışık alacağını düşünüp kararı veren de o.
Masayı, AKP’den sonra yeniden doğmak zorunda kalacak sağın tohumlarını atmak üzere kurdu. En azından bu, öyle bir masanın görebileceği en büyük ve kanımca önemli işlevlerden biri. Bu işlevin gerçekleşmesi için CHP’nin de kısmen dönüşmesi değişmesi gerektiğine şüphe yok. Ancak Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr seçmenin kendisine ve partisine yönelik alerjisini gidermek üzere bulduğu her çare yapay, sahte, inanılması güç bir hava yaydı. Bir yandan dönüp kendi partisine “ya arkamdasınız ya karşımda” derken, yani dönüştürmek istediği koca bir kitleyi ve teşkilatı azarlarken, rızasını almak istediklerine, onların hiç de bilmediği dilinde, helalleşme önermesi bir acayipti. Yalnız CHP’ye değil, bunca yıldır her şeye, en çok da anaakım partilerin bir türlü doğru düzgün bir alternatif geliştirememesine rağmen muhalefet saflarında kalan bütün seçmenlere “şimdi sıra diğer yanağınızda” diyordu sürekli.
Yani Kılıçdaroğlu, şu ya da bu şekilde/ölçüde kendisinin zaten yanında ya da arkasında olanları durmaksızın tekdir ederek muhafazakâr seçmenin onayını alabileceğini zannetti. Bu denli büyük bir yanılgıya düşmek için iki temel sezgiden yoksun olmak gerekir. Genel olarak seçmen davranışının nasıl şekillendiği ve özel olarak muhafazakâr seçmenin öncelikleri. Herkeslerin gözleri önünde sürekli kendi çocuklarını azarlayan bir babayı düşünün. Aynı baba komşunun şımarık çocuklarının güvenini istesin, evladım olmak zorunda değilsiniz ama beni seçerseniz gönlünüzü hep hoş tutacağım desin. Haksızlığa uğradıklarında kendi evlatlarının arkasında durmasın ama kendi babalarının gadrinden korkanlara, bırakın onu, kimsenin size haksızlık yapmasına izin vermeyeceğim diye söz versin. Muhafazakâr seçmenin güvenini, onu tam da babaevine hapseden kimliğine taviz vererek kazanabileceği yanılgısının Kılıçdaroğlu’na maliyeti bu oldu. Sözleri ve davranışları arasındaki tutarlılığı azami surette gözettiği zamanlarda bile, üstlendiği rolün gerektirdiği duygusal bütünlük hissini veremedi bir türlü. Bunda siyaseti propaganda tekniklerine indirgeyip, bir siyasetçinin ancak çıkınında her nabza uyacak bir sürahi şerbet bulundurması halinde geniş kalabalıklara seslenebileceğini öne süren hakim siyasal iletişim paradigmasının büyük bir rolü var ne yazık ki. Her neyse…
Kılıçdaroğlu hem ne dediği pek de anlaşılmayan helalleşme stratejisiyle hem onun bir cüzü niteliğindeki başörtüsü çıkışında kendi kitlesini susturup muhafazakâr seçmene gülümseyerek rıza alma stratejisini ele verdi. İlkinde cumhuriyet tarihi boyunca işlenmiş bütün suçları, büyük bölümü sağ iktidarlar hükmederken gerçekleşse de, devlet kurucu kimliğiyle CHP’nin sırtına yüklerken ikincisinde kendisiyle birlikte bütün muhalefeti lüzumsuz bir samimiyet sınavına soktu. AKP’den kopmakta olan muhafazakârlar için bu adımların, “ne lüzumu vardı şimdi bütün bunları hatırlatmanın” hissi yarattığından şüpheniz olmasın. AKP’den kopmayanlarsa “Reis’im be, neler yaptırıyorsun bunlara, aşk olsun” diyerek kutlamışlardır paylarına düşen zaferi. Nitekim, bütün o yanlış okumalar sonucunda, Gelecek Partisi civarından, Kılıçdaroğlu başkan olmak istiyorsa, teklif ettiği kanun karşılığında iktidarın sunduğu anayasa değişikliğine evet demek zorunda, şantajını işitti. Yalnız o işitse iyiydi, ne yazık ki hepimiz işittik aynı lafları. Bütün kurumları, kaynakları, geleceği, umudu tarumar edilmiş bir ülkede siyaset konuşurken bahsetmemiz gereken mevzular bunlar olmamalıydı oysa. Allah’tan hem iktidar mahfilinin yaptığı hesap hataları hem kadın hareketinin yılmaksızın ve ısrarla yaptığı siyaset sayesinde mesele, muhalefetin düşe kalka da olsa, en az zararla atlatabileceği bir noktaya geldi.
Kılıçdaroğlu’nun açmazı
Hülasa Kılıçdaroğlu, yalnız kendi siyaseti dolayısıyla değil, şu dönemde CHP’nin, tabiri maruz görün, ölüsünün bile yüzde 20’nin altına düşmemesi nedeniyle doğal adaydı zaten. Ne masadaki ne saraydaki muhafazakârları, kendi seçmenine rağmen koruyup kollamasına hiç de ihtiyacı yoktu. İYİP’in ve diğer sağ partilerin icadı sürecinde aktif rol alması da gerekmiyordu. Belli ki aklında bir fikir vardı, yaptı. O süreçte öyle bir imaj çizdi ki, 28 Şubat 2022’de imzalanan mutabakat metniyle şekillenmeye başlayan ve geçen hafta yeni bir eylem-niyet mutabakatnamesiyle nikâh tazeleyen ittifak onun adaylığını onaylama değil, ona adaylık teklif etme yeri olabilirdi. Ama öyle olmadı. Kılıçdaroğlu’nun, “kazandırırken kazanmak” şeklinde özetlenebilecek stratejisi, muhafazakâr seçmenin apaçık yanlış değerlendirilmiş “hassasiyet”lerine fazlaca yaslandığı için sürekli çuvalladı. Diyeceksiniz ki, yerel seçimlerde işe yaramıştı. Şu son sahneler sizi de işe yarayanın bu strateji olduğundan şüpheye düşürmüyor mu? Belki de seçmene gına geldiği ve ne olursa olsun yeter ki iktidar yenilsin hissi gelmiştir. Siyaset, sadece siyasetçilerin yaptığı bir iş mi? Seçmenler hiç mi siyaset yapmaz?
Dönelim işimize. Bu yanlış okumanın geçmişi daha eskiye dayanıyor aslında. Ekmeleddin İhsanoğlu vakasında çuvallayan da aynı stratejiydi. MHP’nin 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra, üstelik elini gayet yükseltmiş olarak AKP ile ittifak kurmasını sağlayan arka plan da, Kılıçdaroğlu’nun başlıca öznesi olduğu aynı hatalı okumanın ürünüydü.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Eğer bu okuma biçimine yaslanan strateji çuvallamasaydı, yani Kılıçdaroğlu’nun muhafazakâr siyasetin nesnesi ve o nesnenin içeriği hakkındaki yargısı, kanaati doğru olsaydı, ne İYİP’in ne de başka herhangi birinin Kılıçdaroğlu’nu “iyi biri ama kazanamaz” şeklinde bir tartışmaya konu etmeleri mümkün değildi. Bu tartışmanın tek sebebi var, o da Kılıçdaroğlu’nun, istikrarla muhalefette kalan seçmenler aleyhine her durumda sağ siyaseti kayıran söylemi.
Eğer bu söylemde bu kadar ısrarcı olmasaydı, Gelecek Partisi civarından o şantaj kokan seslerin çıkması ihtimal dahilinde bile olmayacaktı. Saadet Partisi İstanbul Sözleşmesi’nin lafzını mutabakat metninden gözümüze soka soka sildiremeyecek; aile, eğitim vs gibi alanlarda hiçbir kesimde hiçbir karşılığı kalmamış siyasetini dayatamayacaktı. Dahası, kulağımıza çalınan milletvekili ve bakanlık pazarlıklarında da o kadar iddialı olamayacaktı küçük/yeni partiler.
Tabiri caizse arabasını, “muhafazakârların CHP alerjisi”ne park ederek kendi hareket alanını daralttı. Hatta önce Millet İttifakı’nın sonra Altılı Masa’nın kuruculuğu ve savunuculuğu rolünü de Akşener’e kaptırdı. En sonunda İYİP ve civarından yayılan “kazanacak aday” fıkrasında, seçimi kaybetme riskine rağmen başkan adayı olmak isteyen biri olarak tarif edilmeye başlandı. İYİP’liler bu iddiaya öyle bir sarıldılar ki, kaç zamandır yalnız kendilerinin değil, bütün bir muhalefetin ortak çabasıyla kurulmuş tüm siyasi zemini ortadan kaldıran taraf olmaktan da çekinmedikleri anlaşılıyor.
“Kazanacak aday” tartışmasının aslı
Kesinlikle emin değilim ama bunun AKP’yle, seçim öncesinde ya da sonrasında, iktidar ortağı olmak için olduğunu düşünmüyorum. Mevcut İYİP kadrosu da seçmeni de dağılır böyle bir durumda. Çünkü İYİP, bütün siyasi partiler içinde başlıca ve öncelikle Erdoğan karşıtlığından en çok beslenen parti. Ha, tıpkı MHP’nin 2015’te yaptığı gibi muhalefetin dozuyla birlikte “kazanım”larını da yükselteceklerini sanıyorlarsa yanılıyorlar. MHP’nin Türkiye siyasetindeki tarihsel işlevini oynayabilecek bir parti kimlikleri yok henüz. Ayrıca AKP de 2015’teki AKP değil, değil azami yüzde 15’iyle İYİP, asgari yüzde 20’siyle CHP bile kurtaramaz AKP’yi şu anda içinde bulunduğu yok oluş krizinden. Ayrıca öyle bir “ihanet” muhalefet seçmenini sandığa daha hırsla ve can havliyle sarılmaya teşvik edebilir. İYİP’in göze alamayacağı kadar riskli bir opsiyon yani.
Bu nedenle ortalıkta dolaşan komplo teorilerini bir kenara bırakarak düşündüğümde aklıma gelen açıklama şu. İYİP muhtemelen, bu seçimin zaten kazanıldığı hesabından yola çıkarak, sıradaki yerel ve genel seçimlere hazırlık yapıyor. Nitekim ne zaman anketlerde azıcık yukarı doğru bir seyir izleseler daha sekter bir tutum sergilemeye başlıyorlar. Aşağı doğru seyir halinde de uyumlu bir tavır benimsiyorlar.
Altılı Masa’dan çıkan hem Anayasa Değişikliği Tasarısı’na hem de son Mutabakatname’ye şöyle bir göz attığınızda asıl olarak muhalefette kalacak partilerin siyasi etkinlik alanını artıracakları düzenlemelerin özenli bir şekilde ve ayrıntılı olarak yapıldığını görürsünüz. Bu da bütün partilerin geçiş dönemini, sıradaki seçimlerde şimdiki ortaklarına fark atacakları bir performans sahası olarak gördüklerini ortaya koyuyor. Böyle olmaması düşünülemezdi. 2024’te bir yerel seçim olduğunu, geçiş sürecinin de en fazla iki sene süreceğini, dolayısıyla en geç 2026’da bir genel seçim daha yapılabileceğini hesaba katın.
Böyle bir durumda, İYİP’in seçim kazanıldıktan hemen sonraki hedefi CHP’yi yenmek olacaktır. Önce yerel seçimlerde, sonra mümkünse genel seçimlerde. Akşener ancak bu koşulda başbakan olabilir. O halde nasılsa kazanılacak bu seçimde CHP ne kadar yıpratılırsa o kadar iyidir diye düşünüyor olmalılar. CHP’den kopacak oyların Cumhur İttifakı’na gitme ihtimali de bulunmuyor nasılsa. Malum, İYİP’in önemli oy kaynaklarından biri de CHP’den kopan seçmenler. Aktif Kılıçdaroğlu aleyhtarlığı, partinin gidişatından memnun olmayan CHP seçmeni için İYİP’i cazip bir alternatife dönüştürür diye düşünüyor olabilirler.
Sosyal medyada bu düşüncemi paylaştığımda kimi arkadaşlar İYİP’in muhtemel bir yenilginin sorumluluğunu şimdiden sırtından atmak için bu minvalde ilerlediğini söylediler. Doğrudur. İki saik aynı anda çalışabilir. Ama sanıyorum ki, İYİP’te siyaset yapan herkes “kazanacak aday” kod adlı tartışmanın aslında “ben bu adaya kazandırmak istemiyorum” anlamına geleceğini ve böyle anlaşılacağını bilecek kadar siyasetten haberdardır. Dolayısıyla, “yenilginin sorumluluğunu üstlenmeyiz” şeklindeki bahane, muhalefetin nasılsa kazandığını düşündükleri bir zaferden en çok pay alan olma stratejisinin olsa olsa kamuflajıdır.
Siyasetin fıtratı
Başta da söylediğim gibi siyaset, partiler ve yöneticileri düzeyinde bakarsanız aşağı yukarı böyle bir şeydir. İnsanlar o vahşi zeminde düşürüldükleri yerden kalkıp dövüşmeye devam eden “kahraman”ları izlemeyi sever, hatta onlarla özdeşleşirler. Çünkü olağan zamanlarda siyaset seyirlik bir iştir. Yapanlar da seyredenler de bunu bilir. Seven seyreder, sevmeyen arkasını döner, yapabileceğini yapmakla yetinir.
Nicedir hepimizin her an siyasetle ilgilenmesi olağandışı bir durum ve bu olağandışılık da hepimizin bir tür “hayat-memat” anında asılı kalması yüzünden vuku buluyor. Evimiz yanıyor çünkü. Geçmişimiz ve geleceğimiz kül oluyor. Biz sıradan faniler, eli kolu bağlı vaziyette evdeki o yangını izlemeye mahkûm edildik. Ellerinde bu yangını söndürebilecek kovalar, kazmalar, kürekler vs. olanlar da birbirleriyle kılıç-kalkan dansı ediyorlar. Hangisine daha çok tezahürat edersek o gidip söndürecek yangını. Bu yüzden “ya hu ne yapıyorsunuz, ev yanıyor” dediğimizde ağzımıza kürekle vuruyor, neşe içinde kendileri için çığrışmamızı bekliyorlar.
İşin enteresan tarafı elimizi kolumuzu bağlayıp evimizi ateşe verenler de izliyor bu sahneyi. Onların kendi alkışçıları, tezahüratçıları var. Evimizdeki yangını söndürmeye talip olanlar bizden, tam da evi yakanların tezahüratçıları gibi davranmamızı istiyorlar. Çünkü o sesler daha hoş geliyor kulaklarına.
Daha bile enteresan bir şey var. Seçim kazanılmazsa (bu ihtimali düşünmek bile istemiyorum) hiçbiri kalmayacak ortada. Kendi gelecekleri de bitecek. O yüzden ya hep ya hiç zarı atmakta bir sakınca görmüyorlar. Çünkü seçim kazanılırsa bütün şu şahit olduklarımızı unutacağımızı sanıyorlar, en ama en tuhaf olan da bu. Unutup bize yaşattıkları zafer için onları alkışlayacağız. Böyle düşünüyor olmalılar. “Öyle mi alay komutanları?”
Neyse ya! Yaptıkları siyasetten beklentimizi düşürebilecekleri kadar düşürdüler. Bu seçimi onlar değil, seçmen kazanacak. Şu başkan adayı vs. gibi aslında prosedürel olmaktan öte önemi olmayan ayrıntılar açıklığa kavuştuktan sonra elimizdeki durumu gözden geçirip birbirimizi harekete geçmeye, enseyi karartmamaya, sonunda şu gönülsüz itfaiyeci grubunun hesabına yazılacak olsa bile bu seçimi kazanmak için elimizden geleni yapmaya ikna edeceğiz. Sonra başlayacak bizim hikâyemiz.