Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haluk Levent yazdı: Deprem, barınma krizi ve sivil toplum

Gün ağarır, şafak söker

kimsecikler gitmez suya.

Ezilmiş başlarıyla ölüler

vardılar uyanılmaz uykuya.

         …

Uyanıp kaçamadılar,

kuş olup uçamadılar,

açıldı kuyular kimse inemez

Erzincan beygiri rahvandır amma

ölüler ata binemez

     yan yana sırtüstü yatan ölüler…

Nâzım Hikmet, Erzincan’da meydana gelen 1939 depremi için yazdığı şiirin dibine “Kesemde verecek şeyim yok. Yüreğimden verdim” notunu düşmüştür. Sorunların kökünde hep aynı ölümcül yoksulluk ve kötücül bir siyaset var.

Uzun yıllardır hep aynı kader ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz. Yıkıcı bir deprem meydana geliyor, acılar içinde molozların arasından can kurtarmaya çalışıyoruz, sonra büyük yas, son olarak bir daha bu duruma düşmemek için yapılması gerekenler üzerine ateşli tartışmalar ve en fazla altı ay sonrasında hiçbir şey olmamış gibi devam eden hayat.

Bitmek bilmeyen bu sonsuz çemberi çok sayıda fail birlikte oluşturdular. Faillerin bir araya geldiği yer ise rant merkezi olarak çalışan konut piyasası. Mekanizma aslında herkesin bir bölümünü gözlemlediği bazılarının tümünün farkında olduğu halde görmezlikten geldiği bir büyük suç örgütü. Önce mekanizmayı ele almakta fayda var.

Ellili yıllardan bu yana bildiğimiz hikâye kırdan kente göç ile başladı. Diğer sorunları bir yana, önce gecekondu sonra apartmana dönüşen ruhsatsız ve kontrolsüz inşaatlar ve ardından çıkan sayısız imar affından elde edilen oturma izni, ruhsat vb. gibi resmi belgeler ile bir anda makbul konutlara dönüşen ve başka hiçbir varlık ile karşılaştırılamayacak ölçüde fırlayan değer ve servet artışı. Vergisiz tarafından. Durumu şöyle tasvir edebiliriz. Arsa değeri 100 TL iken üzerine 1000 TL harcanarak 10 daireli bir konut yapıldı ama sonuçta konutlar toplam 3000 liraya satıldı ve başka hiçbir sektörde elde edilemeyecek yaklaşık %300’lük “kâr/artık” oluştu.

Bu “kârı” bileşenlerine ayıralım. Sektörün %50 gibi yüksek bir kârlılık ile çalıştığını varsayarsak 1000 TL harcayan müteahhidin 1500 TL alması mümkün. On sekiz aylık ortalama inşaat süresi için oldukça iyi bir rakam. Geri kalan 1500 liranın 100 lirası tarla değeri, 1400 lira ise tarladan arsaya terfi eden arazinin “değer artışı”. Bu değer artışının kaynağı idari bir düzenleme ve dolayısıyla kamusal karar.

Her şeyden önce kısa bir makro değerlendirme yapalım. Bu değer artışı makro dengeler ve büyüme saplantısı için faydalı bir şeydir. Öyle ya Ulusal Hesaplar Sistemine göre oluşan katma değer 3000 (Satış Fiyatı) – 1000 (İnşaat Maliyeti) – 100 (Arazi Değeri) + 250 (İnşaatçının Ödediği Ücretler) = 2150 TL olur.  Yani inşaat ücretlerini dışarıda tutacak olursak 850 (100 + 750) TL değerinde girdi kullanımı karşılığında 2150 TL katma değer yaratılmıştır. Yaratılış kavramına, yani yoktan var edilme durumuna hayli uygun bir süreçten bahsediyoruz. Girdi temininde sıkıntı çeken, büyük ölçüde ithalata başvurmak zorunda kalan bir ülke olarak Türkiye’nin büyüme performansı tutkusuna/problemine hızır gibi yetişen bir çözüm. Büyüme sevdalısı ve sahte gerçeklik yaratma uzmanı bir iktidar için bulunmaz nimet.

Öte yandan evler satılabildiği sürece kamusal karardan kaynaklanan 2150 TL son derece gerçek bir alım gücüne de tekabül ediyor. Dolayısıyla, 3000 TL büyüklüğünde ekonomik aktivitenin 1150 liralık bölümü üretim faktörlerinin dahil olması ile ortaya çıkan ve bizim bildiğimiz kapitalist bölüşüm ilişkilerine konu olan temel iktisadi faaliyet süreci olarak inşaat faaliyetini tasvir ederken, 2150 liralık bölümü üretim sürecinde yer almadığı halde bölüşümden kapılan payı gösteriyor. Peki bu 2150 liranın ortakları kimlerdir?

İlk bakışta 2150 lira arazi sahibi ile inşaat faaliyeti yoluyla mamulü yani evleri üreten sermayedar diğer deyişle müteahhit arasında pay edilirmiş gibi gözüküyor. Fakat bu rantın kaynağı kamusal karar olduğu için kararı alanlar da pay talep eder. Bu iktisat dışı olduğundan az çok karmaşık bir süreçtir. Çünkü sonuçta oylarımızla seçilen kişiler tarafından yürütülen ve mümkün olduğu kadar yurttaş müdahalesine, sivil topluma kapatılan bir süreçten bahsediyoruz. Belediye meclislerinde müteahhit ve hukuk mesleğinden insanların çoğunluğu oluşturmaları bir tesadüf olmasa gerek.

Bir diğer aktör ise “siyasetin finansmanına” ihtiyaç duyan siyasi partiler.  Bu finansmanın bir parçası olarak merkezden talep edilen faaliyet bütçeleri kamu karar süreci ile bağlantılı iş yapan sermayedarlar ve bireysel servet sahiplerinin “bağışları” ile oluşturulur. Siyasi partiler ile oy verenler arasında da bu bağlamda müstesna bir ilişkiden söz edilebilir. Bütün bu işlerin farkında olan ve kamusal kararlara bağlı rantlar yoluyla servetini artırmaya çalışan vatandaşların satabilecekleri tek şey oylarıdır. Piyasalaşmış bir siyasal alandan bahsedebiliriz artık.

Tek rant kaynağının imar ve inşaat işleri olduğu da düşünülmesin. Çok sayıda benzer irili ufaklı rant kaynağı var. Teknolojik gelişmeler ve modern finansal piyasalar rant üretimini, kapitalist üretim faaliyetinin yüzlerce katına çıkarttığı için bugün “değerle fiyat arasındaki bağın kopmasından”, “değere tekabül etmeyen fiyatlardan” söz ediyoruz. Bu kavramları önceki yazılarımda ayrıntılarıyla ele almıştım. Kısacası rant üretimi, ana akımın teknik ifadesiyle dışsallıklar, kontrol altına alınmazsa piyasa işleyişi bozulur. Kapitalizm bu konuda son derece hassastır, çünkü rant bir üretim tarzı olarak kendi varlığına yönelik ciddi bir tehdittir. O kadar ki piyasanın doğasından kaynaklanan çeşitli aksaklıkları zaman zaman piyasa işleyişi dışına çıkan idari kararlarla engellemeye çalışır.

Bu tür rantların olgun kapitalist ülkelerde de ortaya çıktığı açıktır. Fakat oralarda bu rantların tekrar kamuya döndürülmesi için iyi işleyen bir dizi düzenleme bulunmaktadır. Çünkü imar işleri, bir yandan can güvenliği diğer yandan barınma hakkı gibi temel anayasal haklarla ilintilidir. Hemen akla gelebileceği gibi kamusal kararlardan kaynaklanan rantları tekrar kamuya döndürmek için kullanılabilecek tek araç rant vergileridir. Bazı ölçüm sorunlarına rağmen son derece yüksek oranlı rant vergileri özellikle kıta Avrupa’sında iyi sonuç vermiştir.  Ölçüsüz rant üretimine kamu dışı faillerin el koyma imkanı ortadan kalkınca düzensiz imar hareketleri son bulur. Denetim sürecinde ortaya çıkabilecek sakatlıkların da önüne geçilmesiyle doğal afetlerin kabusa dönüşmesinin önüne geçilmiş olur.

Sınırsız konut imalatı hırsını besleyen bir diğer olgu suç ekonomisidir. Rüşvetten eroine çeşit çeşit suç ekonomisi faaliyetlerinden elde edilen büyük gelirlerin aklanması için halen elverişli sektörlerden biri inşaat sektörüdür. Finansal akımların ve kaynaklarının neredeyse hiç denetlenmemesi bu aklama sürecini teşvik eden bir diğer unsurdur. Büyük şehirlerde imal edilen konutların neredeyse %15’inin boş kalması aklama faaliyetinin bir göstergesi olarak okunmalıdır.

Barınma hakkı ise kiralık konut arzı ile ilgilidir. İstikrarsız konut piyasası ve kiracıların gelecekteki gelir şoklarından kaynaklanabilecek kira ödeyemez duruma düşme endişesi barınmayı kriz haline dönüştüren iki önemli unsurdur. Dolayısıyla kamunun bu iki unsura müdahalesi gerekir. Kiraların serbest dalgalanması ve herhangi bir düzenlemeye tabi olmaması barınma hakkı açısından kabul edilebilir bir şey değildir. Dolayısıyla kamunun kiraları kontrollü fiyat kategorisinde ele alması gerekir. Konut kirası ev sahibi veya kiracı tarafından değil bağımsız eksperler tarafından belirlenmelidir. Kiralık konut piyasasında faaliyet gösteren aracı kurumların ise her iki tarafın kira kontratının gereklerini yerine getirmesinden sorumlu tutulmaları gerekir.

Gelişmiş kapitalist ülkelerde geliri yetersiz olanları veya gelir şoklarından etkilenenleri korumak için ise “sosyal konut” programı uygulanmaktadır. Her şeyden önce sosyal konut kavramı mülk sahipliğini içermez. Ucuz ve erişilebilir konut üretimi orta sınıfa yönelik bir politikadır, sosyal konut ise barınma sorununu çözmeye dönük bir politikadır. Dolayısıyla pek çok muhalefet partisinin programında ve mutabakat metninde yer alan sosyal konut kavramı yanlış kullanılmaktadır. Yeni ve biraz daha sosyal bir TOKİ programı ilan ederek barınma sorununu çözmek mümkün değildir. Kaldığı kadarıyla orta sınıfın konut sahibi olmasını kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramaz.

Yoksulların barınma krizini çözmek için yerel yönetimlerin elinde ucuza kiraya verilebilecek sosyal konut stoku bulundurulması gerekmektedir. Örneğin Berlin’de kiraya verilebilecek konutların yaklaşık %40’ı kamunun elindeki sosyal konutlardan oluşmaktadır. Bu kadar güçlü bir oyuncunun kiralık konut piyasasını düzenleme konusunda da ciddi bir avantajı olacaktır. Elbette bu ülkelerde ortaya çıkan güçlü stok çok uzun yıllardır imar planları çerçevesinde yeni yaratılan kentsel alanlarda üretilen konutların belirli bir yüzdesinin kamu mülkiyetine devri sonucunda oluşmuştur. Örneğin Londra’da bu oran %20’lere kadar tırmanmaktadır, yani yeni kentsel alanlarda üretilen her beş konuttan biri kamu mülkiyetine geçmektedir. Böylelikle zaman içerisinde kentlerde ortaya çıkabilecek soylulaşmaya ve gettolaşmaya karşı da önemli panzehir olarak işlev görmektedir.

Bütün bu pratikleri dikkate almayan azgın Neoliberalizmin temsilcisi ve bayraktarı AKP hükümetleri döneminde kentler kanserojen bir ur gibi genişleyip estetiğini yitirerek birer beton yığınına dönüşmüştür. AKP son yıllarda Türkiye Modeli adı altında pazarladığı ne idüğü belirsiz saray imalatı ekonomi politikası ile konut piyasalarını dışsal şoklara açık hale getirerek barınma krizini derin bir bunalıma dönüştürmüştür. Son depremin gösterdiği gibi birer beton ölüm tuzağı haline dönüşmüş kentlerin ve on binlerce ölümün, yaralanan yüzbinlerce yurttaşın, ruh sağlığını yitiren milyonlarca kişinin ve ortaya çıkan milyarlarca dolarlık zararın asli sorumlusu hayatın düşmanı habis bir siyasetin uygulayıcısı AKP’dir. Bu cendereden çıkış için bu iktidara son vermek ilk adım olabilir ama yetmez. Çıkış muhalefetin siyaset yapma alışkanlıklarını değiştirmek üzere yurttaşların siyasete seçim dışında da sürekli müdahil olacakları mekanizmaları yaratacak sivil toplumu inşa etmekten geçer.      

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.