Elif Gökçe Aras yazdı: Muhafazakâr evinde deprem

Nasıl bu kadar soğukkanlı ve vicdansız olabiliyorlar diyorsunuz değil mi? Bu kadar kötü insan ne ara peyda oldu diyorsunuz. Bunları bir araya getiren, hepsini robot gibi programlı bir şekilde aynı insana dönüştüren şey ne?

Doğdukları andan itibaren onlara her şeyin müsebbibi olan, gözle görülemeyen bir varlıktan bahsediliyor. O varlık bütün kaderimize karar veriyormuş, yaşatan da öldüren de oymuş ve eğer onun dilediği gibi yaşamazsan, öldükten sonra cehennemine gidecekmişsin. İşte o anda çocukluğun ardından iradenizi test edeceğiniz gençlik çağınızda ortaya bir soru çıkıyor. İradem yoksa nasıl onun istediği gibi yaşayacağım, var ise neden onun istediği gibi yaşayayım? Bu dünyaya gelmeyi istemediğim gibi bakalım yaşamayı istiyor muyum? Belki sadece yok olmak istiyorumdur? Böyle bir akıl yürütmeye mahal vermemek gerektiğini fark edince hemen cüz-i irade diye bir güncelleme geliyor. Kaderi o yazdı, doğacağın günü, öleceğin günü, evleneceğin kişiyi değiştiremezsin ama senin de cüz-i iraden var ve o minik iradeni de ona inanmak için kullanacaksın diyorlar.

Benim minnakçık bir cüz-i iradem varsa öyleyse her şeyin sebebi o, kötülüklerin bile. Peki, tanrı kötü olur mu? Tanrı kötü olmamalı elbette bu yüzden yeni cümleler eklemeleri gerekiyor “Her şerde bir hayır var, biz bilemeyiz”, “Allah-u âlem”. Böylece hikmetinden sual olunamayacağı için olayın hayrını da şerrini de düşünmemenizi öğütlüyorlar, o her şeyi bilendir, düşünme ve itaat et. Ama ne kadar kandırmak isteseniz de içten içe bir şey kemirir insanı. Bir eylemde bulunmayı istiyor, harekete geçiyor ve sonuç alıyor. Öyleyse? Şimdi bunu kim yaptı, o mu, ben mi demeye başlar. Ve tıpkı Truman gibi bir şeyleri sezmeye başlar. Yalnız ondan başka kimse sezmiyor gibi görünüyordur ve konunun da açılmasını istemediklerini her hallerinden belli ediyorlardır. Öyleyse bunu kendi içinde yaşamalı. Zaten kısa bir gözlemden sonra o da hak verir çoğunluğa, o da sezer ortak faydayı ve aslında işlerin böyle yürümesi herkes için daha hayırlı der.

Çünkü karşısındaki kalabalık çok fazladır, hangisinden başlayıp hangi birini dönüştürecektir, tek bir kişi için bile çok emek gerekmektedir ama suçu ve övgüyü tanrıya havale edince çok daha büyük bir güce erişebilecektir. Kötülük gelirse ondan, iyilik gelirse ondan, siz sadece iletken bir telsiniz. Yani perdeli bir var olma hali. Üstelik sevabın da günahın da tartılacağı uzun bir vade var önünde ve samimi bir tövbeyle her türlü günahtan kurtulabilme imkânı. Müthiş kolaylık, düşünsenize hiçbir şey için peşinen bedel ödemek zorunda değilsiniz. Muhafazakârın kadını da erkeği de tesettürlüdür. O örtü olduğu müddetçe her haltı yiyebilirsiniz, sonuçta vade henüz bitmedi, belki tövbe edeceksiniz? Öyleyse bunu kulların bilmesine gerek yok. Görünmeyen tanrılarına inanan bu güruh için günah olan şey, bir eylemi açıkça yapmaktır, açıkça konuşmaktır. Çünkü bir şeyi açıkça ilan etmek, bunu ben yaptım demektir, haşa bile isteye yaptım demektir ve zinhar uygun değildir. Oysa tanrılarının ayetlerinin bile üstü örtülüdür, âlimler düşünüp taşınıp ciltlerce açıklama yazmak zorunda kalmışlardır. Doğunun en büyük yeteneği hikâye anlatıcılığıdır, Allah vergisi. Doğulular hayal kurar, batılılar düşünür.

O yüzden her şeyi yapar ama bir bahane altında yaparlar. Günahları için padişahın Şeyh-ül İslam’ından fetva alırlar, Şeyh-ül İslam nasıl girer bu vebalin altına? İçten içe o da biliyordur bu makamın makamlığı haricinde bir işlevi olmadığını. İşte bu perdeli varlık olma haliyle her şeye karşı bir mesafe koyar, duygusuzlaşmaya başlarlar. Anlamamaları gereken her şey için bir hikâye uydururlar. Perdelerin ardından okşar, perdelerin ardından öpüşürler. Hayattan asla zevk almamalıdırlar, çünkü bir alırlarsa insan olduklarını anlar ve bakarsınız kendilerini keşfetmeye hatta kabul etmeye falan kalkarlar. İnançlarına göre bir hayata tahammül etmek için önce kendilerini reddetmek zorunda kalırlar. Onlara dünya nimetlerinden hoşa gidecek (helalinden seks ve yemek hariç) her şeyi yasaklayan, her zevkin en güzel anında (uykunun ortasında bile) birdenbire kendini hatırlatan nefret ettikleri tanrılarını kabul etmek pahasına kendi varlıklarından feragat ederler. Bu yüzden önce duygularını öldürürler. Onlara sevmeyi hatırlatacak, dokunmayı istetecek, onları harekete geçirecek her şey tümüyle yok olmalıdır. Önce duyguyu, sonra anlamayı yok etmeliler. Çünkü karşısındaki insanı anlamaya kalkarsa, onda olan şeyi canı çekebilir ve maazallah bir kere düşünmeye başlarsa inanmanın sonu gelebilir. Bu yüzden onların görebilecekleri ortamlarda kimse öpüşmemeli, açık saçık giyinmemeli, içmemeli, serbestçe fikrini beyan edememelidir. Hal böyle olunca bir güncelleme daha gelir görmedikleri tanrıdan. Onlara gelen emri herkese vazetmeli, herkesi uyarmalıdırlar. Sadece onlar kul kalamaz, herkes onlar gibi olmalıdır çünkü görmemeliler başka türlü bir yaşamın mümkün olabileceğini. Bu yüzden daha körpe bebekken iğdiş edilmeli tüm düşünme eğilimleri. Özgürce yaşayan, onlara olabilecekleri ama olamadıkları, göze alamadıkları, riske giremedikleri insan olabileceklerini hatırlatan herkesten nefret ederler. Ne yani, bu hayat öylece dilediğin gibi yaşanabilir mi? İşte buna asla katlanamazlar.

Aslında içten içe hep o soru arka sıralarda bir yerlerde tık tık masaya ayağını vurur durur. O tarafa baktıkça göz göze gelmeden onu fark eder. O, ya yoksa? Ama ya varsa? İşte bu ikilemi netleştirmeyi göze alamaz. O, var mı yok mu? Ben, var mıyım yok muyum? Olmaması gerektiğini, var olduğu halde yokmuş gibi davranması gerektiğini söyleyen dinine ve tanrısına nefretini kusmamak için her şeyi olduğu gibi kabul eder. Kulağının ardında bir şeytan ara ara fısıldar durur, ya yoksa? Ya boşuna bekliyorsan, ya boşuna hayatın tüm nimetlerinden geri kalıyorsan? Tanıdığı, sevdiği herkes aynı şeyi öğütlüyordur, okulda aynı şeyi öğreniyordur, fazla düşünmeden, öyleyse öyledir der ve nefretle, öfkeyle yaşamaya başlar. Başka türlü nasıl tahammül edebilirsiniz ki her şeyi elde etme şansınız varken bile isteye vazgeçmeye?

Öte yandan canlı kanlı insandır, vaz mı geçecektir yaşamaktan. Bu zamana kadar geçti de ne oldu? O da görüyor vazgeçenlerin boşu boşuna vazgeçtiğini, süründüklerini. Çünkü gözünün önünde dilediği gibi yaşıyor “diğerleri” ve hiçbir şey olmuyor işte. Hemen açığı kapatmak için bir cümle daha icat ediliyor, “O çok sabırlıdır, onların hesabı sonra görülecek.” Ve işte yine sakinleşmek zorunda kalıyor. Her şeyi düşünen tanrısı bir daha onlar yapıyor ama sen onlardan olma der. Nefret ettiği “diğerleri” onu çıldırtırcasına yaşıyordur hayatlarını.

Ancak bu yüzyılda artık her şey fazlasıyla ortada, kaçabileceği bir yer kalmadı. İnanabilmesi için bu çağa uygun yalanlar bulmak zorunda her Allah’ın cezası gün. Bu yüzden hep bir arada kalmalılar, birlikte hareket etmeliler. Deprem olduğunda bu olayın Allah’tan geldiğini söyleyip kılını kıpırdatmadığında hükümdarı, o da kılını kıpırdatmayacaktır ve ezeli hükmü o söylese de söylemese de terennüm edecektir. “O istemese kimse yaşayamaz ve ölemez, bir insanın kaderi doğarken bellidir, yaşatan da öldüren de odur. Kader işte…” Yaşamdan soğumaya alışkın olduklarından ölüm karşısında da duygusuzdurlar.

Doğdukları andan itibaren tanrının buyrukları yüzünden hayatı dilediği gibi yaşayamayacağını öğrenen bu insanlar, hayata tahammül edebilmek için duygularını ve düşünce pratiklerini öldürdükten sonra, dış dünyaya kendilerini kilitlerler. İçeriden kilitlenen bu mekanizmanın kilidini dışarıdan çözmek imkânsız gibi bir şeydir. Bu kilidi açmak için ne yapabilirsiniz biliyor musunuz? Onu açmaya kalkmayın, bu dünyanın en zor işi. Bunun yerine onun gözünün önünde hayatınızı yaşayın. Ona bulaşmayın, size akıl vermeye kalktığında her seferinde “kendi hayatına bak” deyin, her seferinde, çünkü kolay kolay kabullenmeyecektir. O kırılmanın dışarıdan değil, içeriden yaşanması gerekmektedir. Çünkü kilitlendiği andan itibaren kendisiyle dahi hiçbir şekilde gerçek bir ilişki kurmamıştır, gerçeklikle teması olmamıştır. Onu içeriden yıkacak şey ise ya çok büyük bir trajedi, ya aşk, ya da gözünün önünde akıp giden ve bir gün kapılıp gitmek isteyeceği bir hayat. Bu insanların çoğu büyük depresyondadır ve hayatı boyunca kendini reddetmekten kasılıp kalmıştır. Yaşayabilmek için ya duygusuzca yaşayacaktır ya da bir gün birden aydınlanmaya başlayıp her şeyi olduğu gibi kabul etmeye başlayacaktır.

AKP kitlesi, amirinden memuruna, bürokratından akademisyenine, en tepedekinden kenar mahalledeki bakkalına kadar, aynı insandır. Bu insanlar yüz yıllar süren saltanat ve halifelik döneminden sonra gelen özgürlüğü kabullenemediler. Ve kendi içlerine kapandılar. Ta ki içlerinden biri çıkıp onlar için her günahı işleyip, onların günahlarına da sonuna kadar kefil olacağını ilan edene kadar. Kapıldılar ona ve onunla birlikte her bir günahları için mazur görünecek bahaneler bularak ucundan, kıyısından yaşama tutunmaya başladılar. Ancak bu ezik insanlarda yaşam pratiği çok zayıftı. Bu yüzden önce öğrenmeleri gerekiyordu nasıl yaşanır ve başladılar beceriksizce, görgüsüzce yaşamaya, kendi tarzlarınca. 1+1 eve dev varaklı koltuklar sıkıştırdılar. Üstüne dev püsküllü aynalar astılar. İki kişinin yan yana duramayacağı mutfaklarına altın sırmalı sunum tabakları yerleştirdiler. Apartman dairesinde saraylı olmaya kalktılar. Hükümdarları kadar onlar da saraylıydı, zira bu değirmenin suyu saraydan gelmekteydi.

Sanki bu topraklarda tam “0”dan bir medeniyet kurulacakken o anda bu kitlenin ağlama sesi duyulmuş gibi birden medeniyete ara verilmiş ve “hadi gelin, ne söyleyecekseniz söyleyin, aradan çıkın, işimiz gücümüz var.” denmiş gibi 21 yıldır içlerinde kalan ne vardıysa eskiye özlem duydukları, söylediler, yaşadılar, yaşattılar. Şimdi sözleri bitti. Biz de, onlar da ancak yalanlara sarılıp yaşayabildiklerini gördük. Zaten ezik olan bu kitle, hükümdarları tensipleriyle izin vermeden adım atamadı. Büyük başarısızlığın ardından, yapmayacaklarını söyledikleri her şeyi yaptılar, işlemeyeceğiz dedikleri her günahı işlediler ve şimdi yıkıntılar üzerine kurdukları saltanatlarını terk etmeye hazırlanıyorlar. Ancak arkalarına bakmadan öyle yüksek perdeden yalanlarla kurdular ki saltanat koltuğunu, inebilecekleri bir merdiven bulmaya çalışıyorlar. O koltuğu korumak için kavga ettiler, küfür ettiler, binlerce insan öldürdüler, şimdi ne yüzle aramızda “yaşamaya” devam edecekler?

Bir askerin “iradesini ortaya koyarak” sıfırdan kurduğu devletin kıskançlığıyla

“Minareler süngü

Kubbeler miğfer

Camiler kışlamız

Müminler asker”

diyerek geldikleri iktidarlarında, o askerin kurduğu her bir şeyi yok etmek için var güçleriyle çalıştılar. Yetmedi, ardından diğer askerlerin gücüne öykünerek kurmak istedikleri iktidarları üzerlerinde eğreti durdu ve bunu herkes gördü. Şimdi, her şey biterken, bu ülkeyi yüz yıl sonra yeniden sıfırdan kurmak gerekirken ne yapmalıyız? İktidarları sonlandığında, artık bütün boyaları dökülmüş ama hala kendilerini ve bizi reddetmeye devam eden bu hırçın, öfkeli kalabalıkla ne yapacağız?

Onlara zaman vermeliyiz. Onları oldukları gibi kabul etmeli ama kendimizden asla taviz vermemeliyiz. Biz onları aşağıladıkça, küçümsedikçe onlar zaten olduklarını bildikleri, aşağılık hissettikleri kendilerine ve kendilerinden olanlara daha sıkı sarılıyorlar. Onları özgür bırakın. Daha da mı özgür değiller demeyin, değiller, hiç olmadılar, hep olmadıkları gibi davrandılar, en güçlü oldukları anda bile ve bunun mutsuzluğu, hırsı yüzlerinden okunuyor işte. Biz bu seçimi alacağız, önemli olan sonrası. Sonra onlardan nefret etmeye devam edebilirsiniz ama onlara mesafeli durun. Yüzlerine yüzlerine kaynanadili parti düdüğü üflemeyin. Bırakın, büyük şeytanlar yargılanırken, küçük şeytanlar taşlanırken, destekçileri ufak ufak kendi çabalarıyla hayatın olağan akışında yeniden tesis etsinler ilişkileri. Siz olduğunuz yerde durun başından beri durduğunuz yerde. Bu büyük kırılmanın ardından yavaş yavaş çözülecekler. Çocukları onlar gibi değil ve bilim temelli bir eğitime maruz kaldıkları müddetçe bu çözülme her geçen gün daha hızlı yaşanacak. Aslında korkulacak bir şey kalmadı. En kötüsü yaşandı. Hayatını yaşamaktan korkan bu insanlar iktidarı ele geçirdi ve yaşayamadıklarını kimsenin de yaşamasını istemediler.

Sakince, akıllıca onlara artık bittiğini anlatacağız. Bence asıl düşmanımız onların bu zayıflıklarını istismar eden, en az onlar kadar duygusuz ve ruhsuz faydacı ve ahlaksız tayfa. Bu iki insan tipinin tutturduğu maya mahvetti bizi. Bu ülkede en acil olan şey devlet ciddiyeti, insana yaraşır onurlu bir düzen. Haysiyetsizliğe asla alışmayan, bütün bu ahlaksızlığı göz göre göre yaşayan, engel olmaya çalışan ama başaramayan büyük bir kesim var, bütün gücümüz de onlar. İş yine akıllılara, vicdanlılara düşüyor.

Şu an onların medya organlarında yayınlanan, bu kadar da olmaz dediğimiz yalanlar o zavallı kaybetmiş kitleye her gün verilmek zorunda olan günlük morfin dozları. Eğer o dozu almazlarsa delirirler.  Birileri onları sakinleştirmediği müddetçe o kitle de çok iyi biliyor hiçbir şeyin yolunda olmadığını. Bırakınız, artık %30’a çakılıp kalmış bu kitle kendi halinde çalıp oynasın. Bırakınız “Kaplanlar, Yakışıklılar” adeta bizi delirtmeye çalışıyormuş gibi akılsızca açıklamalar yapsın. Bütün bu yıkımı reddetmeyip ne yapsın? Bir daha asla cumhurbaşkanlığı uçağına binemeyecek. Bir daha kimse ona onurlu bir insan muamelesi yapmayacak, yargılanacak, hesap verecek. Belki parası yine olacak ama haysiyeti olmadığı gün gibi ortaya çıkacak. Şu an etrafında ona yalandan haysiyeti varmış gibi davranan insanlar bile o gün olmayacak. Bu yüzden çok değil aşağıların aşağısından attıkları çığlıklar, bırakınız atsınlar. Bu aklını yok sayan duygusuz, vicdansız kitlenin yarattığı kötülüğün final bölümünü yaşıyoruz.

Sonunda iyiler mi kazanır kötüler mi bilmiyorum ama bildiğim bir şey var. Kazananlar asla vazgeçmeyenler olacak. Vazgeçmeyelim, ben asla vazgeçmeyeceğim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.