Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: “İp Dansı”nın siyaseti… 

Herkes bir şekilde Jonathan Swift’in “Gulliver’in Gezileri” adlı romanı hakkında fikir sahibidir, çok az kişi okumuş olsa da… Zamanının ağır bir hicvi olan o romanın az bilinen bölümlerinden biri de Lilliput ülkesini yönetecek bakanların seçimine dair. Herhangi bir siyasi göreve talip olan bakanlar “iki ayak uzunluğunda ve yerden on iki parmak yüksekliğinde beyaz bir iplik üzerinde” dans ediyorlar, en yükseğe sıçrayan görevi kapıyor. Lilliput ülkesinde siyaset daha dinamik olduğundan, Kral zaman zaman görevdeki bakanlardan da kendilerini göstermelerini isteyebiliyor. Bakanlar da makamlarını korumak için yeteneklerini sergilerken daha fazla risk alıyorlar, sonuçta da Gulliver’in sözleriyle “düşmeyen hiç kimse yok gibi…”

Tabii ki Gulliver’in zamanından bugüne çok şey değişti, yine de siyasette makam arayışı bir yerde “İp Dansı” ile sonuçlanıyor, o zamanlar eğlendirilmesi gereken Kral ve Kraliçe’yken, şimdi buna halkı, medyayı ve tabii ki siyasi eliti ekleyebiliriz. Bu kadar çok izleyici varken de ipte kalabilmek daha fazla maharet istiyor. 

Bu noktada kendimize üzülmemiz, coğrafyamıza lanet okumamız ve ülkemizdeki siyaset sanatını geri kalmışlıkla açıklamamız yersiz; kendisini dünyanın en ileri demokrasileri olarak tanımlayan ülkelerde bile siyaset bu şekilde. ABD Başkanlık seçimlerinin bütün dünyaya eğlence sağlayan bir “reality show” haline geldiğini görmedik mi, önseçiminden tartışmalarına, skandallardan haritada eyaletlere renk değiştirme oyununa kadar milyarlarca kişiyi meşgul eden bir temaşa… Demokrasinin bir beşiği İngiltere’de Boris Johnson siyasete mizah katarken, başka bir beşikte de mizahçılar siyasetçi haline dönüşmedi mi? Beşiklerden en eskisi olan komşumuz Yunanistan’da iktidar Venizelos-Karamanlis-Miçotakis-Papandreu soyadları arasında top çevirmek değil mi? Gelenekseli-sosyali bütün medya kanalları ellerinde çubuklarla aksiyon kovalayanlarla doluyken -birinde beyaz tahta bile var, canı isteyen ayağa kalkıp bir şey yazıp oturuyor-; siyasetin ciddi bir şey olduğu söylenebilir mi? Siyaseti kim ciddiye alabilir ki? 

Siyaset gayriciddi bir pratikse, herhangi bir şeyin “siyasileşmesinden” neden bu kadar korkuluyor o zaman? “Statlar siyaset alanı olmasın, okullar da. Üniversiteler ‘sümme hâşâ’… Felaketleri siyasileştirmeyelim, savaşları da çünkü zaman birlik-beraberlik zamanı… Kahveler bölünmesin, aileler darılmasın, sanat hele siyasete hiç karışmasın. Topçu topçuluğunu, ressam ressamlığını, gazeteci gazeteciliğini yapsın; işi siyasete dökmesin.”  

1980 nesli olarak önce cuntacı Kenan Evren, arkasından “tontiş” Özal ve diğerleri tarafından siyasetin kötücüllüğüyle korkutulmadık mı? Siyaset bilimi bölümü kazanan çocuğuna “Aman siyasete karışma!” öğüdü veren ebeveynler gördü bu gözler. Hala da sınıfta siyasetten çok futboldan örnek verdiğimizde heyecan yükseliyor, çünkü siyaset “cıss-kaka”. Madem bu kadar gayriciddi bir mesele bu siyaset, neden bizim karışmamız bu kadar istenmiyor? İp Dansı’nda daha iyi olacağımızdan mı korkuluyor, yoksa ipi keseceğimizden mi? 

Siyaseti ekonomiden, bilimden, sanattan, spordan, eğitimden, depremden ve gündelik yaşamdan “ırak” tutma yönündeki bu kadar ısrarlı talep, aslında siyasetin yapılma biçiminden kaynaklanıyor. Siyaset ve siyasetçilerin oy ve takdir alabilmek konusundaki yaşamsal kaygıları o kadar bariz ki, kararlarını “nesnel” ve “bilimsel” kriterlerle alabileceklerini kimse düşünemiyor, siyasetçiler bile. O yüzden de siyaset partilerin salı grup toplantılarındaki bağırış çağırışa, televizyondaki Muppet Show’lara, sosyal medyadaki laf dalaşına ve zaman zaman da yumruklaşmaya indirgeniyor ki “aksiyon” kaybolmasın, bir şeyler oluyormuş hissi yok olmasın. Gösteri devam ederken de bürokratlar ve teknokratlar kararları alsın isteniyor, yeter ki kervan yürüsün.  

Eğer bu temaşa haricinde “sahici” bir siyaset talebinde bulunursanız, ayarlar bozuluyor, siyaseti vatandaşın canına-malına dokunan, nasıl doğduğunu, nasıl yaşadığını ve nasıl öldüğünü belirleyen en önemli faktör olarak tanımladığınızda; kendi kaderinizin ipini elinize almak istediğinizdeyse, hemen dur levhası önünüzde belirliyor, o çizgiyi geçirmiyorlar bunu söyleyene… Meclis’in duman-altı kulislerinde -muhtemelen sigara içilmiyordur artık ama böyle tasvir etmek hoşuma gidiyor-, Ankara’nın kahve-pastane-kafelerinde; Çukurambar mahallesinde müselles şato-altı villalarda siyaset kurgulanıyor, piyonlar feda ediliyor, bazen de Vezir ile Kraliçe yer değiştiriyor. Parti genel merkezlerinde ışıklar sabaha kadar yanarken, biz elimizde cep telefonu “swipe” da “swipe” anı yakalamaya çalışıyoruz. Bir telaş, bir heyecan, bir koşuşturma süregiderken, Maraş’ta çadırlar hala soğuk… 

Bu anlamıyla siyasetin varoluşsal sorunu bu… Bütün zamanlarını vakfettikleri iş ile, Maraş’ın ilişkili olduğunu görmemeleri ya da görmemeyi tercih etmeleri. Millet İttifakı’nın adayının kim olacağıyla, okulundan olmuş milyonlarca çocuğun geleceği arasındaki ilişki ne? O aday değil, bu aday olduğunda kaybedilmesi muhtemel bir nesle yaşamlarını geri verebilecek miyiz? Hangi aday fark eder bu açıdan? Gözünüzü kapattığınızda aklınıza gelen isimler arasında ülkenin kaderini hangisi değiştirebilir gözüküyor? Ha, şimdi aday kim olsun tartışmasına geri dönebiliriz. 

Şu anda yönetilmekte olduğumuz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde, Cumhurbaşkanında o kadar çok yetki var ki; seçilecek kişinin bir derece fark edeceğini kabul etmemiz gerekiyor. Aynı zamanda, fark yaratabilmesi için işine pek karışılmaması gerektiğini de. Alacağı her kararda birilerine danışan, seçilmemişlerin onayını almak zorunda alan ve onu ya da bunu memnun etmeye çalışan bir başkan, hiç de ahım şahım bir fark yaratamaz. Eninde sonunda tasarlanmış olan sistem, gücü çoğul siyasetçilerden alıp tek bir siyasetçiye veren bir sistem. Bakanları atayan, görevden azleden, kararname ve kararnameyi düzeltme kararnamesi yayımlayan, Meclis’e karşı hiçbir yükümlülüğü olmayan tek bir kişi. Halkın seçime katılan kesiminin %50 artı birinin onayını almış, muhtemelen çoğu kişinin ikinci tercihi olan tek bir siyasetçi bu güce sahip olursa, siyaset fark yaratabilir gibi gözüküyor. Parlamenter sistemde de fark yaratılır tabii, Türkiye tarihi uzun sürmüş tek parti iktidarlarının ve liderlerinin yaşamımıza damga vurduğu dönemleri de içeriyor. Menderes, Demirel, Özal ve tabii ki Erdoğan uzun süre iktidarda kalabilmiş ve ülkenin dümenini şu ya da bu yöne döndürebilmiş liderler… Dört isme karşılık, koltuklarını yıllarca korumuş, başbakanlık bile yapmış siyasi karakterler var, neyi değiştirebildiler diye sorduğumuzda yanıt boş küme… İşte bu gerçek, ülkenin “tek adam” rejimine bu kadar arzu duymasını açıklıyor çünkü alternatifinden hiç memnun kalmadık, hiç… 

Böyle anlattığımızda Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi iyi bir şey gibi gözüküyor değil mi? Halkın onayını almış, nasıl atandığı belirsiz başkan yardımcıları ve sekreterden öteye gitmeyen bakanlarıyla; aklı ve bilimi temsil eden teknokrat danışmanlarıyla her şeye hâkim ve her yerde nazır bir başkan baba; Meclis’teki “aldım, verdim, ben seni yendim” oyunlarıyla parti liderleri tarafından atanmış bir hükümetin idaresinden daha cazip gelebiliyor. Oysa, tek bir gerçek bile başkanlık sisteminden hızla vazgeçilmesine yeter, tek bir kişinin büyük bir hata yapma olasılığı çok daha fazla. Bütün iplerin tek bir kişinin elinde olduğu, bütün kararlarda tek bir imzanın bulunduğu bir sistemde, her şeyi doğru algılamaya ve doğru kararlar almaya yetecek zihin kapasitesi kimsede yok zaten. Bu nedenle de başkanlık sistemleri eninde sonunda başkanın önüne getirilen seçenekler arasından hızla ve çoğunlukla yanlış kararlar aldığı bir yapıya dönüşüyor. Halkın seçtiği başkan, danışmanlar-teknokratlar duvarının arkasında kalıyor ve sonunda başkanlık sarayındaki bir gölge halini alıyor. Farklı fraksiyonların, çıkar sahiplerinin ya da aile üyelerinin kendi çıkarları doğrultusunda manipüle ettikleri bir karakter… Bütün “başkan babaların” yalnız ölmesinin sebebi de bu. 

Bugün yarın Rubicon nehrini geçmiş olacağız, zarlar atılacak. Önümüzdeki iki ay, başımıza bir şeyler gelmezse tamamen ülkeyi kimin yöneteceğine odaklanacağız. Nasıl demiyorum, bu tartışma fırsatını kaçırdık. Seçilen kişinin yönetilme biçimini belirleyeceğini varsayarak ilerleyeceğiz, başka çare yok. Başkanlık sisteminin zül ve nimetlerinden hemen kurtulmayı beklemeyelim, muhalefet kazansa dahi bir süre daha yönetim biçimimiz Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, bunu bilelim. Seçim sonucunda kimsenin Meclis’te salt çoğunluk sağlayamayacağını da bir kenara not ettikten sonra bize düşen iş oyumuzu kullanmak ve İp Dansı’nın keyfini çıkarmak… Nasıl olsa üç vakte kadar bir seçim daha olacak, yine mühür elimize geçecek ve kimin ikbal koltuğuna çıkacağına, kimin tozlu muhalefet kulislerine döneceğine biz karar vereceğiz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.