Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (154): Seçim 14 Mayıs’ta | Kılıçdaroğlu’nun adaylığı | Depremin seçimlere etkisi

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bugün (10 Mart) seçim kararını imzaladı. Cumhurbaşkanı seçimi ve 28. dönem milletvekili genel seçimi 14 Mayıs’ta yapılacak. Beştepe’de düzenlenen basın toplantısında konuşan Erdoğan, Anayasa’nın 116. maddesinin verdiği yetkiye göre 18 Haziran’da yapılması gereken seçimlerinin 14 Mayıs’ta yapılması kararı aldığını açıkladı.

Bugün imzalanan kararın ardından Türkiye resmen seçim sürecine girdi. Her ne kadar başka adaylar çıkma ihtimali olsa da cumhurbaşkanlığı seçimi asıl olarak AKP Genel Başkanı ve mevcut Cumhurbaşkanı, Cumhur İttifakı’nın adayı Recep Tayyip Erdoğan ile CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu arasında geçecek.

Seçimin öne alınması iktidar ve muhalefetten hangisinin lehine, hangisinin aleyhine oldu? İktidarın halen kullanabileceği ve seçmeni ikna edebilecek vaad kaldı mı? Kemal Kılıçdaroğlu’nun kazanma şansı ne? Millet İttifakı yaşadığı krizden güçlenerek mi çıktı? Millet İttifakı içerisinde yeni bir kriz çıkma ihtimali var mı? Kahramanmaraş merkezli depremlerin seçim sonuçlarına kaydadeğer etkisi olacak mı, olacaksa ne yönde?

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumluyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, hoş geldin.

Kemal Can: Hoş buldum.

Ruşen Çakır: Bu haftanın en önemli olayı tabiî ki pazartesi günü Millet İttifâkı’nın tekrar buluşmasıydı. Ama önce, bugünkü önemli gelişme ile başlayalım. Erdoğan seçim tarihini 14 Mayıs olarak belirledi ve Yüksek Seçim Kurulu da kabul etti. Eğer cumhurbaşkanlığı seçimi ikinci tura kalırsa, o da 28 Mayıs’ta olacakmış. Beklenen oldu. “Seçim ertelenecek” ya da “En iyi ihtimalle normal tarihinde, 18 Haziran’da yapılacak” tartışmalarından, 14 Mayıs’a geldik. Bu konuyu değişiklik vesîlelerle çok konuştuk. Daha ilk erteleme tartışmaları olduğunda, “Erteleme karârı seçimden korktuğu anlamına gelecek ve baştan psikolojik bakımdan bir şey kaybedecek” demiştik. Bir de, depremin etkilerinin daha net görülebileceği bir zaman; meselâ Haziran ayında bu etkiler iyice ortaya çıkacaktı. “Daha hâlâ şok varken, olabildiğince hızlı yapmayı tercih eder ve dolayısıyla 14 Mayıs pekâlâ olabilir” dedik ve hakîkaten de öyle oldu. Açıkçası ben şaşırmadım. Tabiî şunu da söylemek lâzım: Herhalde Erdoğan, seçim târihiyle ilgili konuşmaların, târihin ertelenmesi gibi meselelerin ortada dolaşmasından rahatsız olmuyordur. Bir bakıyordur havaya. Depremin hemen sonrasında, Erdoğan’a yakın olduğunu bildiğim bâzı kişilerle konuştuğumda, başından beri Erdoğan’ın kafasında 14 Mayıs târihinin olduğunu söylemişlerdi. Ama yine de, “Bunu 18 Haziran târihine erteleme ihtimâli olur mu?” diye de bir opsiyon bırakmıştık. Şimdi 14 Mayıs târihi kesinleşti. Öyle görünüyor ki, “Yeter! Söz Milletindir!” sloganından vazgeçmişe benziyorlar — zâten o söz de Millet İttifâkı’nı çağrıştırıyordu. 

Bir diğer mesele de, “Türkiye’yi yeniden inşâ ediyoruz” sloganıyla deprem üzerinden kampanya yürütecek herhalde. Açıkçası, Erdoğan 14 Mayıs’a kadar ne söyleyecek bunu hâlâ kestiremiyorum. En fazla, “Bana bir yıl verin” sözünün bir başka versiyonu olarak, “Depremin hasârını biz toparlayacağız” gibi bir şeyler söyleyecek. Onun dışında, seçim ekonomisi hamleleri için ne zamânı ne imkânı var. Deprem zâten çok şeyi yıktı. Demokratik Sol Parti, belki Yeniden Refah Partisi, ANAP, HÜDAPAR gibi yanına toplamaya çalıştığı birtakım partiler olduğu söyleniyor. Çok da fazla şansı yok. 14 Mayıs’a kadar, ne yapıp edip, muhâlefeti kendi içerisinde sorun yaşatmaya, karıştırmaya uğraşacak. 

Bir de, HDP Kılıçdaroğlu konusunda destek vereceğe benziyor, bilmiyorum katılır mısın? İlk işâretler hep bu yönde. Kılıçdaroğlu HDP’yi ziyâret edeceğini söyledi. Büyük bir ihtimalle böyle bir yakınlık olacak. Erdoğan, “PKK CHP’ye destek veriyor” gibi bir şeyle bunu kullanmak isteyebilir. Ama bu strateji yerel seçimde işlemedi. Bunun çok etkili olacağını sanmıyorum. Bir taraftan da HDP’nin kapatılma meselesi de var. Anayasa Mahkemesi, HDP’nin Hazîne yardımının bloke edilmesi karârını iptal etti. Aslında bu ilginç bir gelişmeydi, ama arada kaynadı. Ben, HDP’nin kapatılma ihtimâlini pek düşünmüyorum. Kapatılsa da, bunun cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan’ın hayrına bir olay olacağını sanmıyorum. Tam tersine HDP seçmeninin Erdoğan karşısındaki adaya oy vermesini daha da güçlü kılar Ama milletvekili seçiminde hangi partiyle girecekler, bağımsız mı girecekler? Henüz ortada bir netlik olmadığından dolayı milletvekili sayısında azalma olabilir. Fakat cumhurbaşkanlığı seçiminde tam tersi bir etki yaratacaktır. 

Muhâlefet, an îtibâriyle 14 Mayıs târihi için moral olarak, psikolojik olarak ve perspektif olarak sanki daha avantajlı –hattâ hayli avantajlı– gibi geliyor bana. Sen nasıl değerlendirirsin?

Kemal Can: Bu haftaki Adını Koyalım’da da konuştuk, başka özel yayınlarda da tartıştık. Ben genel olarak muhâlefetin, bu yaşadığı kriz öncesine göre daha iyi durumda olduğunu düşünüyorum. Hem dediğin gibi moral üstünlük anlamında, hem sonuca ilişkin güven anlamında, hem de pratik pek çok argüman açısından daha avantajlı ve güçlü olduğunu düşünüyorum. Buna karşılık da iktidârın zayıfladığı kanaatindeyim. 

Neredeyse 2018’den bu yana, “Bu seçim yapılır mı? Bu iktidar seçim yapar mı?” tartışmalarıyla bugüne kadar geldik. Bu konuda da hep söylediğim şey şuydu: “Bu iktidârın seçime ihtiyâcı var”. Muhâlefet bastırdığı için değil, kendi ihtiyâcı için seçim yapıyor. Seçimden kaçmanın iktidârını uzatacak ya da garantileyecek bir şey olması ihtimâli daha düşük. Çünkü bu iktidar kendi meşrûiyetini çoğunluk olmaktan alıyor. Dolayısıyla, ne yapıp edip, bunu sağlayabilecek bir sonuç için zorlayacaktır. Seçimi yapmadan iktidârını devam ettirmek, çok sürdürülebilir bir şey olarak durmuyor. O yüzden, seçim olma ihtimâlinin hep daha yüksek olduğunu düşündüm. Bu, demokrasinin doğru işlemesi için değil ya da çeşitli güçler iktidârı sıkıştırdığı ve buna mecbur ettiği için değil, ama böyle. 

Şimdi bu erteleme tartışmalarında da aynı şeyi yaşadık aslında. Sen de biraz özetledin. Birincisi, bu seçimi ertelemenin, üstelik de ilk açıklama Bülent Arınç’tan geldiği için, iktidar çok üstüne alınmasa bile, Arınç’ın kodu hâlâ iktidar cephesinden bir isim. Dolayısıyla oradan sızdırılmış bir şey olduğu için, senin dediğin gibi, “İktidar yenilgiden korkuyor” imajını yaratacaktı. İkincisi, erteleme veya zamânı uzatma ise işine yarayacak bir şey değildi. Ne depremin sonuçları açısından, ne depremin sonuçları ile ilgili üretebileceği çözüm formülleri açısından, sonbahara itilmiş bir seçim iktidar için daha iyi bir koşul üretmiyordu. Üstelik de ekonomi probleminde yarattığı şeyi düzeltmek için ya da düzeltiyor görüntüsü için yarattığı atmosfer de elinden gitmişti. Üstüne bir deprem sorunu geldi, ayrıca ekonomide “Çözüm adresi yine benim” imajını devam ettirebileceği enstrümanlar da elinden gitmişti. Üçüncüsü, şu anda deprem sertliği içerisinde, senin de söylediğin gibi, bir özgüven gösterisiyle bu kampanyayı yürütmek istiyor. Nedir bu? Ekonomide yaptığını depreme de uyarlamak istiyor. “Yaparsam ben yaparım. Çözersem ben çözerim. Tamam, hazırlıksızlık olabilir. Yetişememek benim sorunum olabilir. Ekonomide de problemler yaşanmış olabilir…” Ama daha önceki sorunlarda olduğu gibi, yarattığı sorunun çözüm adresi olarak kendini ileri sürmek ve buradan bir özgüven toparlaması yapmak istiyor. 

Bütün bunlar bir araya gelince, 14 Mayıs târihi netleşti. Artık yeniden başka bir vesîleyle bu tartışma açılır mı bilmiyorum, ama galiba artık seçim olur mu olmaz mı tartışması kapanmış durumda.

Ruşen Çakır: Şimdi de, “Kaybederse bırakır mı?” tartışması var.

Kemal Can: Bayağı uzun bir süre, orada olabileceklerle ilgili yeniden birtakım tartışmalar olur. Ama bu seçenekleri önüne koyup, 14 Mayıs’ı kendisi için kötü seçeneklerden kısmen daha iyi bir seçenek olarak kurguluyor. Zamânın muhâlefet aleyhine olduğunu düşünüyor; bu krizin de aslında tam da o işe yarayacağı düşünülüyordu; ama ilginç biçimde bu kriz, o zaman baskısını muhâlefetin üzerinden kaldırdı. Bunu programlarımızda hep konuştuk: Geç kaldıklarını defâlarca söyledik. Ama gecikmeleri, yarattıkları krizle arayı kapattıkları bir sürece dönüştü. 

Ruşen Çakır: Şimdi o konuya geçelim. Şöyle bir şey oldu: Bugün sabah ben yine Silivri’ye Hakan Altınay’ı görmeye gittim. Orada Can Atalay ve Tayfun Kahraman’ı da gördüm. Tabii herkesin gündemi cuma günü yaşananlar ve pazartesi günü yaşananlardı. Hakan’la konuştuğumuzda, o da aynı şekilde, gelinen durumun daha iyi olduğunu düşündüğünü söyledi. Meselâ ben İYİ Parti’nin artık îtiraz kontenjanını ya da kotasını olduğu gibi kullandığını düşünüyorum. Artık 2 ay boyunca, İYİ Parti’den birinin çıkıp, “Kılıçdaroğlu kazanamaz. Ona oy vermeyiz” deme ihtimâli kalmadı. Belki alttan alta söyleyebilirler tabiî; ama o arada, yaptıkları hareketin kendi tabanlarında dahi büyük bir şaşkınlık ve tepkiyle karşılandığını gördüler. 

Kemal Can: Tabiî tabiî.  Kaldırdıkları o îtiraz bayrağının arkasında, partilerinden ibâret olmayan bir kalabalığın toplanacağına inanıyorlardı ve buradan bunun sonuç alıcılığına yürüyorlardı. Hattâ uzlaşma olmasa bile, önemli bir seçenek hâline dönüşebileceklerini düşünüyorlardı.

Ruşen Çakır: Kendi adaylarıyla seçime gireceklerini düşündüler. 

Kemal Can: Ama bunun böyle olmadığını gördüler. Dün akşam ben Mirgün Cabas’ın yayınında söyledim. Yani aslında eşeği Altılı Masa kaybetti, ama bulduran seçmen oldu. “Boşuna saçma sapan şeyler yapmayın, bakın şurada” diye buldurmuş oldu.

Ruşen Çakır: Evet. Bir de, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı meselesinde, onun adaylığına îtiraz edenlerin birdenbire ortadan kaybolduğunu ya da en azından artık konuşmalarının anlamı kalmadığını görüyoruz. Yani “O kadar söyledik kazanamaz diye. Adamı aday gösterdiniz, şimdi görün gününüzü” gibi bir şey değil bu. Îtirâzını etti; îtiraz sonucu değiştirmedi ve o da aslında pekâlâ Kılıçdaroğlu’nun da kazanabilir bir aday olduğunu îtiraf etme noktasına geldi. “Kazanabilir aday” meselesi Kılıçdaroğlu’nun adaylığını iptal etmek için kullanıldı. Ama şimdi o îtirazların dinmesi, aslında Kılıçdaroğlu’nun da pekâlâ kazanabilir olduğunu insanların kabul etmesiyle oldu. Tabiî Kılıçdaroğlu’nun yanına Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş eklenince, “O kazanamaz, bunlar kazanır” diyorduk, onlar da şimdi seçimin bir parçası oldu. “Artık Kılıçdaroğlu kazanır” deyip bir şekilde…

Kemal Can: Evet, bu avuntuyu veriyor. Bunu sonra da söyleyebilirler. Ama bu avuntuyu kullandıkları için kimse bir tepki görmüyor. Aslında şöyle bir yumuşama da oldu: Bu konunun devâmında, yaşananı gerekçelendirme ya da yaşananla ilgili durumu kendi cephesinden anlatma gayretlerinde, tartışma orada devam etmedi — iyi tarafı bu. Herkes kendi cephesinden, kendi katkısı olduğunu, sonuçta çözenin de kendisi olduğunu söyledi ve herkes birbiri için buna bir müsâmaha gösteriyor. Çünkü bâzı krizlerin sonrasında krizin doğma gerekçesi ve çözümüne ilişkin tezlerde birdenbire bir gerilim konusu olur. Burada çok öyle olmadı. Öyle çıkışlar olmasına rağmen, öyle devam etmedi. Aslında bu yine seçmen tazyikinin ve önemli ölçüde morali bozulmuş olan muhâlefet seçmeninin bu tür bir şeye izin vermeye niyetli olmadığını ve asıl motivasyonlarının, değişim enerjisi ve buna ilişkin kanaatleri olduğunu göstermeleriyle oldu. Yani muhâlefet seçmeni, sayısal olarak ortaya çıkan ve bir süre “kazanacak aday”’ tartışması ile ya da “Kazanılmış bir seçim yok” tartışmasıyla rahatsız edilen imajı, “Hayır, biz kazanabilecek durumdayız” cümlesiyle etkisizleştirmiş oldu. 

Ruşen Çakır: Burada önemli bir şey var: Muhâlefetin kazanabilecek noktaya gelmesi ve böyle bir özgüven, moral üstünlük kazanması, o hep sözü edilen meşhur “kararsız seçmen”i bence muhâlefet lehine bayağı bir etkileyecek. Çünkü kararsız seçmende, “Kılıçdaroğlu mu iyi Erdoğan mı?” düşüncesinden ziyâde, “Bunlar Kılıçdaroğlu’nu çıkartacaklar, ama kendileri bile kazanacağına inanmıyor. Niye ona oy vereyim ki?” düşüncesi çok kuvvetliydi. Ama şimdi, “İmamoğlu da var, Yavaş da var” düşüncesiyle, kararsız seçmenin muhâlefete oy vermesini kolaylaştıracak bir etki yaratacak bence bu. “Kılıçdaroğlu-Erdoğan meselesine ideolojik bakacak olan sağ seçmen, Erdoğan’ı seçer’’ deniyordu ya hep? Bence artık daha pragmatist bakılacağını tahmin ediyorum. “Kılıçdaroğlu seçiliyor ve ekibi de var. Bunlar hakîkaten bir şeyleri yapabilir, bir şans verelim” duygusunun güçlendiğini zannediyorum. 

Önceki dönemde, programınla kararsız seçmeni kazanmaya çalışıyordun. Kararsız seçmen bakıyordu: Daha adayın kim olacağı belli değil; sürekli alttan alta, hattâ bâzen gayet açık olarak aralarında bir çatışma hâli var; ortadaki o Masa tam bir Masa değil. Daha kendileri aralarında anlaşamamışlar ki. “İYİ Partili Kılıçdaroğlu’na güvenmiyor, ben güvenip nasıl oy vereyim?” düşüncesi aşıldı ya da aşılmak üzere bence. İktidârı ve iktidar çevrelerini en çok rahatsız eden de bu oldu. İktidar muhâlefeti bölmeye çalıştı, böldü. Büyük bir coşkuya kapıldılar, mutlu oldular. Ama sonra baktılar ki bölünen şey daha güçlü bir şekilde birleşti. İşte ona hiç hazırlıklı değillerdi. Bu işin hızlı olmasına da hazırlıklı değillerdi. Biraz daha sürseydi bu olay, bugün hâlâ bitmemiş olsaydı, büyük bir ihtimalle insanlar da artık yorulmuş olurdu. Bence hızlı da çözüldü. Şu anda “Kim daha hazır?” sorusunun cevâbı Kılıçdaroğlu olarak ortaya çıkıyor. Mesela Kılıçdaroğlu hemen bugün deprem bölgesine gitti. Gece çadırda yatacakmış. Yarın tekrar ziyâretlerine devam edecek. Sonra Meral Akşener gidiyor deprem bölgesine. Cumartesi ve pazar o da bölgede olacak. Şimdiden çalışmaya başladılar 

İktidar tarafında da, “Bunlar bizden hesap soracaklar” meselesi başladı. Dikkatini çekiyor mu bilmiyorum. Meselâ şimdi hemen apar topar gemiden atlamaya çalışanlar var. Hakan (Altınay) da bugün söylemişti zâten, “Şimdi çok kişi dökülmeye başlar” diye. Hemen, Hakan’ın ve Osman Kavala’nın adlarını vererek, “Onlara yapılan zulüm ve siyâsî yasak getiren bir partinin yanında olamam” açıklamaları gelmeye başladı bile — sanki geçen hafta cezâevine konmuşlar gibi. Yavaş yavaş tedirginlikler de başladı. Özellikle daha önce iktidar adına çok yüksek ses çıkartanlarda şimdi bir endîşe var. Aslında kamuoyu araştırması yaptırmak yerine, o kişilerin tepkilerine bakarak bir şeyler söylemek mümkün.

Kemal Can: Tabiî. Hatırlarsan, “İktidar aday olarak Kılıçdaroğlu’nu istiyor. O çıkınca çok rahatlayacak. Zâten iktidârın yeniden kazanma formülü Kılıçdaroğlu” diye dillendiriliyordu. Hattâ bunu komploya kadar götürenler de vardı. Şimdi Kılıçdaroğlu aday oldu ve senin dediğin gibi, iktidar cephesinde büyük bir sevinç dalgası görmüyoruz. 

Ruşen Çakır: Hani çok istiyordu? 

Kemal Can: Kılıçdaroğlu’nun adaylığı iktidârın kazanmasının garantisi deniyordu. Hattâ bunun komplo olduğunu söyleyenler vardı. Şimdi hem öyle olmadığı ortaya çıktı, hem de öyle bir karşı sevinç dalgası yok ortada.

Ruşen Çakır: Sen komplo diyorsun ya? Levent Gültekin bir komplo olduğu iddiasında. Levent’le bunu konuşmuştuk. O hâlâ haklı çıktığı kanısında. Ben de ona, “O teorinin en önemli dayanağı Kılıçdaroğlu’nun kaybetmesiydi” demiştim. Ama Kılıçdaroğlu kazanırsa –ki bugün îtibâriyle ben kazanacağını düşünüyorum” bütün o komplo teorisi çökmüş olacak.

Kemal Can: Ben isimlendirmek istemedim; ama zâten Levent, Meral Akşener’i de bu komplonun bir parçası sayıyordu. Neyse şimdi o tartışmaya girmeyelim bence, çünkü benim de söyleyeceğim bâzı şeyler olabilir. Onun için buna girmeyelim. Ama şu çok açık: Muhâlefet içerisinde yaşanan iç tartışma şöyle bir aksa sıkıştırılmıştı: “Riskli bir seçim var, biz onun kazanılması üzerindeki stratejilerde ayrışıyoruz. Burada büyük bir sorun var. Yanlış bir hamle bizim kazanma şansımızı düşürebilir. Kazanmaz şansımız zayıf, o zayıflığa bir formül bulmamız lâzım”. Böyle bir negatif tartışma zemini inşâ edilmişti. “Kazanacak aday” tartışması da böyle, biraz önce söylediğin komplolar da böyle, “ktidar Kılıçdaroğlu’nu istiyor” meselesi de böyle, “Bunlar nasıl yönetecek? Ortak zemin nasıl oluşacak?” da böyle, Altılı Masa’nın fonksiyonu tartışması da böyle. Hattâ şöyle şeyler de vardı: “Bu, iktidâra karşı negatif bir kampanya. Bunu değiştirmek üzerine kurulu. Hattâ hesap sorma iddiası bile muhâlefet için zararlı. Pozitif hikâyenizi anlatın”. Ama seçmen bu krizin içerisinde dedi ki: “Benim ana motivasyonum, sizin bu iç tartışmanız ve orada kullandığınız argümanlar değil, yapabilir olduğunuz şeyi yapmanız. O da, o iktidârı seçimde yenebilirsiniz”. Seçmen düzeyinde asıl yüksek motivasyon, bütün partileri ortak kesen şey, bu iktidârın, mevcut durumun değişmesi ve bunun verdiği zarar üzerine. Bu çok belirleyici. Bunun dışında diğer bütün argümanlar; bu seçimin kazanılamayacağı üzerinden yapılan ister pazarlık ister akıl yürütme ister strateji, bunların hiçbirinin bir önemi olmadığı, biraz önce konuştuğumuz gibi, bütün iddiaların boşa çıkmasının nedeninin de bu olduğu görüldü.

Buradaki yaklaşım meselesi, bence problemli bir okumadan başlıyordu. Yani muhâlefetin uzunca bir süredir hem sayısal denge açısından hem moral üstünlük açısından, değişen dengeye göre kendini adapte edememesinden, hâlâ eskinin kendisini zayıf durumda gören ezik tutumundan kaynaklanıyordu. Zâten bu “kazanacak aday” tartışması da baştan kendi riskini anlatan bir kampanyaya dönüşmüştü.

Ruşen Çakır: Erdoğan’ı çok güçlü görüp, kendini zayıf görmek.

Kemal Can: Bu zâten problemdi. Aslında ilginç biçimde bu tartışmaların hepsi, seçmenin endîşelerine referans veriyordu. Yani “Seçmen bundan endîşe ettiği için bu problem doğuyor” deniyordu. Ama aslında seçmenin endîşelerini tetikleyen şey bu tartışmalardı. Bu tartışmalar patlayıp ortalığa dökülünce, seçmenin asıl derdinin ve endîşesinin ne olduğu ortaya çıktı. Dolayısıyla seçmenin endîşesinin sözcüsü olarak pazarlık gücü elde etmeye çalışan bütün aktörler birden boşluğa düştü.  

Ruşen Çakır: Burada üstünlüğü sağlayan bir diğer husus da şu: Bu tartışmada, mesela cuma günü yaşanan olayda, HDP, Kürt meselesi falan hiçbir şekilde geçmedi. Halbuki bir yerinde hep bu vardı; ama telaffuz edilmedi ve orada bir kopuş oldu. Sonra bir bağlantı oldu ve tekrar birleşilince bu mesele de garip bir şekilde çözülmüş oldu. Meral Akşener’in Fatih Altaylı’ya söylediği çok açık ve orada hiçbir sorun yok. Ne diyor Akşener? “Ben HDP ile masaya oturmam. HDP’ye bakanlık vermeyiz. Ama tabiî ki başka partiler istedikleri partilerle görüşürler.” Zâten HDP’nin bakanlık talebi yok. Gelecek Partisi, DEVA ve Saadet Partisi, “Tabiî ki Kemal Kılıçdaroğlu HDP ile görüşmeli” dedi. Kemal Kılıçdaroğlu, “HDP ile görüşeceğim” açıklamasını yaptı. Mithat Sancar ilk günden, “Bu işi ilk turda bitirelim” dedi. Sonra ben Selahattin Demirtaş’a sordum; o da, “Hedef Kemal Kılıçdaroğlu’nu tüm Türkiye’nin adayı yapmak, yani Millet İttifâkı’nın ötesine taşımak” diye cevap verdi. Bunun da en önemli ayağı tabiî ki HDP. Büyük bir ihtimalle HDP ilk turda aday göstermeyecek. İlk turda da 2 büyük aday olacak. Ayrıca başka bir aday çıkar mı bilmiyorum. Yani imzâ toplayarak birileri aday gösterilir mi bilmiyorum; çok da sanmıyorum açıkçası. Her halükârda seçim ilk turda biteceğe benziyor. Yani Kılıçdaroğlu kazanırsa ilk turda kazanacak ya da Tayyip Erdoğan kazanırsa, ilk turda kazanacak. Tabiî medyasıyla, trolleriyle, iktidar çevreleri için sözüm ona çok câzip bir propaganda konusu var: “Millet İttifâkı HDP ile işbirliği yapıyor”. Açıkçası o meseleyle ilgili ne yapacaklar çok emin değilim. Bir yandan çok bildikleri bir şeyi, yani “CHP’nin, İYİ Parti’nin, Saadet’in içerisindeki milliyetçiler/ulusalcılar oy vermez” diyebilirler. Ama diğer yandan da, yerel seçimde görüldüğü gibi, bu tam tersine muhâlefetin işini kolaylaştıran bir şey olabiliyor. O kadar tüketiyorlar ki bunu. Meselâ yerel seçimde Mehmet Özhaseki’nin o söylediklerini hiç unutmam: “Mansur Yavaş belediyeye PKK’lıları doldurur” demişti. 

Kemal Can: “Faturaları kesmeye militanlar gelecek” diye açıkladı.

Ruşen Çakır: Yani o kadar uyduruk îtirazlar, propagandalar yaptılar ki sonunda ellerinde patladı. İktidar bu konuya ne kadar az girerse, CHP’ye gelecek oy sayısını o kadar azaltabilir. Ayrıca, şu ya da bu şekilde, meselâ CHP’ye, İYİ Parti’ye ya da Davutoğlu’na öfkesi, kırgınlığı olan, “Onlara niye oy vereyim?” diye düşünen birtakım Kürt seçmen de var. Ama bu tür propagandalar, onların bu tereddütlerini de ortadan kaldırabilir.Sonuçta ellerinde olduğunu düşündükleri enbüyük silâhtan da bence mahrum kaldılar gibi geliyor bana. Bunu kullanırlarsa kendileri açısından çokyanlış yaparlar sanki.

Kemal Can: Kullanırlar. Çünkü 2019’da da kullandılar. Bunun hâlâ işe yarayacağını düşünüyorlardır. Bence kullanırlar. Ama dedik ya? Muhâlefet bu kriz ve bu krizden sonra ortaya çıkan tablodan pek çok pozitifavantaj elde etti ve önceye göre daha iyi durumda. Ayrıca, bu konuda daiktidârın elindeki bu kart zayıflamış durumda. Yani şu anda, “İktidar bu kartıkullanmaz” konusunda çok emin değilim. Ama kullandığında aynı sonucu alamaz. Zâten2019’da da alamamıştı. Ama muhâlefet 2019’dan sonra, sanki 2019’un okumasınıbaşka türlü yaptığı için, orada kazananın ne olduğunu çok iyisüzmedikleri için, başka bir kapışmaya girdiler ve iktidar da onu görünce aynıyoldan yürüyebileceğini düşündü. Şimdi buna müdâhale eden siyâsî aktörlerdeğil seçmen oldu. 

Hatırlarsan, ortalama herkes, siyâsî aktörlerve sıradan insanlar şunu söylüyordu: “Bu seçimin kazanılması için, İYİ Parti’ninde, HDP’nin de bir arada olması lâzım”. Bunlar ana bloklar. CHP sürükleyici,ama bu ikisinden de vazgeçmemeli. Yani mutlaka İYİ Parti’ninde oyu olacak ama HDP’nin de oyu olacak — yani 2019 modeli. Uzunca bir süre, bunların biri olmadan da bir şey olur tartışması varmış gibi bir şey yürütüldü. Herkes şöyle diyordu: “Evet, ben ikisinin de olmasını istiyorum, ama birilerinin rezervi olduğuna inanıyorum ve bu bizim ayağımıza dolanır”. Yani herkes kendisi için buna “Eyvallah” deyip, olması gerektiğini söyleyip, belirsiz birilerine –kimileri sosyoloji, kimileri anket sonucu, kimileri başka bir referans kullanarak–, “Tamam, böyle olması lâzım; ama bunun önünde engeller var: Birincisi, iktidar bunu çok fenâ kullanır. İkincisi, zâten birtakım potansiyel rezervler var” deniyordu. Şimdi bu krizle birlikte, bu rezervlerin bu seçimi alma motivasyonunu ezecek bir gücü olmadığını gördük. Hani “Bizim seçmenimiz şunu kabul etmez”; “Bizim tabanımız şunu asla kabul etmez”, “Biz tabanımızı buraya getiremeyiz, şuraya götüremeyiz” filan deniyordu ya?  Sonuçta taban, “Benim adıma niye konuşuyorsun?” demiş oldu. Öyle bir şey olmadığı, en azından iddia edildiği güçte olmadığı ortaya çıktı.

İkincisi de, bu senin söylediğin, iktidârın bu kartı kullandığında alacağı sonucun da aynı olmadığı. Çünkü referans 2019. 2019’da aynı formül işlemişti ve 2019 formülünü birileri başka türlü okumak istedi ya da başka türlü anlatmak istedi. Bâzen açıkçası fazla angaje olmak sâdece ahlâkî bir sorun olmuyor, bâzen mental bir sorun yaratıyor: Görmeyi zorlaştırıyor. Dolayısıyla, böyle yıldız falı gibi analiz yapıp, rakam kerâmeti üretilen verilerle birtakım sonuçlar îcat etmek doğru siyâsî sonuçlar vermiyor. Bugün bunu gördük. 

Ama bence, iktidar bu HDP meselesini kullanmaya devam edecek. Ayrıca o senin dediğin savunma ertelemesi ya da blokajın kaldırılması da HDP’de, “Tamam, galiba bu iş seçim sonrasına gidiyor” refleksi… Yani hâlâ B planları hazır olarak yürümeye niyetliler.

Ruşen Çakır: Ama dediğim gibi, daha çok milletvekili seçimini etkiler. 

Kemal Can: Evet, orada teknik bir sorun yaratabilir. Bu, takvimi sıkıştırma sonucunu doğurabilir.

Ruşen Çakır: Şimdi Kılıçdaroğlu deprem bölgesini dolaşıyor. Meral Akşener de dolaşacak. Belki de hepsi birlikte dolaşacaklar. Sonuç olarak deprem bu seçimin en önemli tartışma konularından birisi olacak. Erdoğan “yeniden inşâ” üzerinden bir strateji yürütmeye çalışacak. Diğerleri de, tabiî ki yapılan hatâlar, eksiklikler, koordinasyon sorunları üzerine gidecekler. Bursa’daki o olayı gördün mü? Bursa İl Millî Eğitim Müdürü, Antep’ten çadırları alıp Bursa’ya getirtiyor. Üzerlerine MEB logosunu diktiriyor. Ondan sonra da çadırların Bursa’da meslek liselerinde üretildiğini söyleyip, paketleyip tekrar Antep’e gönderiyor. Kızılay olayı ise zâten başlı başına bir felâket. Yeni nereden tutsan her yerinden dökülüyor. Her şey bir yana, ilk 3 gün orada insanların yaşadıkları… Bu yaşananlar anlatılıyor. Bu olan bitenin etkisinin çok ciddî bir sonuç üreteceğini düşünüyorum.

Bir de açıkçası, Kılıçdaroğlu’nun ilk günden aldığı tavrın ne kadar isâbetli olduğu ortaya çıktı. Ben ilk başta doğru buldum, ama siyâseten neye yol açacağından çok emin olamadım. Çok kritik bir olay çünkü. Sıcağı sıcağına ilk günden böyle çok sert radikal bir çıkış yapmak… Ama o çıkış şimdi karşılık buluyor. Ve açıkçası, tüm bu yaşanan süreçte Kılıçdaroğlu’nun adaylığının kesinleşmesinde de bunun etkisi olduğunu düşünüyorum. Erdoğan’ın, “Türkiye’yi yeniden îmar ediyoruz” söyleminin pek bir işe yarayacağını sanmıyorum. Çünkü iki olay var burada: biri depremi bizzat yaşayanlar, bir de deprem sonrasını görenler. İkisine de ayrı ayrı etkisi oldu. Yaşanan bütün şeylere rağmen, hâlâ iktidârı tercih edenler muhakkak olacaktır, kendileri yaşasa bile. Ama çok ciddî kopuşların da yaşanacağını tahmin ediyorum. Bunu daha önce de konuştuk biliyorsun: özellikle ilk günler, o “devlet, devlet” diye bütün hayâtını bunun üzerine şekillendiren insanların yaşadığı çok büyük travmalar var. Ve bunun, iktidar seçmeni nezdinde, en azından sandığa oy kullanmaya gitmemek şeklinde bir sonuç göstereceği kanısındayım.

Kemal Can: İktidar, bu deprem meselesinde hızlı sonuç alma ve oradaki ihâlelerden, îmar rantlarına kadar her şeyi paylaştırma gücünü kullanarak bir siyâsî avantaj ve bundan kaynaklanan bir güç temin etmeye çalışıyor şu anda. 

Ruşen Çakır: Rant dağıtacak.

Kemal Can: Evet. Bunun dağıtıcısı olmanın, yani bu gücü, bu lütfu elinde tutmanın avantajına abanmayı ve bunun görüntüsüyle de bir sonuç almayı düşünüyor; ama şimdi görüyoruz ki senin saydığın vakalarda olduğu gibi –işte Kızılay hâdisesi, bu îmar ihâleleri serisi, o îmar ihâlelerinin deprem bölgesinde nasıl hayâta geçirileceğine ilişkin problemler–, böyle havâî fişek gibi, yani “Deprem sorununa ilk bir hafta müdâhale edilemedi, sonra durumu toparladılar” görüntüsü vermeyecek biçimde, patlaya patlaya devâmı geliyor. Neredeyse her iki günde bir yeni bir Kızılay hâdisesi patlıyor. Bir sürü ilk müdâhale sorunları dışında, o akut sorunlar dışında, yapısal problemler birer birer patlak veriyor. Meselâ sağlık meselesinde; kimin tweet’iydi hatırlamıyorum ama, “Bir sürü bakanlık çöktü, ama Sağlık Bakanlığı bu işten sağlam çıktı” diye bir tweet görmüştüm. İyi de, âcil servislerde ölüme terk edilmiş insanlar olduğunu öğrendik; bâzı illerde, ilçelerde bir tâne bile hastânenin ayakta kalamadığını gördük. Buna benzer pek çok mesele, böyle patlaya patlaya devam ediyor. 

Ayrıca şu anda çok sayıda denetim dışı, tamâmen keyfî milyarlarca dolarlık ihâleler dağıtılıyor. Çiğdem Toker ve Bahadır Özgür yazıyor bunları. O ihâlelerde gayrimenkul yatırım şirketlerinin çok aktif olduğu, yerel birtakım uzmanlık kuruluşlarının tamâmen devreden çıkartıldığı, hattâ bâzı yerlerde yerel yönetimlerin de dışarı itildiği görülüyor. Meselâ yardım organizasyonlarında, gönüllüleri itip ön sıraya partilileri yerleştirmek büyük reaksiyon yaratacağı için, MHP-AKP etiketiyle cemaatlerin yerleştirildiğini ve bunun da insanlar tarafından görüldüğü söyleniyor. 

Bütün bunlar bu süreci daha da kriz hâline dönüştürecek. Dolayısıyla böylece deprem, “İnsanlar ilk şoku atlattılar. Sonrasını biz çözeriz” havasına sokabilecekleri bir mesele olarak devam etmeyecek. Deprem hâdisesinin öyle bir tarafı da olacak bence. 

Ruşen Çakır: Kemal, burada noktayı koyalım, “Haftaya Bakış”ı burada bitirelim. Haftaya tekrar görüşmek üzere. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.