CHP Genel Başkanı ve Millet İttifakı’nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dünkü (4 Nisan) Trabzon temaslarını yerinde izleyen Ruşen Çakır, izlenimlerini anlattığı bu yayında, medyanın söz konusu ziyarete ilgisizliğine dikkat çekti. Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP ve dindar seçmen arasındaki ilişkiyi bir hayli değiştirdiğine dikkat çeken Çakır, Kılıçdaroğlu sayesinde bir CHP liderinin neden iftara katıldığının sorgulanmadığını ve CHP-dindar kesim ilişkilerinin normalleşme yolunda olduğunu dile getirdi.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Merhaba, iyi günler. Dün Trabzon’daydım. Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu’nun Trabzon programını tâkip ettim. Öğlen saatlerinde Atatürk Meydanı’nda bir miting yaptı. Daha sonra bir şehitliği ziyâret etti. Ardından kadın ürünlerinin sergilendiği bir çarşıyı gezdi ve nihâyet akşam Trabzon’un önde gelen otellerinden birisinde çok geniş katılımlı bir iftar düzenlendi. Evet, bu fotoğrafı o iftarda çektim ve sonra bunu Twitter hesabımdan “yorumsuz” diye paylaştım. Yorum yazmadım, iyi ki de yazmamışım. Bir tür test gibi oldu. Büyük bir çoğunluk haklı bir şekilde Kılıçdaroğlu’nun önündeki televizyon mikrofonlarının sayısının azlığına dikkat çekti. Bir cumhurbaşkanı adayının konuşmasında önüne bu kadar az mikrofon konulması, özellikle de büyük medyanın ilgisizliği… yani benim esas göstermek istediğimin o olduğunu söylediler. Böyle bir niyetim yoktu; ama bunun gerçekten önemli bir tespit olduğunu da kabul etmek lâzım. Kılıçdaroğlu’nun çok faaliyetini izliyorum ve bu faaliyetlerde genellikle mecbûren izleyen ajansları saymazsak, büyük ölçüde iktidar havuzunun dışında kalan az sayıdaki televizyon kanalı ve bol miktarda YouTube üzerinden yayın yapan yayın kuruluşları var, onlar tâkip ediyor. Yani şu anda ülkenin cumhurbaşkanlığı yarışını önde götüren kişinin yaptığı propaganda faaliyetlerine, kampanyasına medya ilgisinin, ülkedeki büyük medyanın büyük bir kısmının tam anlamıyla kör olduğunu, görmezden geldiğini görüyoruz.
Ama benim kastım esas –tekrar fotoğrafa dönecek olursak– buradaki iftar buluşmaları, Trabzon. Şimdi bunda ne var diyeceksiniz. Bende önce ne var dedim kendi kendime; ama işin bir öyküsü var, onu anlatayım. Trabzon’da Kılıçdaroğlu’nu tâkip ettiğimi bilen bir arkadaşım –ki kendisi bir süredir yurtdışında yaşıyor ve muhafazakâr birisi, AKP’ye yakın olduğunu bildiğim birisi– bana “Trabzon nasıldı?” diye sordu. Mesajlaştık, ben kısaca anlattım. Ondan sonra dedim ki: “Ya, ama iftar bambaşka bir olaydı” dedim. Bana tepkisi şu oldu: “Nasıl yani? CHP iftar mı veriyor?” dedi. O âna kadar benim de yadırgamadığım bir şeydi; ama onun bu tepkisi, bana Türkiye’de ne çok şeyin değişmiş olduğunu ve bunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun da ne kadar katkısı olduğunu gösterdi. Şu anda bakıyorsunuz: Kemal Kılıçdaoğlu iftar buluşmaları, Trabzon. Her gittiği yerde Ramazan’da iftarda o şehrin önde gelen isimleriyle, genellikle orta sınıf, serbest meslek sahipleri, sivil toplum kuruluşu yöneticileri, tabiî ki kendi partisinden ve Millet İttifâkı’nın diğer partisinin önde gelenleriyle iftar programları düzenliyor. Geçen hafta Konya’daydı, Konya’dakini de izledim. O da yine büyük bir otelde yapılmıştı. Çok büyük bir kalabalık vardı. Bu haftaki Trabzon’daydı, orada da çok büyük bir kalabalık vardı ve biz bunu normal bir şekilde yaşıyorduk. Ama o yurtdışındaki muhafazakâr dostumun tepkisiyle –yani tepki derken, böyle bir eleştiri anlamında değil, şaşkınlık anlamında–, bende de o kaba tâbirle “jeton düştü”. Evet, Kılıçdaroğlu bir şeyleri normalleştirdi. Artık, “Ya, Kılıçdaroğlu iftar yapıyor” diye düşünmüyoruz. Biz gazeteciler, “İftar nerede?” diye soruyoruz; “Nereden çıktı bu iftar?” diye sormuyoruz. Gayet normal bir şeymiş gibi davranıyoruz.
Ama buraya kolay gelinmedi. Kılıçdaroğlu’nun “Helâlleşme” adını verdiği stratejinin en önemli ayağı, özellikle dindarlarla yaşanan, kendi partisinin ve kendi partisine yakın olduğu bilinen çevrelerin tutumlarının özeleştirisini vermekle geçti uzun bir süresi ve hâlâ onu sürdürüyor, ısrarla yapıyor bunu. Ve bunlar artık normal karşılanıyor. Îtiraz edenler, rahatsız olanlar illâki vardır, yani kendi tabanından. “Ne gerek var bunlara da? Zâten iktidardalar. Neden onların suyuna gidiliyor?” vs. diyenler muhakkak vardır; ama çok ciddî bir kesim de bundan çok fazla rahatsızlık duymuyor. Bunu normal, yapılması gereken, hattâ geç kalınmış bir şey olarak görüyor. Öte yandan bundan en çok şikâyetçi olanın iktidar olduğu da muhakkak. Onlar da bu yapılanları “göz boyama” olarak göstermeye çalışıyorlar. Riyakârlık olarak sunmaya çalışıyorlar ve takiye olarak. “Takiye” lâfı zamânında seküler kesimlerin İslâmî kesimlere yönelik bir suçlamasıydı. “Bunlar takiye yapıyorlar. İşte, demokrat görünüyorlar, ama aslında hiç öyle değil” ya da başka şeylerle, “Hedefe ulaşmak için yalan söylüyorlar” denirdi. Şimdi takiye suçlamasının terse döndüğünü, özellikle Kılıçdaroğlu’nun din ve dindarlara karşı tavrındaki değişikliği kabullenmek istememek, bunun kendi altındaki halıyı çektiğinin farkına vararak bunu engellemeye çalışmak ve burada da bir samîmîyetsizlik aramak, bunu böyle damgalamak isteniyor. Ama bunun da çok fazla tuttuğunu söyleyemem. Neden söyleyemem? Çünkü geçen hafta Konya’da, bu hafta –yani dün– Trabzon’da gördüğüm –ki bu iki şehir de Türkiye’de milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin çok güçlü olduğu, Cumhur İttifâkı partilerinin %60’tan fazla oy aldığı yerler; hem muhâfazakârlık hem milliyetçilik, hem AKP hem MHP güçlü buralarda– ve buralardaki bu faaliyetlere, gerek, Konya Ereğli’de olduğu gibi, gerek dün Trabzon’da olduğu gibi kapalı salon toplantısı; ama en önemlisi iftar programlarına gösterilen ilgi aslında bir zincirin kopmuş olduğunu gösteriyor.
Niye bu kadar önem veriyorum? Dün Trabzon’da gördüklerimi soranlara hep bunu anlatmaya çalışıyorum. Miting son anda oldu Trabzon’da, çünkü daha önce kapalı bir toplantı yapmak istiyorlardı. Bir çadırda yapmayı düşünüyorlardı. Ama belediye ve valilik elbirliğiyle bunu engelleyince, son anda olay bir mitinge döndü. Belli ölçülerde –tabiî ki Trabzon için– Kılıçdaroğlu için başarılı bir mitingdi; ama esas bence önemli olan akşam yapılan iftar ve iftara gösterilen ilgiydi. İftar şehrin biraz dışında bir otelde yapıldı. Yani insanların oraya yürüyerek gitmesinin de çok mümkün olmadığı bir yer, bir araçla gidilmesi gerekiyor muhakkak. Yani bir külfeti var, öyle söyleyeyim. Ve çok sayıda kişi gitti; bunlar genellikle orta yaş üstü ve orta sınıf diye tâbir edilebilecek kesimlerdendi. CHP’liler tabiî ki vardı; ama CHP’lilerin dışında da gerek rozetlerinden gerek kıyafetlerinden CHP dışı partilerden ya da partisiz oldukları anlaşılan kişiler de vardı ve içlerinde hatırı sayılır ölçüde muhâfazakâr sıfatının ya da dindar sıfatının yakıştırılabileceği kişiler de vardı. Kılıçdaroğlu’nun düzenlediği, ya da en azından Kılıçdaroğlu adına düzenlenen bir iftara gelmekten yüksünmediler ve gördüğüm kadarıyla da bayağı hoşnuttular. Bu bence çok önemli bir husus.
Şimdi ne oluyor? Bâzı kişiler, Kılıçdaroğlu’nun adaylığı söz konusu olduğu andan îtibâren, onun Alevî olmasını gündeme getirdiler ve Kılıçdaroğlu’nun Alevîliğinin Sünnî seçmen nezdinde sorun yaratacağını bize anlatmaya çalıştılar. Ve genellikle de şöyle şeyler söylendi: “Siz bilmezsiniz, derin Anadolu’da bu işler hâlâ çok güçlüdür” vs.. Tabiî ki var, tabiî ki Sünnî kesim içerisinde Alevîliğe karşı bir hassâsiyet belli ölçülerde var ve bir Alevî’nin cumhurbaşkanı olmasına çok da fazla memnun olmayacak insanlar da olabilir. Ama o “derin Anadolu” diye tâbir edilen coğrafyayı az buçuk bildiğimi sanıyorum. Bilme iddiasındakilerin çoğundan daha fazla bildiğime de eminim, yani hiç kusura bakmasınlar. Çünkü özellikle İslâmî hareketi ve ülkücü hareketi tâkip etme adına gazetecilik hayâtımın önemli bir kesimi Güneydoğu, İç ve Doğu Anadolu ve de Karadeniz’de geçmiştir. Orada özellikle geçmişin Refah Partisi, daha sonra Fazilet ve AKP, Saadet dâhil olmak üzere, aynı zamanda da MHP, Büyük Birlik Partisi gibi partilerin yöneticileriyle tabanlarıyla çok görüşmüşlüğüm var değişik şehirlerde. Alevîliğin hiçbir şekilde belirleyici unsur olarak ortaya çıktığını görmedim. Bunun belirleyici unsur olmaması, hiçbir şekilde gündeme gelmiyor olması anlamına gelmez. Var tabiî ki insanların içerisinde. Fakat bunların zamanla etkisinin iyice azaldığını, hele Kılıçdaroğlu’nun son dönemde izlediği politikalarla bayağı bir gerilediğini söyleyebilirim. Artık birçok insan, özellikle muhâfazakâr kanatta, çok radikal bir şekilde Erdoğan’a angaje olmayan, daha bir başkasını dinleme eğilimi olan kişilerin gözünde Kılıçdaroğlu, Alevî kimliğinden, CHP Genel Başkanı kimliğinden de öte, herkesle konuşmaya çalışan bir kişi olarak görülüyor. Bâzıları bunu ciddîye alıyor, önemsiyor; bâzıları bunu çok fazla inandırıcı bulmuyor. Bunun seçim kazanmak için olduğunu düşünüyor vs.. Ama Sünnî dindar kesiminin gözünde Kılıçdaroğlu’nun yaptıkları çok önemli. Kimisi ona saldırmak için kimisi de onu anlamak için bu olaya önem atfediyor. Diğer kesimlerin, meselâ geleneksel CHP kesiminin, kitlesinin önemsiz gibi görmesine bakmayın. Yani şu çok yaygın, onu biliyorum: “Kemal Bey böyle yapıyor, ama aslında bu öylesine, mecbûren yapılan bir şey” diye olayı geçiştirmeye ya da önemini azaltmaya çalışıyorlar. İlk başta bu anlayış çok daha etkiliydi; ama yakından izlediğimizde ve zaman içerisinde bunu istikrarlı bir şekilde sürdürdüğünde bunun hiç de öyle yabana atılacak bir şey olmadığını gördük — ben şahsen gördüm.
Buradan nasıl bir sonuç alabilir CHP ve Kılıçdaroğlu? Yani bu kesimden ona oylar yağmayacak; ama bir kapının aralanmasını gerçekleştiriyor Kılıçdaroğlu. Uzun bir süre mahalleler ayrıydı, herkesin yeri belliydi, her mahallenin partisi belliydi, birbirlerine hiçbir şekilde bulaşmadan ayrı ayrı yaşamayı tercih ediyorlardı. Ve bu tabiî ki esas olarak daha sol olarak bilinen kesimlerin aleyhine işliyordu, çünkü Türkiye muhâfazakâr ağırlıklı bir ülke. Çoğunluk Sünnî ve Sünnîler’in içerisinde de dindarlık çok yoğun. Dolayısıyla sol iddialı partiler kendilerini hep az sayıdaki bir seçmene hapsediyordu. Şimdi bu, kırılması, aşılması gereken bir olaydı, engeldi ve Kılıçdaroğlu bunu belli bir aşamada fark etti. Nasıl yaptı? Tek başına mı, birilerinin tavsiyesiyle mi bilmiyorum; ama doğru yaptı.
Burada tabiî şöyle bir sorun var — geçen T24’te Murat Sabuncu yazdı bunu, yanılmıyorsam dün: “Bu kadar milliyetçilere ve muhâfazakârlara el uzatan Kılıçdaroğlu, acaba kendi geleneksel kitlesini ihmal mi ediyor?” Evet, bu aslında ilginç bir soru ve Murat’ın o yazıda dile getirdiği şeylerin büyük bir kısmı bana da inandırıcı geliyor. Böyle bir risk var. Eğer Kılıçdaroğlu bunları yaparken aynı zamanda kendi üzerinde yükseldiği tabanı da, onun kaygılarını da gözetirse, hepsini birlikte götürebilirse çok daha başarılı olacaktır diye düşünüyorum. Aksi takdirde, “Nasıl olsa benim tabanım bana mahkûm. Benden başka kimseye oy vermez” deyip, sâdece yeni sulara yelken açması durumunda kaybedeceği şeyler de olabilir. Çünkü öncelikle –demin de söylediğim gibi–, şu anda yaptıklarının kısa vâdede hızlı sonuçları olmayabilir. Ama orta ve uzun vâdede, kendisi yöneticilik yapmayı sürdürmese bile, eğer kendisinden sonra CHP’nin başına geçecek olan kişiler onun çizgisinden sapmazlarsa, o zaman Türkiye’deki bir klişe, kalıplaşmış birtakım parti tutma eğilimleri büyük ölçüde alt üst olabilir. Şu anda Kılıçdaroğlu’nun yaptığının bunun temelini atmak olduğunu düşünüyorum. Bunu yaparken, dindarlara el uzatırken, onlarla yakınlaşmaya çalışırken laiklikten tâviz vermemesi en önemli hususlardan birisi. Yani onları kazanmak için laiklikten çıkmak gerekmiyor. Onları kazanmak için onlara laikliği anlatmak, laikliğin aslında kendileri için de, dindarlar için de ne kadar lâzım olduğunu anlatabilmek gerekiyor. Tek başına Afganistan örneği ortada. Afganistan’da şu anda din adı altında kadınların hakları alabildiğine gaspedilmiş durumda. Bir zulüm rejimi söz konusu. Ama burada, Türkiye’de dindar kadınların da, tüm kadınların da birçok kazanımı var. O kazanımlarını korumak için bence esas olarak laikliğe, laik bir sisteme ihtiyaçları var. Aksi takdirde din adına hareket ettiğini söyleyenler, ilk olarak son örnekte gördük, Yeniden Refah ve HÜDA PAR örneklerinde olduğu gibi, kadınların haklarını gasp etme kuyruğuna giriyorlar. Dolayısıyla bunlara karşı mücâdelenin yolu da dîni ve dindarları rahatsız etmeden laikliği savunabilmek. Kılıçdaroğlu –bunu takdir etmek lâzım– son ittifak tartışmalarında, Yeniden Refah ve HÜDA PAR’ın Cumhur İttifâkı’na dâhil olması konusunda, hem Kılıçdaroğlu hem de Meral Akşener bunu yaptılar. Bence çok daha güçlü bir şekilde yapabilirlerdi. Özellikle Meral Akşener bunu çok daha güçlü bir şekilde yapabilirdi.
Evet, bence buradaki ince çizgi, laiklikten tâviz vermeden dindarların haklarını korumak, onların daha özgür bir şekilde hayatlarını yaşamalarının temînatının laiklik olduğunu söyleyebilmek. Kılıçdaroğlu bu konuda hayli yol katetti. Ama gerek kendi parti tabanında, gerek parti kadrolarında, gerekse de genel olarak sol kesimlerde ve sekülerliği, laikliği savunan kesimlerde hâlâ çok ciddî sorunlar var — ârızalar var diyelim. Hâlâ bu konuyu kabullenememe olayı var. Ama Kılıçdaroğlu’nun bu konuda yaptıklarını ve onunla berâber, bu politikalarını hayâta geçirmesinde ona yardımcı olanların yaptıklarını, toplumsal barışa katkıda bulunacak çok ciddî olumlu adımlar olarak telakkî etmek gerekiyor.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Bu akşam “Adını Koyalım”da, “Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kalır mı? Kalırsa ne olur?”u tartışıyoruz. Bir de aynı zamanda ortak liste meselesini ele alıyoruz. Bunları değerlendireceğiz. Ben bu akşamki yayının sonrasında, yarın özel olarak “Cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kalırsa en şanslı isim Erdoğan” ya da “İkinci tura kalırsa Erdoğan seçimleri kazanır” önermesi üzerine bir yayın yapacağım, şimdiden söyleyeyim. Bence kazanamaz, ama neden böyle düşündüğümü yarın anlatacağımı şimdiden söyleyeyim. Evet, söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler.