-AKP’nin seçim beyannamesinin gösterdikleri
-Selahattin Demirtaş’ın silah bırakma açıklaması
-BBP lideri Mustafa Destici’nin, TİP Genel Başkanı Erkan Baş’ın Boşnak kökenli olmasına dair yaptığı ırkçı çıkış ve aldığı tepkiler
-HÜDA PAR-AKP ilişkisi nasıl ilerliyor?
Ruşen Çakır ve Kemal Can, geride bırakmaya hazırlandığımız haftanın öne çıkan siyasi ve toplumsal gelişmeleri Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal merhaba, hoş geldin.
Kemal Can: Merhaba Ruşen, hoş bulduk.
Ruşen Çakır: Bu hafta çok da fazla hareketli geçmedi sanki. Herkes kampanyasını sürdürüyor, ama genel olarak öne çıkan bir olay olmadı. Liste meseleleri atlatıldı. Şimdi önemli gibi görünen olay, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin seçim beyannâmesi ve aday tanıtım toplantısı oldu. Ama benim gördüğüm kadarıyla, seçim beyannâmesinde pek de fazla bir numara yok. Erdoğan’ın açıkladığı, kamuda mülâkatın kaldırılması, enflasyonun tek hâneye düşürülmesi meselesi, AKP sanki bir iktidar partisi değil de muhâlefetteki bir partiymiş gibi görünüyor. Zâten bu vaatlerin çoğu, muhâlefetin dile getirdiği vaatler; özellikle bu mülâkat meselesi. Onun dışında bir de sloganlar konusu var. Sloganlar da çok dikkat çekici değil. Kurulduğundan beri AKP’yi bilen, izleyen birisi olarak, açıklanan bu program en az ilgimi çeken program oldu; çünkü çok fazla bir şey yoktu. Hani “Erdoğan çok rahat” diyenler vardı ya? Öyle bir program ve kampanya stratejisi açıklayacak ki alıp götürecek diye düşünüyorsun. Ama öyle bir şey yok. Oradan bir şey çıkmayacak diye düşünüyorum. Sen ne düşünüyorsun?
Kemal Can: Evet, bence bunun iki boyutu var. Birincisi, Erdoğan’la ilgili kısmı. Sâdece bu seçimde değil, 2019 seçiminden bu yana, hattâ 2018’den hemen sonra başlayan süreçte, Erdoğan’ın her kanalda neredeyse zorla yayınlatılan televizyon programlarına gösterilen kamuoyu ilgisi, neredeyse oy kaybından daha hızlı bir düşüş gösteriyor. Diyelim ki AKP’li olmaya devam edip, her halükârda AKP’ye ve Erdoğan’a oy vermeye gidecek insanlar bile onun ne diyeceğiyle çok fazla ilgilenmiyorlar. Yani ona destekleri, onun söyledikleriyle ilgili değil çünkü. İşin böyle bir tarafı var. Bu, hep konuştuğumuz, her vesîleyle tekrar ettiğimiz, artık söyleyecek bir sözünün kalmaması, geleceğe dönük bir vaat, bir vizyon ortaya koyamamasıyla ilgili çok ciddî bir eksiklik zâten. Bu sâdece kampanyaya slogan bulunamamasıyla sınırlı bir şey değil. Hani bir şey yok ki ondan bir iş çıksın. Dediğin gibi, bir kısmı muhâlefetin söyledikleri, bir kısmı da iktidârın asla söylememesi gereken şeyleri vaat diye ortaya koymasının da iki tâne problemli tarafı var: Birincisi, herkesin söylediği ve muhâlefetin hemen dikkat çektiği gibi, “20 yıldır niye yapmadın?” söylemi; ikincisi, seçim ekonomisi ya da kısa dönemde seçmeni cezbedecek hamleleri bir şantaja çevirip seçimden sonraya atması. Diyelim ki şöyle yapsa: Seçimden önce şu kadar kadro dağıttı, seçimden önce mülâkatı kaldırdı, seçimden önce gençlere interneti bedava yaptı filan olsa, bunu şimdi hemen yapsa…
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Ama tıpkı 400 vekil meselesinde olduğu gibi, Erdoğan bir süredir, sürekli olarak kendi seçmeniyle, “Önce siz bir verin, ben ona göre size bir şey vereceğim” gibi bir ilişki kuruyor. “20 yıldır yapmadın” işin bir tarafı; hadi 20 yıldır yapmadın, diyelim ki gençlerde oy düşüşün var, gençleri cezbetmek için bir şey yapmak istiyorsun; onu da seçimde verecekleri oylara göre daha sonraya itiyorsun. Halbuki iktidar avantajını kullanmak ya da seçim ekonomisi ne için lâzımdır? Şu anda diğerlerininki vaattir. Sen yapabilecek olmanın avantajını kullanırsın: Para dağıtabilirsin, ücretleri düzenleyebilirsin, kadro dağıtabilirsin… Böylece o seçim ekonomisi böyle uygulanır. Ama ilginç bir biçimde, seçim ekonomisini de, deprem işinde de, her şeyde de sonraya atıyor: “Bana 1 yıl süre verin”, “Bana bir daha oy verin, sonra ben seçimi kazanınca size vereceğim bunları” yaklaşımı. Bence bu sorunlu bir şey. Bu sâdece, karşısındaki muhâlefet seçmenini cezbetmek açısından değil, kendi seçmeni açısından da ilgisizlik yaratan bir durum.
Ruşen Çakır: Kılıçdaroğlu da buna karşılık, bayağı popülizm olarak adlandırılabilecek, çiftçiye emekliye vs. çok somut rakamlar telaffuz ediyor. Hatta Özgür Özel geçen gün, “Her yoksul âileye bir Cumhuriyet altını” vaadine kadar getirdi işi. Bir tarafta, zâten muhâlefette olduğundan seçim sonrası için vaat vermekten başka çâresi olmayan biri var ve orada daha somut vaatler var.
Kemal Can: Zâten o kopyalama da oradan anlaşılıyor.
Ruşen Çakır: Ama o da silik bir kopyalama. Tamâmını da kopyalayamıyor.
Kemal Can: Tabiî tabiî. O kopyalama bize şunu gösteriyor: “Muhâlefet somut öneri yapmıyor, insanların önüne bir şey koymuyor. Muğlak, sistem tartışması, demokrasi, adalet… Bunlar seçmeni ilgilendirmez” denilen, bence sorunlu bir değerlendirme vardı. Ama şimdi onun da gerçek olmadığını görüyoruz. Çünkü iktidârın muhâlefet önerilerini kopyalayıp değiştirip, uyarlayıp kullanması, aslında somut öneriler konusunda muhâlefetin bir adım önde olduğunu gösteriyor.
Ruşen Çakır: Kemal, öyle diyorsun ama, biliyorsun bütün mülâkatları CHP yapıyor. AKP, nihâyet bu seçimde iktidâra geldiğinde CHP’nin elinden mülâkat hakkını alacak!
Kemal Can: Bu iş hakîkaten yapısal ve bu, ne Erdoğan’ın ne AKP’nin aşabileceği bir sorun değil. Ama buna ek olarak bir problem daha var bence. Daha küçük bir problem ama bu da belirleyici. Şimdi Erdoğan’ın ve AKP’nin bu hikâye üretememesi, geleceğe konuşamaması, kendi seçmeni dâhil insanları hareketlendirememesi, zaman zaman kendisinin bile bu metal yorgunluğundan şikâyet etmesine neden olan şey, daha önce iki şeyle kısmen tolere ediliyordu: Birincisi, çok kuvvetli bir seçim makinesi vardı: AKP diye bir teşkilât. Hani her seçimde neredeyse seçim için tasarlanmış mükemmel çalışan bir makine. Bir de, içeriksiz, aslında çok da arkası dolu olmayan, birtakım sözleri sanki bir vizyon görüntüsüne sokan bir kampanya dili ve o tür çalışmaları yapan, daha öncesinde Olçok’un olduğu, danışman kadrosunu ya da iletişim stratejisini yöneten birtakım aktörler. Şimdi o konuda da büyük bir zâfiyet olduğu anlaşılıyor. Yani bir zayıflık gösterisi sergileyen, muhâlefeti taklit etmek zorunda kalan, bir iktidârın asla telaffuz etmemesi gereken şeyleri çok büyük bir buluş gibi kampanya sloganına dönüştüren, “Biz TOGG diyoruz onlar soğan diyor” seviyesinde, popülerliği artık iyice düşüren bir tutum içerisinde. Ama bunu dengeleyecek, bunu biraz daha bir şeymiş gibi gösterecek, imajlarla, arkasına doldurulmuş parlak sloganlarla biraz daha yutulur hâle getirecek bir ekibin de var olmadığını ve bu olmayan heyecânı varmış gibi gösterecek bir teşkilât dinamizminin de olmadığını görüyoruz. Bunlar da ekleniyor bu sefer.
Düşünsene biz hep ne konuşuyorduk? İktidar imkânı. AKP devleti seçime sokuyor. Karşısında bir muhâlefet var, kendisi devlet olarak seçime giriyor. Devleti seçime sokan bir aktörün, muhâlefetin bulduğu 3 tâne somut projenin peşine takılması hakîkaten nasıl heyecan yaratır?
Ruşen Çakır: Numan Kurtulmuş’un söylediği o “Biz TOGG diyoruz onlar soğan diyor” lâfına hâlâ inanamıyorum. Normalde “Biz soğan diyoruz onlar TOGG diyor” denmesi gerekmez mi? Yani milletin karnı aç…
Kemal Can: Senelerce de öyle gitti zâten. Hattâ pek çok siyâsî iletişimci, araştırmacı, “Millet cüzdanına bakar”, “Boş tencere iktidar götürür” der. Onlar da, Numan Kurtulmuş’un söylediğinin tam zıddı.
Ruşen Çakır: Biraz HÜDA PAR’ı konuşalım. Geçen gün “Adını Koyalım”da da biraz bahsettim. HÜDA PAR’ın, Hizbullah geleneğinden gelen bir hareketin, AKP’ye bu kadar tâbi olması…
Kemal Can: Bir de bunun göze sokulması. İki taraf için de öyle. Fotoğraflarda, açılışlarda, “Biz ittifak yaptık” diye âdeta göze sokulması. Hani kenardan filan değil, bunu böyle sanki çok büyük bir şey gibi göstermeye çalışıyorlar
Ruşen Çakır: Evet, o çok acayip bir iş. HÜDA PAR orada bir yer kaptı ve iyi bir yer tutmaya çalışıyor dersin. Hizbullah’ı çalışmış, bilen birisi olarak, o hareketin seveni çok azdır, nefret edeni çoktur; ama en önemli özelliklerinden birisi, kendi iddiasıdır; kendilerine cemaat derler. Cemaat olma iddiasıdır. Ağırbaşlı, kapalı…
Kemal Can: Mesâfeli.
Ruşen Çakır: Kendilerini öven birtakım İslâmcılar’dan bile rahatsız olup, “Bizi dilinize dolamayın” diyen bir hareketin şimdi gelip, Nurettin Nebati’nin fotoğrafa girmeye çalışması gibi bir tavır alması… Woody Allen’ın Zelig filminde de vardır bu. Biraz önce Numan Kurtulmuş’a söylediğimin daha fazlasını onlar için söyleyebilirim. Hakîkaten gözlerime inanamıyorum. Eski DSP Başkanı Önder Aksakal’ın –sol geçmişi varmış, ama artık onu geride bırakmış–, “Bu ülkeyi küffâra teslim etmeyeceğiz” gibi kraldan çok kralcılık yapması yazık bir durum olarak kayıtlara geçiyor; ama kimse için önemli değil, çünkü onun bir karşılığı yok. Ama HÜDA PAR’da –ne kadar olduğu tartışmalı ama– bir toplumsal tabanı, bir târihi olan, kendince bir adı olan bir hareket söz konusu. Onun bu kadar ayağa düşmesi beni çok şaşırtıyor.
Kemal Can: HÜDA PAR tarafında söylediğin doğru, ama ben AKP ve Erdoğan tarafında da bir problem olduğunu düşünüyorum. Çünkü Erdoğan HÜDA PAR’ın bölgede bir katkısı olacağını varsayıyor ve bu hesâbı yaptı; ama meselâ şu çok açık: HÜDA PAR’ı bütün genel kampanyasının içerisinde neredeyse Bahçeli’den bile daha çok yanında gösteren bir Erdoğan’ın bundan ne fayda umduğunu çok anlamış değilim. Bölgeye gittiğinde, bölge işlerinde, “Bunlar bizim adamımız” diye orada onları lanse etmesi anlaşılabilir bir şey, tamam. Ama açılışlara dâvet ediyor, fotoğraflarda yeri var. Yani sürekli bir alışveriş var. Çıkan tartışmalara, hattâ kendi içinde, meselâ o Vizyon Beyannâmesi’nin açıklandığı gün, Özlem Zengin, HÜDA PAR’ı doğrudan işâret etmeden, ama kadın meselesindeki problemi tekrar söyleyen ve bu konudaki meselenin AKP içerisinde hallolmuş bir mesele olmadığına işâret eden şeyler söylediğini duyuyoruz.
Ruşen Çakır: Orada ilginç bir şey daha var. Özlem Zengin’in iki sıra altında Zekeriya Yapıcıoğlu var. İkisi de seçilecek yerlerde.
Kemal Can: Hâlâ açık tartışma hâlinde olan bir şeyin bu kadar göze sokulmasını anlamış değilim. İlk ittifak kurulduğunda konuştuk bunu. Başka bir resim vermek istiyor. Hattı bayağı kalın çizmek istiyor. Öyle muğlak bir şey değil bayağı sert bir çizgi çiziyor, onu anladık. Ama meselâ artık kampanyaya girmişken, bunun tam olarak faydası nedir? Ne akıl edilerek bu yapılıyor?
Ruşen Çakır: Bir de şöyle bir şey var. Listelere ilk baktığımda gözüme çarpmıştı ve hakîkaten ilgimi çekmişti. Sonra BBC ya da başka bir yayın organı onu çıkarttı. CHP ile AKP’yi kıyaslarsak, kadın aday sayısı CHP’de daha fazla. Ama seçilebilecek yerlerdeki kadın aday sayısı AKP’de CHP’ye kıyasla hayli fazla. O yüzden CHP’ye birtakım eleştiriler var. İnsanlar çok sorun çıkartmayalım diyorlar, ama CHP listeleri kadın aday konusunda büyük bir fiyasko bence; onu kabul etmek lâzım. Erdoğan bir taraftan, Yeniden Refah, HÜDA PAR gibi, kadın meselesindeki duruşu çok belli olan insanları hep yanında dolaştırırken, bir taraftan da Erdoğan –çünkü listeleri Erdoğan yapıyor– birçok yerde, kadınları seçilebilecek yerlere, en üst sıralara yerleştirmiş.
Kemal Can: O onun dengelemesi olabilir yani.
Ruşen Çakır: Belki de hiçbir şeyi hiçbir şeyle dengelemiyorlar. Bu arada konuşmuşken, bugün haber geldi: Sakarya Üniversitesi Ebubekir Sofuoğlu’na soruşturma açmış nihâyet. Sofuoğlu’nun o ifâdesi çok acayip bir şeydi. Nasıldı o? “Cehennemin son odunu yanana kadar” mıydı neydi?
Kemal Can: “Cehennem soğuyana kadar…”
Ruşen Çakır: Sosyal medyada açık açık Derya Yanık, Özlem Zengin ve AKP Sakarya milletvekilinin fotoğraflarını paylaşarak, onlara yönelik söylüyor bunu.
Kemal Can: Evet, adresi belli yani, ortaya söylenmiş bir lâf değil.
Ruşen Çakır: Meselâ herhangi bir muhâlif bunun biraz daha yumuşağını Özlem Zengin’e ya da Derya Yanık’a tehditvâri bir şekilde söylemiş olsun –çünkü Sofuoğlu’nun cümlelerinde sâdece öbür dünyaya havâle eden bir tehdit değil, bu dünyayı da kapsayan bir tehdit vardı–, bir muhâlifin bunu söylediğinde başına neler gelebileceğini düşünebiliriz herhalde. Meselâ, üzerinde Erdoğan’ın resmi olan pahalılıkla ilgili sticker’ları tasarlayan İzmirli genç adam hemen gözaltına alındı. Birileri hâlâ… ne kadar güçlü olursa olsun… Güçlü olduğunu da nereden gördük? Özlem Zengin İstanbul’da 2. Bölge’de 2. sırada değil mi? Belli ki Erdoğan’ın çok önem verdiği bir isim. Onu 10. sıraya koysa da seçtirdi. Koymasa, “Birilerine kelle verdi” diyecektik. Ama belli ki Erdoğan’ın önemsediği bir isim. Ama birileri bunu yapabiliyor ve bunu da tamâmen sözüm ona dinî bir zemin üzerinden yapıyor. Bir tarafta muhâlefetle kavga ederken, etmeye çalışırken, bir de kendi içlerinde çok ciddî bir kavga var. “Neyin kavgasını yapıyorlar?” sorusu aslında çok önemli bir soru. Sakarya Üniversitesi’ndeki bir târih hocasının, bu konuda ortalığın karışacağını bilerek böyle bir çıkış yapması çok daha anlamlı bir hikâye.
Kemal Can: Hani hep “münferit olay” denir ya? Bu münferit bir örnek değil. Meselâ Cübbeli Ahmet de eşzamanlı olarak benzer bir şey söylüyor. Oradan bir öğretim üyesi çıkıp bir şey söylüyor, buradan Fatih Erbakan protokol koyuyor, oradan HÜDA PAR “Bizim bunun için iktidar olmamız lâzım” diye koyuyor. Öbür taraftan, bir diziye RTÜK cezâ yağdırıyor. Dolayısıyla, bu böyle paket bir iş. Eskiden de “meczubun biri” deyip geçilirdi. Ama burada öyle değerlendiremeyeceğimiz bir durum var.
Ruşen Çakır: Kesinlikle değil.
Kemal Can: Çünkü İstanbul Sözleşmesi meselesi de senelerdir belirli kesimlerin hedefindeki bir şey. Ama sonunda Erdoğan, daha önce imzâladığı sözleşmeden, kendi imzâsıyla…
Ruşen Çakır: İstanbul Sözleşmesi deyip provoke etme. Burası karışık, girmeyelim o konuya.
Kemal Can: Ama böyle bir tarafı var. Dolayısıyla, birileri çıkmış söylemiş, “Bunların sesi fazla çıkmaya başladı” gibi denecek bir şey değil. Bu sesin fazla çıkmasının ve bu ittifak düzeninin anlattığı bir şey var. Bize bir şey söylüyor yani. Tamam, bunun mükemmel bir akıl ürünü olduğunu, çok ince bir strateji olduğunu düşünmüyorum; ama sonuçta öyle gelişine yapılmış, rastlantısal bir durumda değil. Bir şey anlatılıyor burada.
Ruşen Çakır: Bence anlattığı en önemli husus: Erdoğan’ın yönetememesi. Bâzı izleyiciler bu söylediğime takıyor; ama Erdoğan güçlü kuvvetli, her şeye hâkim, her şeyi kontrol eden birisi olsa, bu çıkışlar öyle kolay kolay yapılamaz. Erdoğan’ı tanıyan insanlar bunlar. Erdoğan’ın zayıf olduğunu biliyorlar. Hele bu konularda onlara alenen bir şey yapmayacağını biliyorlar. Belki el altından yapabilir. Birilerine rektörü aratıp da, “Susturun şu adamı” diyebilir. Ama Erdoğan, muhâlefetten birinin söylediğinin dışında, alenen kalkıp da masaya yumruğunu vurup bir şey söylemez. Hani geçenlerde bir profesörün soğan patatesle, yol köprü vs.’yi kıyasladığı bir mesele vardı. Hattâ profesörün kim olduğu tartışılıyordu. Erdoğan’dan çok sert cevap gelmişti. Ama burada Sofuoğlu’nun söylediği cümleler çok daha vahim. Senin en önem verdiğin grup başkanvekiline, cehennemlik olmak meselesinin ötesinde, çok daha vahim bir şey söyleniyor. Ona cevap ver. Ama vermiyor, veremiyor. Çünkü gücü ona yetmiyor. O söyleyen kişiye yetmiyor anlamında değil. O alana yetmiyor. O alan artık Erdoğan’ın ulaşamadığı yer oldu. Bence esas hikâye bu. Meselâ 5 yıl önce bunu yapamazlardı. Yapamamalarının nedeni, “Şeriat tehlikesi zamanla güçleniyor” değil; o târihlerde, Erdoğan’ın önemsediği insanlara lâf etmek, en fazla Cumhur İttifâkı’nın ilk zamanlarında Bahçeli’nin yapabileceği bir şeydi. Onun dışında kimse, Erdoğan’ın kıta sahanlığında olan bir yere müdâhale edemezdi.
Kemal Can: Ama tabiî ilginç bir biçimde, böyle şeyler söyleyebileceği varsayılan aktör olarak târif edilen Bahçeli, bu konuda en müsâmahakâr insan pozisyonunu aldı. Şimdi, “Aralarında bir problem mi var?” diye hep tartışıyoruz. Hattâ “Bahçeli’nin seçime tek başına girme karârında HÜDA PAR’ın etkisi var” diyenler de var. Ben bu görüşe çok katılmıyorum. Ama zâten öyle bir iddia olsa, bununla ilgili iki lâf duymuş olurduk. Çünkü Bahçeli daha önce benzer şeyleri söylemekten imtinâ etmedi. HÜDA PAR konusunda neredeyse Erdoğan’la aynı şeyi söyledi: “HÜDA PAR’ın yetkilileri gereğini söylediler, bunun üstüne söylenecek lâf yok” dedi.
Ruşen Çakır: Peki, Bahçeli Mustafa Destici’ye niye lâf etmedi?
Kemal Can: Erkan Baş’a söylediği “Tito artığı” meselesini söylüyorsun değil mi?
Ruşen Çakır: “Ajan” da dedi.
Kemal Can: Destici’nin Cumhur İttifâkı’nı ne kadar temsil ettiğiyle ilgili bir tartışma çıkabilir, ama aynı şeyi yerel seçimde de yaşadık biz. Hatırlıyorsan, Ekrem İmamoğlu’yla ilgili yürütülen kampanyada, Pontus suçlaması yapıldı. Bu söylem, düşünülenin tam tersi bir reaksiyona neden oldu ve CHP’nin adayı İmamoğlu’nu güya yıpratmaya çalışırken, Trabzonlular’ı potansiyel hâin gibi kodladığınız anda bir sürü reaksiyon oluştu. Bu reaksiyonda AKP teşkilâtlarında istifâ eden olmadı, ama seçmende bunun karşılığını gördük. Çalışmadığı gibi, tam tersine bir etki yarattı.
Hatırlıyorsan, bundan üç dört sene önce bir spor programında Rasim Ozan Kütahyalı yine Boşnaklar’a laf etmişti. Özellikle Balkan göçmenleri ve Boşnaklar’ın önemli bir kısmı, aynı zamanda milliyetçi reflekslere çok uzak olmayan, hattâ kısmen bâzı dindar kesimlerle de ilişkisi olan bir kesim. Pontus muamelesi yapılacak bir kesim değil.
Ruşen Çakır: Yani komünist muamelesi yapılacak bir kesim değil.
Kemal Can: Evet, Bir de, Destici’nin “Bunun eski soyadı Jusovic” diye söylediği ad, bütün Bulgar ve Boşnak göçmenlerinin, daha önce yaşadıkları ülkelerde kendi soyadlarını… Jusovic, Yusufoğlu demek. Destici’nin söylediği bir cehâlet içeriyor aslında.
Ruşen Çakır: O cehâletin çok belirgin olduğu belli de…
Kemal Can: Üstüne bir de Almancılar’ı ekledi.
Ruşen Çakır: Bunların bilinçli olarak yapıldığını sanmıyorum; bir şey söylemiş olmak için söylenmiş şeyler.
Kemal Can: Televizyona çıkacak ya? Bir şey buldum diye notunu almış. Kendinden söz ettirecek, manşet verecek bir şey diyor. Onu bulmuş. Çok da araması gereken bir şey değil aslında; Google’da var zâten.
Ruşen Çakır: Böyle bir şey olur mu yani? Cumhur İttifâkı denen bir yapı var ve bu yapı çok kritik bir seçime giriyor. Ve sen Balkan göçmenlerinin neredeyse hepsini karşına alıyorsun. Senin de söylediğin gibi çok ciddî bir damar var. Meselâ benim ilk aklıma gelen Saffet Sancaklı. MHP’den yeniden aday ve seçilecek.
Kemal Can: Saffet Sancaklı, daha önceki olayda o spor programında söylenen sözlere büyük reaksiyon göstermişti zâten.
Ruşen Çakır: Kemal, o sözlerin yarısını ben söylemiş olsaydım, herhalde şu anda yaşamıyordum. Ama Rasim Ozan hâlâ televizyonlara çıkabiliyor. O olay, hakîkaten bir koruma olduğunu gösteriyor. Yapılan şeyin târifi yoktu. Pis bir şeydi ve tepkiler haklıydı. Ama cezâsı tam olmadı. Bence eksik cezâlandırma oldu. Bu yapılanların bir şekilde karşılığının olması lâzım. Çünkü bu, eleştiri veya mizah değil. Bu bambaşka bir şey. Neyse…
Son olarak, Selahattin Demirtaş’ın, “Seçimden sonra PKK’ya silâh bıraktıracağız demesini ve Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununu çözeceğiz” demesini konuşalım. Ben dün Cengiz Çandar’la bu stüdyoda bir yayın yaptım. Herkes onların yeni dönemde müzâkereci olacağını düşünüyor. Ama Cengiz Çandar çok doğru bir şey söyledi: “Sırrı Süreyya Önder gibi bir adam tekrar Meclis’e giriyor” dedi. Çünkü Sırrı Süreyya müzâkere işini doğrudan yapan bir isim. Önümüzdeki dönemde, Kürt sorunu bağlamında bayağı bir hareket olacağa benziyor; en azından olacakmış havası yaratılıyor. “Bu tür çıkışlar iktidârın işine yarar” diyenler var.
Kemal Can: Bunu söyleyenlerden birini tanıyoruz. Neyse.
Ruşen Çakır: İktidârın işine niye yarasın? Seçime 1 ay kaldı. Bence Erdoğan’ın hâlâ, “Acaba Öcalan’ı tekrar devreye sokabilir miyiz?” diye uğraştığını tahmin ediyorum — bir şey bildiğimden değil, sâdece tahmin. Çünkü Kürtler olmadan seçimi kazanmak mümkün değil yani. Benim o hep söylediğim, “Kürtler’i kazanan Türkiye’yi kazanır” lâfı –hani İstanbul için söylenen şey– esas Kürtler için geçerli ve şu anda iktidârın Kürtler’e söyleyebileceği hiçbir şey yok. HÜDA PAR üzerinden bir takviye yapmaya çalışıyor, ama o yeterli olacak gibi değil.
Kemal Can: Bu tezi ileri sürenlerin temel yaklaşımı, açıkça ifâde etmedikleri ama örtülü olarak söyledikleri şu: “Evet, biz de biliyoruz, muhâlefet için Kürtler’in desteği önemli. Ama Kürtler sessiz kalarak destek versin, muhâlefet de Kürtler’den bahsetmeden onların desteğini alsın. O zaman iktidâra yaramaz, muhâlefete yarar”. Bu, çok eski, muhâlefet içerisindeki akıl yürütme biçiminin en tükenmiş versiyonu. Çok basit bir şey var: İktidar Kürt meselesini, muhâlefeti sıkıştırmak ve böyle sözleri, çıkışları, ilişkileri istismar ederek gerilim yaratmak üzerine bir şey yapıyor. Bundan bir fayda mülâhaza ediyor ve bunu zorluyor. Senelerdir yapıyor bunu. Bundan alabildiği bir şey varsa var. Buna dikkat ederek duran muhâlefetin kazandığıysa tartışma konusu.
Ama iktidar bu sâyede şunu yapıyor: Bence o yıpratmanın artık çok tükenmiş ve sonuç almayan bir şey olduğu açık. Ama daha fazla bir şey yapıyordu, şimdi artık onu da kaybediyor: Bu alanı kendi hareket sâhasında tutuyor. Başka kimsenin giremeyeceği, ister sertleşme için, ister “yeniden çözüm süreci başlar” ihtimâlini, “Yine yaparsa bunlar yapar”, “Öcalan’ı devreye sokacaksa bunlar sokar” üzerinden, “Bu alanda bir şey olacaksa, sertlik olacaksa da iktidar yapar, yumuşama olacaksa da iktidar yapar. Burası onun alanı” muamelesi yaratmış oluyor. Aslında hem Selahattin Demirtaş’ın hem HDP eş başkanlarının ve HDP’nin tutumuyla, hem de Kılıçdaroğlu’nun son dönemdeki tutumuyla kırılmak istenen asıl mesele bu. Bu alanı iktidârın tekeline bırakmamak. Çünkü bu alanın istismârından bir zarar gelebilir. Evet, tartının bir tarafına bunu koyalım; ama tartının bir başka tarafı da var. Türkiye’nin önemli bir meselesi, konuşulabilir ve çözülebilir hâle geldiğinde ve seçmen tarafından bu inandırıcı bulunduğunda getireceği pozitif etkiyi nereye koyacağız? Yani Demirtaş ya da HDP eş başkanları Kılıçdaroğlu ile görüştükten sonra, “Biz bu meseleyi Meclis’te elbette konuşabiliriz” diyen bir zeminde buluştuğunda, bunun sâdece seçimi kazanmaktan ibâret bir pozitif etkiden daha fazlasını sağlayacağını düşünmemek için ne nedenimiz var?
Ruşen Çakır: Hiçbir nedenimiz yok.
Kemal Can: Tam tersine, böyle kritik ve pek çok şeyi tıkayan bir meselenin, bunun sert yöntemlerle ya da başka pazarlık zeminlerinde çözülmesi iddiasıyla, mümkün olan en az aktörle idâre edilmesini zorlayanları da başka türlü davranmaya itecek biçimde bir yeni zemin açılması. Bence Demirtaş’ın kastettiği o. Her şeyden önce bunun konuşulabilir ve konuşuldukça da çözülebilir mesele olarak Türkiye’nin önüne gelmesi, bunun sâdece sorun çıkartan, muhâlefet dile getirdiğinde muhâlefete zarar getiren, HDP ağzına aldığında yeni şiddeti üzerine çeken, ama iktidar konuştuğunda, ister öyle konuşsun ister böyle konuşsun her durumda ona yarayan bir şey olarak bırakılması akıllı bir strateji olamaz.
Ruşen Çakır: Cizre’deki sokak röportajını gördün mü?
Kemal Can: Hangisini diyorsun?
Ruşen Çakır: Vatandaş’a “Kimi istiyorsun?” diye soruyorlar. “Demirtaş”, “Kılıçdaroğlu”, “Demirtaş”, “Selo Selo”… Cevaplar böyle. “Bunu fazla dillendirmemek lâzım” diyenler için şöyle bir şey olması lâzım: “Kimi destekliyorsunuz?” —“Düşünüyorum, karar vermedim”. Hâlbuki muhalif olup ”da o videoyu görenden, “Bu kötüdür” diyen çıkmıyor.
Kemal Can: Daha önce yapılan, denenen bu arka kapı diplomasisinin sevimsizliğini devam ettiren, tükenmiş ve zâten bütün tezleri de büyük ölçüde bu tür varsayımlara dayalı olan bir akıl yürütme biçimi. Bunun bir faydası yok. Bence şu anda, ekonomiden hesaplaşmaya, helâlleşmeden Kürt meselesine kadar bütün meselelerde, muhâlefetin açıklıkla sorunları konuşabilir ve çözebilir olduğunu göstermesi üzerinden bir siyâset kurması gerekiyor ve burada buna gelebilecek desteklerin hiçbiri iktidârın istismârına kurban edilemez — Kürt meselesi dâhil.
Ruşen Çakır: Nokta. Evet, “Haftaya Bakışı burada noktalıyoruz. İzleyicilerimize çok teşekkür ediyoruz. Haftaya tekrar buluşmak üzere, iyi günler.