Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Levent Köker yazdı: Bitmek bilmeyen eşit yurttaşlık sorunumuz

Bir aydan az kaldı. Gidişat, iktidarın el değiştireceğini gösteriyor. Bugünkü Anayasa kurallarına göre yürütme organı tek kişi ve bu kişinin kim olacağı birinci veya ikinci tur seçimlerde kesin olarak belirlenmiş olacak. Burada sorun yok. Bununla birlikte, yasama organında iktidarın, yani sandalye çoğunluğunun kimde olacağını kestirmek o kadar kolay değil. Toplam 600 sandalyenin 301’ine tekâbül eden salt çoğunluğa hiçbir parti veya ittifak erişemeyebilir. Her halükârda, şimdi zorunlu addedilen sistem, yani anayasa değişikliği için gereken asgarî 360 milletvekilinin tek başına bir parti veya ittifak tarafından sahiplenilmesi büsbütün imkânsız. Bu durumda, Cumhurbaşkanı değişse bile, yeni Cumhurbaşkanı’nın istediği yasaları TBMM’den geçirebilmesi, dahası Anayasa’yı değiştirerek parlamenter sisteme geçilebilmesi, TBMM içindeki başka parti veya ittifakların desteği ile mümkün olacak. Bu durumda, yeni dönemin parlamentosunda anahtar Emek ve Özgürlük İttifakı’nda ve Yeşil Sol Parti’de olacak. Bu nedenle yeni yönetim, bu ittifakın desteğini alabilmek için onların duyarlı oldukları bazı alanlara reformcu bir yaklaşımla eğilmek zorunda kalacak ki bunların başında Kürt sorununun demokratik çözümü geliyor.

Kılıçdaroğlu’nun bugünlerde sosyal medyada dolaşımda olan Kürt sorunu ile ilgili değerlendirmelerinin, sadece seçimlere değil seçimden sonraki yürütme-yasama işbirliğini gerektiren durumları da kapsayacak bir adım olarak gördüğümü söylemeliyim. CHP’nin insan hakları ve Kürt sorunu konularında en aktif milletvekillerinden olan Sezgin Tanrıkulu’nun kaleme aldığı bir kitabın önsözünde, Kılıçdaroğlu’nun Kürt sorununu parlamentoda, demokratik bir biçimde çözeceklerini bir kez daha bizzat dile getirmiş olması, geleceğe dair çok önemli, umut verici bir işaret. Buna, kısa bir süre önce Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın hiçbir çekince veya kısıtlama olmaksızın uygulanacağı yönündeki açıklamaları da ekleyebiliriz. Buradan anlıyoruz ki yeni dönemde yerel yönetimler üzerindeki kayyum uygulamalarıyla yaratılan baskının kaldırılmasının da ötesinde bir demokratik reform hedefi var. 

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım, ister Kürt sorununun demokratik çözümü deyin, ister Türkiye’nin demokratik bir cumhuriyet hâline getirilmesi olarak ya da başka türlü adlandırın, Türkiye’de demokratik bir reform programının gelip gelip dayandığı bir önemli sorun var, belki de Tanzimat’tan beri gündemde olan ama bir türlü çözülemeyen bir sorun: “Eşit yurttaşlık”. Sorunu kavrayabilirsek, özellikle günümüz şartlarında çözümünün de çok kolay olduğunu görebiliriz. Bugün bunu denemek istiyorum.

Önce terminoloji

Yurttaşlık teriminin devletin resmî dilinde, yani mevzuattaki karşılığı vatandaşlık. Biz de bu terimle devam edelim. Vatandaşlık, devlet ile birey arasındaki hukukî bağı ifade ediyor ki bu bağ genellikle doğumla, istisnaî durumlarda da sonradan kurulabiliyor. Vatandaşlık bağı, bireye devlet karşısında bazı haklar tanıyor ve aynı zamanda bazı ödevler yüklüyor. Tarihi gelişim içinde bu haklar ve ödevlerin içine yerleştiği kategorileri negatif haklar, pozitif (sosyal ve ekonomik) haklar ve siyasî haklar olarak ayrıştırmak âdettir. Bunlara son zamanlarda “çevre hakkı”nın da içinde yer aldığı “dördüncü kuşak haklar” denilen bir kategori de eklendi, tabiî grup hakları veya kolektif haklar ile birlikte. Bu kategorilerin oluşumu, aynı zamanda bireylerin ve grupların hak ve özgürlüklerle olan ilişkilerinin de çeşitlendiğini ve karmaşıklaştığını göstermekte. 

Ancak, hepsinden önce gelen bir tarihi dönüm noktası var, o da “eşitlik”. 1789 Fransız Devrimi’nden sonra yayınlanmış olan İnsan ve Yurttaş Hakları Evrensel Beyannâmesi’nin ilk cümlesi olan “İnsanlar haklar bakımından hür ve eşit doğar ve yaşarlar”, bu dönüm noktasının en veciz anlatımı. Devrim’den önceki döneme ait olan, insanların eşit yaratılmadıkları, dolayısıyla eşit haklara ve özgürlüklere sahip olamayacakları anlayışına dayalı zümreler hukukunun reddi. Bu anlayışın bize gelişi Tanzimat döneminde. Din esasına dayalı çok hukuklu “millet sistemi”nin tasfiye edilmediği bu dönem, 1876 ile başlayacak olan “eşit Osmanlı vatandaşlığı”nın temellerini atıyor ama Osmanlılık projesi başarılı olamıyor. Devamında İttihatçılar’ın, imparatorluğu bir Türk millî devleti olarak muhafaza etme projesi var ki onun başarısızlığının sonucunda bugün, eşit yurttaşlık veya vatandaşlık sorununu hâlâ çözmeye çalışan Türk millî/ulusal devletine varıyoruz.

Terminoloji de bu süreçte karışıyor. Fransız Devrimi sonrasındaki çalkantılar içinde önce Avrupa’da, sonra da dünya üzerinde bir genelgeçer devlet tipi olarak ulus-devlet belirince, yurttaşlık veya vatandaşlık da bir ulusa aidiyet olarak anlaşılıyor. Bu nedenle de “vatandaşlık” karşılığı kullanılan terimin Avrupa dillerinde “nationalité” olması şaşırtıcı değil. Bunun yanında “citoyen” terimi de yürürlükte. Birincisi daha çok kişinin hangi devlete mensup olduğunu anlatıyor, ikincisi ise kişinin mensubu olduğu devlet içinde daha aktif bir özne statüsüne sahip olduğunu gösteriyor. Burada ilginç olan, modernliğin getirdiği bir devlet tipinin aynı zamanda “millet/ulus” ile özdeş kabûl edilmesi. Buna karşılık bizde, millet/ulus/milliyet gibi terimler yerine vatandaşlık anlamında bir süre “tâbiiyyet” (Öztürkçe karşılığı olarak uyrukluk) kullanılmış, devlete mensubiyeti anlatmak üzere. 

Vatandaşlık veya Öztürkçesi zannıyla kullanılan yurttaşlık, bir devlete mensûbiyeti anlattığı zaman, yani “nationalité” anlamında kullanıldığında, bizde Türkiye Cumhuriyeti’ne mensûbiyet, onun uyruğu olmak anlamına geliyor. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na göre bu mensûbiyet de kişiyi bir “millî/ulusal devlet” tipi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin milletinin/ulusunun bir bireyi olarak tanımlıyor. Bu anayasal tanım, milleti/ulusu ve onun mensupları olarak vatandaşları “Türk” olarak etiketliyor. İşte, Tanzimat’tan beri çözülemeyen “eşit yurttaşlık” sorunumuzun en veciz ifadesi de bu oluyor çünkü Türkiye Cumhuriyeti’ne mensup olan ama Türk olmayan insanlar, gruplar bu ülke üzerinde yaşıyorlar ve Türk olmadıkları için bazı haklardan mahrum bırakılıyorlar veya o hakların öznesi olmak anlamında “vatandaş/yurttaş” sayılmıyorlar. 

Eşit yurttaşlığın gerekleri

Burada bir parantez açarak, eşit yurttaşlık kavramının içeriğine kısaca göz atmak isterim. İnsanların içinde dünyaya geldikleri hukuk düzeninde, tüm insanlarla eşit haklara sahip olmaları artık tartışılır bir şey değil. Ancak bu, eskiden beri böyle değildi. Kölelerin, serflerin haklarından söz edilmez, zümrelerin ayrıcalıkları, millet sisteminin çok hukuklu düzeni insanların hukuk önünde eşit bireyler olarak muamele görmelerine engel olurdu. Epeydir böyle değil. İnsanlar artık, eğer arkaik bir hukuk düzeninde yaşamıyorlarsa, hukuk önünde eşit. Fakat hukukî eşitlik yeterli değil. İnsanın kendi adı, bireysel varlığı, vücut bütünlüğü ve dokunulmazlığı, özel/mahrem hayatının gizliliği, mülkiyet hakkı, ifade, çalışma, örgütlenme gibi özgürlükleri artık eşit. Ancak bu hakların bir anlam ifade edebilmesi için kişinin kendisini geliştirebilecek, gerçekleştirebilecek araçlara, kaynaklara da sahip olması lâzım. Bu da “sosyal devlet” ile; parasız temel eğitim, ücretsiz sağlık hizmeti, angarya yasağı, eşit işe eşit ücret, işsizlik sigortası vb. türden devletin doğrudan yükümlülüklerini yerine getirmesini gerektiriyor.

Türkiye’nin müstakbel yeni yönetimi bu bakımdan önemli vaatlerde bulunuyor. En son ve çarpıcı vaat, hiçbir geliri olmayan veya çok düşük gelirli vatandaşlara her ay bir altın verileceği, böylece toplumun en yoksul kesimlerinin bugünkü rakamlar üzerinden, asgarî ücrete denk bir hâne gelirine en azından sahip kılınacağı yönünde. Bana, liberalizmin sosyal içerikli bir çağdaş yorumunu hatırlattı. Buna göre devletin ekonomik hayata müdahalesi, temel hakları ihlâl etmemek kaydıyla ve ancak en dezavantajlı kesimin yararına bir müdahale ise haklı görülebilir ki Kılıçdaroğlu’nun vaadi de buna benziyor.

Bununla birlikte, Türkiye’de eşit yurttaşlığın önündeki engeller sadece sosyal ve ekonomik eşitsizliklerden kaynaklanmıyor. Cumhuriyet’in bir millî/ulusal devlet olarak belirmesi sürecinde, devletin insan unsuru olarak ifade bulan milletin eski dinî anlamından sıyrılıp, etnik bir tanıma bağlanmasından gelen çok temel bir sorun, bir inkâr sorunu mevcut. Türkiye gibi farklı etnik ve dinî grupları bünyesinde barındıran pek çok ülkenin aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşlık/yurttaşlık anlayışını tek bir kimliğe sıkıştırma çabasından kaynaklanan bir sorun bu. Bir diğer ifadeyle, Türkiye’nin millî/ulusal kimliğinin amaçladığının aksine, farklı halkların birlikteliğine dayanan bir beraberlik olduğunu görmeme veya bunu engelleme çabalarından doğan ve büyüdükçe büyüyen bir sorun. Anadilinde eğitim yasağından yerel yönetimlerin antidemokratik biçimde baskı altına alınmasına kadar uzanan boyutlarla kamusal hayatımızı esir almış vaziyette. Çözümü bir bakıma kolay, devletin ulusal temelini çokkimlikli/çokhalklı bir biçimde yeniden inşâ etmek, dünya üzerinde örnekleri çok ve Türkiye hiçbirinden daha geri kalmış bir memleket değil. Çözümü bir diğer bakımdan çok da zor zîrâ yerleştirilmiş tekçi kalıpları sökmenin önünde hayli dirençli bir dizi toplum kesimi de var. Önümüzdeki dönemde bir iktidar değişimi olacak ama bakalım bitmeyen eşit yurttaşlık sorunumuz çözülebilecek mi? 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.