Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Ekonomik kriz altında devlet – piyasa ikilemi

Türkiye ilginç bir deneyimin arifesinde. Seçmenin 28 Mayıs’ta yaptığı tercih bu ilginç deneyimin önünü açmış oldu. Bugüne kadar görmediğimiz gelişmelerin yaşanma ihtimali belirdi. Bekleyip, bu seçimin sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

Pek göstermiyor ama bu seçimlerin sonuçlarını devlet ile piyasa arasında ortaya çıkan bir ikilemi belirgin hale getirdi. Bu ikilemin ne yöne evrileceğini görebilmek için önümüzde beş koca yıl var. Seçimlerin hemen arifesinde gündeme gelen Mehmet Şimşek ismine de siz bakmayın. Malum “Denize düşen yılana sarılır”. Ekonominin bugün içine düştüğü durum, Mehmet Şimşek ismiyle birlikte “piyasa” kurumunun kısa vadede belirleyici güç olacağı izlenimi veriyor.

Ama ya sonrası?

Burada piyasa, iktisadi kalkınmanın ulaştığı ileri bir merhaleye işaret eder. Kaynak dağılımının daha sofistike bir kurumsal yapı ile yapılması anlamına gelir. Ayrıca ekonomide kurumsallaşma düzeyinde bir artışa tekabül etmektedir. Devlet ise piyasanın yeterince güçlenmediği durumlarda, ekonomideki kaynak dağılımı fonksiyonunu piyasa yerine ikame eden alternatif mekanizma anlamına gelir.

Bizdeki geleneksel iktisadi yapıda piyasaya çok fazla yer yoktur. Gerek de yoktur aslında. Daha çok yerel nitelikli bir ekonominin hakim olduğu, hane üretiminin yaygın olduğu bir toplumsal yapıda ne piyasadan ne de piyasa bütünleşmesinden bahsedebilmek mümkündür. İtiraf etmeliyim ki böyle yekpare özellik göstermeyen bir ekonomide “milliyetçiliğin” iktisadi karşılığının olmasını beklemek pek mümkün değildir. Bu meyanda söylenen her şey sadece sözde kalır.

Aslında “piyasalaşma” kalkınma sürecindeki kurumsallaşmanın bir diğer adıdır. Piyasa dinamikleri kaynak dağılımında etkili olur ve devlet gibi merkezi otoritelerin bu dağılıma, geleneksel iktisadi yapılarda olduğu gibi müdahale etmelerine gerek kalmaz. Ama gelişme sürecinin ilk aşamalarında, piyasa kurumlarının olmadığı hallerde, kaynak dağılımına devlet müdahaleleri iktisadi sistemin vazgeçilmezlerindendir. O nedenle bir ülkenin kalkınması o ekonomide topyekün gerçekleşen bir piyasalaşma sürecidir. En azından ülkemizde 1950’lerden bu yana liberal öğretinin dikte ettiği kalkınma anlayışını bu şekilde ifade edebiliriz.

Ancak bu piyasalaşma süreci ülkenin tüm coğrafik bölgelerinde homojen bir şekilde gerçekleşmez. Bazen bölgesel farklılıklar sebebiyle piyasa kurumları bazı bölgelerde çok daha fazla gelişebilirken, bazı bölgelerde ise çok fazla gelişemez. Bu durum “bölgesel kalkınma” düzeylerine de sirayet eder.

Bu da piyasa dinamiklerinin yani arz ve talebe bağlı olarak oluşan pazar dinamiklerinin piyasaların gelişmediği bölgelerde kaynak dağılımında etkin olmalarını engeller. Sonunda bu bölgelerdeki iktisadi kaynak dağılımı devletin hakemliğinde gerçekleşir. Bu eksiklik böyle bölgelerde ağırlıklı olarak devlet tarafından doldurulur.

Gelirler mesela… Bölgesel gelişmişlik farkının olduğu bir ekonomide gelirlerin elde edildiği kaynaklar bölgelere göre farklılıklar gösterecektir. Piyasanın göreli olarak daha fazla geliştiği yerlerde hanehalkı gelirleri piyasa dinamiklerinden çok fazla etkilenirken, piyasa kurumunun gelişmediği veya olmadığı yerlerde bu gelirlerin kaynağı devlet olacaktır. Dolayısıyla bireyin devlet ile olan ilişkisi gelirleri üzerinde etkilidir. Bu tarz ilişkinin yaygınlık kazandığı bir ekonomide devletin de iktisadi sisteme müdahaleleri kaçınılmazdır. Piyasa dışında bireylerin devletle ciddi bir “al-ver” ilişkisi içine girdikleri görülebilir..

Devlet ve piyasa ikilemi ülkemizde sermaye birikimi süreçlerinde de ortaya çıkmıştır. Hatta Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra izlenen sanayileşme sürecinde piyasa kurumunun yeterince gelişmemiş olması devleti kaçınılmaz olarak devreye sokmuş ve o dönemde ülkemize özgü bir “devletçilik” anlayışına yol açmıştır.

Çok partili hayata geçildikten sonra iktidara gelen Demokrat Parti’nin dönemindeki en önemli gelişme, bir kurum olarak “piyasalaşmanın” devreye girmesi ve sermaye birikiminde piyasanın söz söyleyebilir durumu getirilmesidir. Ancak bu süreç yeteri kadar ileriye götürülemedi. Bu dönemde piyasa, ağırlıklı olarak ticari faaliyetler ile tarımda üretilen artığın birikimini sağlayacak bir mekanizma olarak işlev gördü. Fakat sermaye birikiminin ticaretten sanayiye geçişinde o günkü gelişmişlik düzeyiyle piyasa kurumu maalesef yeterince işlevsel olamadı ve devlet müdahalesine ihtiyaç duyuldu.

Özel sektör eliyle sanayileşmede piyasa yeteri kadar güçlü bir motivasyon sağlayamadı. Bu yüzden de özel sektörün sanayide sermaye birikimi için devletin yol göstericiliğine ihtiyaç duydu. Bu dönemde devlet, özel sektörün sanayideki sermaye birikiminde doğrudan etkindir. Piyasa ise henüz bu fonksiyonu yerine getirecek gelişmişlik düzeyinde değildir. Dönemin siyasi ve ekonomik söylemlerinde devletin kalkınmacılıkta öne çıkan rolü dikkat çekicidir. Ancak piyasa kurumunun yeterince etkili olmadığı bu birikim modelinde, devletin hızlı sanayileşme amacına fren olacak ve kaynak kullanımını ekonomik rasyonalite kısıtı altında yapılmasını sağlayacak bir mekanizma yoktu. Bu da devletin yol göstericiliğinde yapılan sanayileşmenin sonunu getirdi. Neticede eksikliği çekilen ve kaynak kullanımında maliyetleri öne çıkartarak fren işlevi görebilecek piyasa mekanizması yükselişe geçti. Ekonomide ağırlık devletten piyasaya geçti.

Bunda 1970’li yıllarda dış dünyada meydana gelen değişimler de rol oynadı. Dış baskılar ve değişen dış dünyanın kurumsal değişimine Türkiye ekonomisi yeterince ayak uyduramadı.

Özellikle daha önce sermaye birikiminin finansmanı sorununu sorun olarak görmeyen devlet 1970’lerdeki dönüşümle birlikte finansmanı bir maliyet unsuru olarak dikkate alması gerektiğini gördü. Ama buna uyum göstermekte siyaset yetersiz kaldı.

Ancak Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için mali piyasaların önemi arttı. Bu piyasalarda oluşturulacak finansman maliyetlerinin, bu ülkelerin sermaye birikimleri için yapacakları harcamalara fren görevi yapması gerekiyordu. Ama bu piyasalar ilgili ülkelerde ya yoktu ya da yeterince gelişmemişti. O zaman da bu mali kaynakların mobilizasyonunu sağlayacak ve onları özgür piyasa dinamikleri uyarınca hareket ettirecek bir mekanizmanın yokluğu, o dönemde bu ülkeleri ciddi bir borç ve enflasyon sorunuyla karşı karşıya bırak.

Çözüm, gelişmekte olan ülkelerde finansal piyasaların inşasında görülmüştür. Bu amaçla finansal liberalleşme süreçleri devreye sokularak, mali alanda piyasa kurumunun öne çıkması sağlanmıştır.

Elbette bununla birlikte ekonomide daha önce olmayan finansal maliyet mefhumu öne çıkarken, bu maliyetlere bağlı olarak mevcut sermayenin yeniden organizasyonu yapılmaya başlanmıştır. Bu değerlendirmede ülkeye döviz kazandıran sermayeye hiyerarşik olarak daha fazla önem verilirken, böyle bir katkısı olmayan sermayenin de tasfiyesine girişilmiştir. 1980’lı yıllar bu şekilde kaynak dağılımından devletin rolünün gerilediği, piyasanın ise her şekilde öne çıktığı bir dönem olmuştur.

Ancak piyasa 1990’lı yılların başında yapılan reformlara rağmen, ülkede rasyonel kaynak kullanımını temin edecek durumdan uzaklaşmıştır. Özellikle siyasette görülen istikrarsız yapı ve siyasi partiler arasında girişilen rekabet, piyasanın bu dönemde gerileyip, bir kez daha devletin öne çıkmasına yol açmıştır. Ancak bu dönemde öne çıkan devlet, sermaye birikimi için değil, aksine mevcudun yeniden dağıtımını sağlamak için ortaya çıkmıştır. Bu dönemde iş başında olan iktidarlar ekonomik büyüme yaratmakta zorlanmaya başladıklarında, kamuoyu rızası üretebilmek için çareyi “yeniden dağıtımda” görmüşlerdir.

Tüm 1990’lı yıllar boyunca devlet, kontrol edemediği harcamalarının yol açtığı yüksek borçlanma ve yüksek faizler yoluyla ülkenin kaynaklarının yeniden dağıtımında rol oynamıştır. Bunu yaparken de piyasa mekanizmasını kullanan siyasiler, 1994 yılında piyasaya müdahale etmeye kalkışınca ülke ekonomisini ciddi bir ekonomik krizle karşı karşıya bırakmışlardır.

Türkiye açısından bu süreç aşamalı olarak yaşanmış ve piyasalaşma süreci 1990’lı yılların sonuna değin devam etmiştir. 2001 yılında yaşanan krizle birlikte bu sürecin eksik kalan son halkaları tamamlanmış ve tüm kurumları ile piyasalaşma büyük ölçüde tesis edilmiştir.

Ama çok daha önemlisi, nasıl ekonomik gelişme tüm ülkede sathında homojen bir şekilde olmuyorsa, piyasalaşma da aynı onun gibi, ülkenin tüm kesimlerinde aynı şekilde inşa edilemiyor. Aynı ölçüde etkinlik kazanamıyor. İster istemez piyasanın etkinlik düzeyine bağlı olarak, ülkenin bazı bölgelerinde onun bazı fonksiyonlarının “devlet” tarafından ikame edilmesi gerekebiliyor. Bu nedenle, çok hızlı piyasalaşan ülkelerde “piyasa” ve “devlet” aynı anda ama farklı bölgelerde kaynak dağılımını düzenlemek için birlikte var olabiliyorlar.

Türkiye’nin 2000’li yıllardaki kalkınma tecrübesi bunun en güzel örneğidir. Her ne kadar AKP 2000’li yılların başında piyasa güçlerinin ekonomideki kontrolünü kabul etmiş olsa da sahip olduğu ekonomik imkanların büyüklüğü ile çok kısa süre sonra bundan vazgeçmiş ve devlet ekonomideki önemli ekonomide belirleyici unsur olarak öne çıkmıştır.

Devlet sadece sermaye birikimi süreci oluşturmak ve onun sürdürülebilirliğini sağlamada değil, aynı zamanda doğrudan mevcut refah ve sermayenin “yeniden dağıtımında” da etkili olmuştur. Bu dönemde elde edilen refah ve birikim modeli piyasa mekanizmasının kurallarına göre sağlanırken, yeniden dağıtım ülkenin farklı bölgelerinde devletin doğrudan piyasaya yaptığı müdahalelerle gerçekleştirilmiştir. Devlet uzun süre bu her iki amacını bir arada yürütebilmiş ve bu amaçla dünyadan kolayca ve ucuza elde ettiği mali kaynakları kullanarak zorlanmamıştır. Zaten AKP iktidarının geçmişine bakıldığında enflasyonsuz ve kur istikrarı altında uzunca zaman makul düzeyde büyüme oranları elde edilebilmiştir.

Sabah-akşam “Eski Türkiye” deyip eleştirenler, aslında ekonomide o beğenmedikleri eski Türkiye’nin tüm imkanlarından sonuna kadar yararlandılar. O eski deneyimlere bakarak piyasa ve devlet kurumlarını kendi iktidarlarını tahkim edebilmek için kullanmasını bildiler.

Bunca zamandır AKP kendi iktidarının meşruiyet kaynaklarını üretebilmek için son derecede mahir davrandı. Ülkemizdeki geçmiş tecrübelere bakarak piyasanın farklı bölgelerdeki kamuoyu üzerinde yaratacağı olumsuz etkileri, devletin ekonomiye yaptığı müdahalelerle görünmez kılabildi.

Piyasa mekanizması bile zaman zaman siyasi olarak tercih edilen kesimlere refah aktarmak için kullanılmıştır. Diğer bir deyişle AKP, ekonomide kendi destekçisi olan kesimler üzerinde piyasadaki gerçekliğin oluşturacağı olumsuz etkileri sınırlamak için devleti çekinmeden kullanmıştır.

Ancak bunun da sınırına gelinmiştir. Öncelikle devletin kaynak dağıtımına aktif olarak dahil olması tüketimin körüklenmesi ve beraberinde finansman ihtiyacının artmasına yol açmıştır. Böyle bir mali kaynak ortada yoksa, devletin kaynak dağıtımından çekilmesi ve beraberinde piyasanın bu dağıtımda etkinlik kazanması anlamına gelir. Bu sadece bir zaman meselesidir.

Bu seçim dönemi de dahil, neredeyse üç yıla yaklaşan bir sürede ekonomide uygulanan politikaların genel karakteri böyle olmuştur. Düşük faiz ve kredi genişlemesi üzerinden, piyasadaki gelişmeleri hiçe sayarak ve ülkenin rezervlerini tüketme pahasına, devletin AKP destekçisi olması muhtemel kesimlere kaynak aktarmasına şahit olduk. Bugün Mehmet Şimşek ismi etrafında şekillenen tartışmalar, devletin ekonomide bu aktarımı yapabilecek imkanlarının olmaması nedeniyle, artık piyasanın daha etkin hale getirilmesinin arayışıdır.

Bu gerçekleştiğinde, geçmişte olduğu gibi bir kez daha devlete karşılık piyasanın ekonomide yükselişine şahit olacağız.

e-mail: guncavdio@gmail.com

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.