Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Bir “çocukluk” meselesi

Yaşamda birçok şey için “bu benim başıma gelmedi” diyebiliriz. Misal ben hiç savaşmadım, hiç ressam olmadım, hiç ülkemi bırakmak ve başka bir ülkeye taşınmak zorunda kalmadım. Benim de kendime özgü deneyimlerim oldu, başkalarının başına gelmeyen. Başınıza gelmeyince de anlamak hayli zor olabiliyor, empati dediğimiz haslet herkese eşit dağılmış değil, bazıları başka yaşamları anlamakta bayağı mahirken, bazılarında anlayış teflon tava kıvamında, asla yapışmıyor, tutmuyor.

İnsanın benmerkezciliğinden kaynaklansa gerek, başımıza gelen şeyin de ustası olduğumuzu düşünüyoruz. Bir açıdan haklı, eninde sonunda damdan düşen anlıyor halden de, bir açıdan da yaşamak anlamak manasına gelmiyor, Boğaz’dan geçen gemileri seyreder gibi de yaşamış olabiliriz, neden olmasın. 

Çocukluk da hepimizin başına gelen bir şey, niteliğini bir kenara bırakalım, hepimiz istisnasız çocuk olduk, çocukluğu sadece yaş ile tanımlarsak tabii. Bu nedenle de çocukluk nedir, çocuk nedir, çocuk nasıl yetiştirilir diye kendinden menkul bir ehliyete sahip olduğumuzu düşünüyoruz. Bu ehliyete sahip olmanın yetmediğini de bize yaşam çok güzel öğretiyo. Karşımıza çıkan sorunlar bizi popüler uzmanlara, “influencer”lara, yabancı dilden tercüme el kitaplarına-Dr. Spock kim, bilir misiniz?- başvurmaya sevk ediyor. Çocukluktaki başarılarımız/başarısızlıklarımız nasıl bir ebeveyn olduğumuzu da doğrudan belirliyor neredeyse, her çocuk ebeveynlerin kusurlarının üzerinde büyüyor.

Çocukluk politikaları da benzer bir şekilde geliştiriliyor bu ülkede. Büyük oranda bireylerin dünya görüşlerinin, bir miktarda da ülkedeki hakim pederşahi siyasî kültürün harmanlamasıyla sadece kendi çocuklarımızın değil, bütün çocukların nasıl bir yaşam sürmeleri gerektiğine karar veriyoruz. Çocukluk, geleceğin vatandaşları ve dahi seçmenlerinin “yetiştirilme” süreci olarak görüldüğü sürece de, iktidarda kim varsa onun borusu ötüyor, onun hayalindeki “çocuklar” birer hedef olarak konuluyor. Bu süreçte de çocuğun kendisine “sen nasıl bir hayat istersin?” diye sorulmadığını vurgulayalım; genç “yarım-yetişkin” ise, çocuk “hiç-yetişkin”; yani kendi kaderinin ipini eline alacak bir iradeden yoksun, yetişkinin tam tersi. 

“Suyun küçüğün, sözünse büyüğün” olduğu, katman katman hiyerarşilerin oturma odasına dolup taştığı, her dakika küçüklere haddin bildirildiği bir kültürde, çocuğa fikir sormak nereden çıktı diyebilirsiniz. Başımızdaki politikacıların bizim için her şeyin iyisini bildiği iddiasının bizi ne kadar rahatsız ettiğini hatırlayın; ha, bizim bu pederşahi tavırlarımız da çocukları bu kadar gıcık ediyor, etmezse bir sorun var. Bu yüzden bir yaş büyümenin bütün zihni baştan aşağı değiştirmediğini kabul edip, biraz da çocukların hayatları hakkında ne düşündüğüne bir bakmamız gerekiyor, belki o zaman sahici bir ilişki kurabiliriz.

Geçen hafta sonuçlarını açıkladığımız “Çocukların İyi Olma Hali: İstanbul Araştırması”, en azından İstanbul’da yaşayan çocukların nasıl bir hayatları olduğunu ve nasıl bir hayat arzuladıklarını bize çok güzel bir şekilde anlatıyor. Sahası Kahramanmaraş Depremleri’nin hemen arkasından 803 çocukla yüz yüze görüşmelerle yapan çalışma, daha geniş kapsamlı ve daha derin çalışmalara ne kadar çok ihtiyaç olduğunu da gösteriyor.

Araştırmanın sonuçları burada anlatılmayacak kadar uzun, sonuçlara İstanbul Bilgi Üniversitesi Çocuk Çalışmaları Birimi’nin internet sitesinden ulaşabiliriz. Ancak, kısaca özetleyecek olursak çocuklukta bile para her şey demek, nasıl bir çocukluk yaşadığınızı ailenizin sosyoekonomik durumu belirliyor. Ebeveynlerden de verilerin alındığı çalışmada, aileler ebeveynlerin eğitim düzeylerine göre üç kategoride sınıflandı, en yüksek kategoride hanelerin %15’i yer alırken, en düşükte de üçte birlik bir kesim var. Ve, bu tasnif, araştırmada değinilen bir çok konudaki farklılıkları açıklayabiliyor.

Baştan başlayalım, en düşük sosyoekonomik statüye (SES) sahip çocuklar, diğer çocuklara kıyasla yaşamlarından daha az mutlular (%70’e karşı %46), daha fazla kaygılılar, daha fazla stresliler ve daha fazla sıkılıyorlar. Ailelerinden, arkadaşlarından ve okullarından da diğer çocuklara kıyasla daha az mutlu oluyorlar.

Bu farklılıkların en önemli sorumlusu tabii ki ailelerin sunduğu olanaklar. Zengin aileler çocuklarına hem internet, bilgisayar ve benzeri gibi teknolojik olanakları daha fazla sunuyorlar, hem de zengin ailelerin çocukları daha rahat ortamlarda büyüyorlar. En düşük SES’e sahip ailelerin çocuklarının evleri kalabalık, kıt kaynaklar için rekabet etmek zorunda kaldıkları kardeşleri var, odalarını ve bazen yataklarını bile paylaşıyorlar. Ailelerin yaşadığı ekonomik zorluklar, işsiz kalma, yoksullaşma ve benzeri maddi sıkıntılar çocuğun dünyasını doğrudan etkiliyor; yemeklerde kırmızı et ya da balık yiyebilmek bile sınıfsal.

Evde bu kadar daralan çocuklara okul bir çare olmuyor. Neredeyse bütün çocuklar eğitime devam etmek istiyor, demek ki eğitim hâlâ bu ülkede bir fırsat. Eğitimini bırakmayı düşünen, hatta çalışmaya şimdiden başlayan çocuklar kim? Tabii ki en düşük SES’e sahip ailelerin çocukları. Öte yandan okullarda aynı olanakları sunmuyor. Çocukların %7’si bir özel okula gidebiliyor, gerisi devlet okullarına emanet. Devlet okulları arasında da önemli farklar var, çocuğun nasıl bir mahallede yaşadığı gittiği devlet okulun niteliğini de belirliyor. Nitelikler sadece laboratuvar, spor salonu ya da öğretmenler değil; çocuğun “rehberlikçiyi” görüp görmemesi, gördüğündeyse ne konuştuğu sınıfsal.

Akranlar arası zorbalık, kavga-dövüş yoksul ailelerin çocuklarının okullarında daha fazla. En önemlisi çocuklar arkadaşlarıyla zorluk yaşadıklarında danışabilecekleri birisinin olup olmaması da nasıl bir aile ortamında yaşadığıyla ilişkili. Çocuk için boş zaman demek, para demek… Olanakları olan çocuklar okul sonrasında sporlarına, dershanelerine giderken, evlerinde kendi bilgisayarlarıyla oynarken; sokaklar diğer çocuklara kalıyor, onlar da eğer para bulurlarsa internet kafelere gidiyorlar. Gidemeyenlerin kolayca erişebileceği bir park, spor sahası ya da benzeri olanaklar sunan bir toplum merkezi var mı? Yok. Böyle bir başıboşluğun nerede bittiğini kulaktan kulağa yayılan “zararlı madde kullanım oranları” istatistikleri bize gösteriyor.

Bu örnekleri çoklaştırmak mümkün, bu sınıfsal farklılıklara mutlaka cinsiyeti, etnik kökeni, “sağlıklı” olup olmamayı da eklememiz gerek ki, “kesişimsellikler” görülsün. Ama ne kadar laf kalabalığı yaparsak yapalım, ana resim değişmeyecek, ülkemiz ve ülkemizin koşulları, yoksulu daha yoksul, kırılganı daha kırılgan yaparken; altta kalanlar ve canları çıkanlar çocuklar oluyor. “Misafirperver” bir toplum olduğumuzu iddia edip zenofobik, homofobik ve ırkçı söylemlere sahip politikaları ve politikacıları destekliyoruz, biliyorsunuz. Tıpkı bunun gibi çocuklarına bayram hediye edip yılda bir defa koltuklarını ödünç verecek kadar çocuklara düşük bir toplum olma iddiamıza karşın çocuklarımıza hem kulaklarımızı kapatıp hem de arkamızı dönüyoruz. Çocukların kırılganlıkları ve “diğerinin” çocuğunun yoksunlukları siyasilerin atışmalarından çok daha az ilgimizi çekiyor, magazinleşmiş siyaset meydanlarını büyülenmiş gibi izliyoruz. Bu esnada bir nesil daha kayboluyor, bu ülkede kaybolan diğer nesiller gibi…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.