Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Emre Erdoğan yazdı: Türkiye’ye bir Demirel (mi) lazım?

Katlanılmaz yaz sıcaklarının da gelmesiyle, Türkiye’de siyaset hararetini yitirmişe benzer. Haber kanallarındaki tartışma programlarının ve sosyal medyadaki atışmaların müptelası olan birkaç adrenalin bağımlısı haricinde ekseriyet bu konuya hak ettiği değeri veriyor, yani umursamıyor. Siyasetin ritmi o kadar düştü ki, vatandaşa “ne yöne değişelim?” diye soran ve iddia o ki on binlerce kişinin fikrini zikrettiği internet sitesinde neler olup bittiği ilgi bile çekmiyor, herkes esen bir açıklık bulma derdinde.

Böyle anlarda eski defterleri karıştırmak iyi bir boş zaman faaliyeti olabilir. Dünyanın bizim etrafımızda döndüğü, bizim şu anda yaşadıklarımızın benzersiz olduğu ve ne geçmişte ne de başka coğrafyalarda aynısının vuku bulmadığı yanılgımız yaşamımızı sürdürmek için iyi bir araç olsa da; bu kadar biricik olmadığımızı idrak etmek için merhum liderlerin biyografilerine bir göz atmak yeterli oluyor. Tanıl Bora’nın 16 Haziran gibi anlamlı bir günde piyasaya sürülen Süleyman Demirel biyografisi de insana “yahu ne zaman fars olacak bu iş, hep trajedi, hep trajedi” dedirten bir içeriğe sahip.

Bizim ve ağabey-ablalarımızın yaşamına damgasını vuran bir figür Demirel. 1970’lerin alacakaranlığında evde ne tür siyaset havası esiyorsa onun mirası olarak hayranlıkla da anabilirsiniz, ikrah da edebilirsiniz; öyle renkli bir figür kendisi. Ben büyürken iki Demirel tanıdım, birincisi 70’lerin sonunda anarşi ve kıtlıkla boğuşan ülkede kendi sandalyesini (şapka da diyebilirsiniz) korumaktan başka bir şey düşünmeyen; bana ve sevdiklerime bir şey olur mu diye korkmamı hiç umursamayan bir siyasetçi… Onun yanında Karaoğlan Ecevit çok daha temiz ve idealist gözükmekteydi, aile ortamı işte, ben Yozgat’ta Ecevit mitingi seyretmiş kişiyim, CHP şapkam bile vardı. Sonra da 1980’lerin ortasından itibaren Nazlı Ilıcak’ın “bir bileni” olarak siyasetin tam ortasında yer alan ve Turgut Özal ile sürdürmekte olduğumuz saadet devrini sabote etmeye çalışan demode siyasetçi -anahtarlarını beline takıyordu, daha ne diyeyim?-. Bir üçüncü Demirel daha var, önce başbakan, sonra Cumhurbaşkanı olarak 1990’lara damgasını vuran, onun politikalarının nesnesi olduğumdan duygularım da çok da fazla gerçek deneyimlere dayanmakta, geçelim.

Bora’nın Demirel biyografisi bu önyargılarımı -ne önyargısı, deneyime dayanan sahici tespitlerimi- yıkan bir çalışma değil. Aslında bu açıdan tipik bir biyografi de değil, Demirel’in siyasal hayatını öğrenmek istiyorsanız başka bir kitaba, Murat Arslan’ın yazdığı Demirel biyografisine bakabilirsiniz. Bora’nın çalışması arka planda tarih akarken, Demirel’in söyledikleri ve Demirel hakkında söylenenlere dayanan bir portre denemesi. Zaman zaman arkada akan tarihin bir dekordan ziyade aktörün bir eseri olduğunu hissetseniz de bu dar sokağa pek sapılmamış çalışmada. Zaten Bora da bir söyleşisinde kitabı açık bıraktığını ve başkalarına malzeme sağlamak istediğini de söylemiş durumda. “Alın, tepe tepe kullanın!” diyor.

Gerçekten de meraklısına çok malzeme var kullanılacak. Söylenenin değil, söyleyenin niyetinin önemli olduğunu düşünen bir okuldan gelmişseniz; gösterdiğine değil parmağa bakmaya alışırsınız. Böyle bir okuma da Demirel’i modern siyasetin bir düşünüründen çok; sözü siyasete araç eden, çevre bir ülkenin bir proto-popülisti olarak görmemizi sağlıyor. Demirel’in sürekli hareket eden söyleminin sabit kalan ayağı idealize edilmiş halkın hizmetçisi olması, bu açıdan da takdiri hak ediyor. Öte yandan sözü söylemenin hedefiyse bir dünya inşa etmek değil, iktidarı elinde tutmak. Demirel’in yanlış aktarılan “dün dündür ve bugün bugündür” cümlesindeki esas vurgu, kişinin değişebileceği değil; iktidar yürüyüşünde dün söylenenlerin bugün söylenenlerle ilişkisiz olabilmesi. “Dün ne söylediğime bakmayın, bugün ne söylediğime bakın” demeye getiriyor. Demirel’den önce batılılaşmacı, daha sonra milliyetçi, daha sonra liberal demokrat, daha sonra da Türkiye Cumhuriyeti devletinin koruyucusu çıkabilmesini sağlayan da bu söylemsel esneklik, nasıl olsa “dün dünde kaldı canım.”

Pekiyi, Demirel bu iktidarı kimin için istiyor? Eğer çok makro düzeyde analiz yapmaya çalışanlardansanız Demirel iktidarının Türkiye burjuvazisinin değişen taleplerine karşılamaya hizmet ettiğini söyleyebilirsiniz. 1960’ların fabrika temellerinde somutlaşan kalkınmacılığı da 24 Ocak kararları da 1990’ların “tekme tokat” özelleştirmeleri de Demirel’in içinden çıkmasa da kalben yakınlık duyduğu burjuvaziye hizmeti olarak görülebilir. Demirel’in dünya kapitalizmine eklemlenmiş bir Türkiye’yi norm olarak kabul ettiğini açıkça görebilirsiniz, erken bir küreselleşmeci olarak alkışı hak ediyor belki de.

Daha gerçekçi bir analiz, Demirel’in iktidarı kendisi ve onunla ilişkilenmiş bir siyasi elit için istediğini düşündürtebilir. Eldeki iktisadi kaynakları kendi seçmen tabanına bir şekilde aktarmayı önceleyen, bunun için de toplumda var olan ilişki ağlarını kullanan “kliyentalist” siyaset, Demirel’in ustası olduğu bir sanat. Tanıdığı her kişiyi ismiyle hatırlaması -bir dönemki rakibi rahmetli Mesut Yılmaz içinse herkes jenerik bir isme sahipti, “canım”-; kendisini ziyarete gelen meczupları dahi başının üstünde taşıması, parti ilçe örgütlerinin çamurlu ayakkabılarıyla Nazmiye hanımın halılarına basmasına izin vermesi; hep bu kliyentalist siyasetin tezahürü olarak görülebilir. Vatandaşa hizmet götürmek için güçlü bir sosyal devletin eksikliğini “hamili kart yakınımdır” vasıtasıyla gideren bir siyaset anlayışı, o kartların başka işler için de kullanılabildiğini “verdimse ben verdim!” ile sona eren İlksan Skandalı’nda da gördük, aile efradının ticari faaliyetine girmiyoruz bile.

Demirel’in dünya görüşünün bir tür “Adalet Dairesi” görmek mümkün; samimiyetle sevdiği ve yakından bildiği Türk halkının evine elektrik, köyüne yol gidebilmesi; insanların Batı’daki yaşam standartlarına erişebilmesi için kritik başarı faktörü, Demirel’in iktidarda olması… İktidarda olabilmek için de bazı kaynakların dağıtılması, destekçilerin her düzeyde kalbinin kazanılması gerek. Bu “Adalet Dairesi” içerisinde de bazı parmakların da bal tutmasını “yan etki” olarak görüp tolere edebilirsiniz.

Demirel, bildiğimiz anlamda bir Preatorian muhafız değil, yani iktidarı devleti devlet adına korumak için istemiyor, o tür muhafızlar daha çok 1940’ların CHP’sinin paltosundan çıkmış durumda. Bora’nın kitabında, özellikle 28 Şubat sonrasında bu tür bir role soyunduğu iması bulunsa da siyaset hayatı boyunca bazı tarikatların desteğini şartsız koşulsuz almış bir liderin, sekülerliğe bu kadar sevgiyle sarılmasının belki de daha basit bir açıklaması bulunur, örneğin iktidarı hiç hazzetmediği Erbakan ve Çiller ikilisinin elinden almak… Bu çaba içerisinde de devleti korumak iddiası, çok ustası olduğu meclis oyunlarında güzel bir ahlaki örtü işlevi görebilir, böylelikle de çok uzun zamandır arzu ettiği “orduyla barışmak” misyonunu da tamamlamış olabilir.

Demirel için dış politikanın, Kürt meselesinin, haklar ve özgürlüklerin ve diğer konuların ne anlama geldiğini uzun uzun tartışabiliriz, Bora ve Arslan’ın kitapları bize gerçekten mebzul miktarda malzeme veriyor. Sadece Kürt meselesindeki zigzagları bile başlı başına siyasi marifetinin ve söylemsel cambazlığının üstün niteliğine işaret ediyor; izlediği ya da izin verdiği politikaların yaktığı canları bir kenara bırakabilirseniz. 

Baştaki soruya bir göz atalım, günümüz siyasetinde bir Demirel’e ihtiyaç duyuyor muyuz? Eğer aradığımız nitelik mikro-makro her türlü iktidara yapışabilme kapasitesiyse, elimizde en az Demirel kadar maharetli liderler ve kadrolar var, sanırım iktidar buldu mu yapışabilmek, Anadolu irfanının bir parçası… Ancak, Demirelci bir “Adalet Dairesi” olsa fena mı olur, olmaz. Erdoğan’ın söyleminde “halkın” -kendi halkının diye de okuyabilirsiniz- ne kadar merkezi bir yer aldığını biliyoruz, o yüzden kendisi popülistlerin kutbu olarak nitelendiriliyor. Öte yandan, iktidara talip olanların halka pek yüz verdiklerini söyleyemeyiz, hatta ana muhalefet partisinin bazı kadroları ve bazı destekçileri halktan bayağı hazzetmiyorlar, bu açık. Çiller’in “ağzı çorba kokanlar” olarak tarif edilen taban siyasetinin el kirletici olduğunu düşünenler çok, hayatta halılarına çamurlu ayakkabıyla bastırmazlar. Hali hazırdaki liderler ve lider adayları arasında Demirel skoru yüksek olanlar var, ancak köyde çobanlık yaparak büyüyüp İTÜ’de akademik başarı göstermekle, ebeveyn sermaye desteğiyle kariyer yapmak pek aynı değil; sahicilik meselesinde bir sıkıntı görülmekte, sarkaç sıklıkla İstanbul elitlerinden yana gitmekte… Daha sahici bir aday çıkarsa, değerlendirmekte yarar olabilir, aslında Demirel’in atlardan beyaz olanını tercih etse de –“White Horse” viskisine bir gönderme-, en azından sabah kahvaltısında bal-kaymak takılmasıyla daha sahici bir ton taşımaktaydı. Popülizmin olmaktan ziyade görünmeye daha fazla önem verdiği bilindiğinden, -Trump kendisini ezilen halk ile özdeşleştirmişti mesela- tolere edilebilir bir kusur.

Özetle, eğer bir şeylerin değişmesini isteyecek takatiniz kaldıysa ve mutlaka önce liderin değişmesi lazım diyenlerdenseniz, menüde de Syriza’nın lider adaylarından Çanakkalelili Efi Aşçıoğlu profili yok ise, Ispartalı bir çoban arayışına girebilirsiniz; çok daha verimli olacağı kesin. Ülkenin değişen demografik yapısında çoban yerine İstanbul çeperlerindeki tekstil atölyelerinde sarf edilmiş mesai de çok kıymetli olabilir, not alalım.

Bir Demirel özlü sözüyle bitirelim, “Ner’de gamıştık?”.

Emre Erdoğan

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.