Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (45): Değişim tartışmaları nereden çıktı?

Siyasetname’nin bu ayki bölümünde konumuz seçim yenilgisini üzerinden atlatamayan muhalefet partilerinin geleceği ve toplumdaki değişim tartışmaları. Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu, 14 ve 28 Mayıs seçimlerinde seçmenin “değişim” yönünde oy kullanmadığını belirterek, tartışmaların yanlış yere doğru çekildiği görüşünde. Siyasal değişim nedir? Değişim tartışmaları doğru zeminde yapılıyor mu? “Siyasal değişim” mi, “lider değişimi” mi? CHP’deki tartışmalar nasıl son bulacak? CHP, bir kitle partisi olabilecek mi? Siyasetname’nin bu ayki bölümünde Senem Görür Yücel sordu, Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Senem Görür: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Siyasetname programımızın yeni bir bölümüyle karşınızdayız. Bu ay, hem Edgar Şarl’dan hem de Gökçe Çiçek Kösedağı’ndan vekâleten ben aldım programın yönetimini. Bilim akademisi üyesi ve Sabancı Üniversitesi Öğretim Görevlisi sevgili Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteyiz. Hocam hoş geldiniz, merhabalar.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk, sağ olun. Ben bizi izleyenlere iyi bir yaz ayı mı dileyeyim. Artık yazlar da çok sıcak oldu ama bundan sonrası için çok sıcak olmayan bir yaz temenni ederek başlayayım.

Senem Görür: Evet, teşekkür ederiz hocam. Muhalefet kanadına oy veren seçmenin içi de yanıyor biraz, o yüzden değişik talepler de var şu ân.

Kalaycıoğlu: Doğru. Orada şöyle bir algı söz konusu oldu: Beş yıldır sürmekte olan, 2017 halk oylamasıyla kurulmuş bulunan Neo-Patrimonyal sultanizm rejimi, Türkiye’yi birçok alanda çok ciddi sorunlara gark etti. Ekonomik sorunlar bayağı ciddi boyutlarda. Yoksulluk arttı, gelir dağılımı bozuldu. Birleşmiş Milletler istatistiklerine göre, iktidarın hemen kurulduğu tarihlerde, 2019’da 38 olan gini endeksi, 42’ye yaklaştı. Birleşmiş Milletler daha sonraki verileri yayınlamadı veya ben ulaşamadım onun için bilmiyorum gelişmeyi. Ama bu, gelir dağılımının önemli bir şekilde bozulmakta olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla, Türkiye’de küçük bir azınlık büyük bir servet ediniyormuş, büyük bir çoğunluk da ciddi gelir kaybına uğruyormuş görüntüsü var. Çok yüksek sayıda kişi asgari ücretle çalışıyor. Oysa asgari ücret arızi bir ücrettir. Yani dünyanın birçok ülkesinde, özellikle gelişmiş ekonomilerde, sadece genç yaşta insanların ara işlerde çalışmaları durumunda aldıkları bir ücret. Üniversite öğrencilerinin, örneğin bir yaz tatilinde, bir yerlerde ufak işlerde çalışması, bir dükkânda tezgâhtarlık yapması veya bir restoranda, restoran sahibine yardım edecek şekilde garsonluk yapması gibi işlerde çalışması sonucunda aldıkları ücret. Bu arızi ücret, genel ücret haline geldi ve Türkiye’de çalışanların neredeyse büyük çoğunluğu, asgari ücretle çalışmaya doğru gidiyor. Özellikle bu dönemde, iktisatçıların tabir ettiği şekliyle reel ücretin, yani daha ziyade satın alma gücünü belirleyen rakamların da ciddi ölçüde yara aldığı, düşmekte olduğu dönemler oldu. 2018’den beri açıkça görüldü bu.

Dolayısıyla yaygınlaşan bir yoksulluk söz konusu. Ekonomik büyüme durmuş vaziyette, 2016 yılında kişi başına gelir hemen hemen 11,000 dolara yakınken, 2022 sonunda 10,500 civarına inmiş durumda. O beş yılın tamamını göz önüne alacaksanız, negatif büyüme söz konusudur. Yani Türkiye ekonomisi büyümüyor. Dolayısıyla orada çok büyük sorunlar var. Enflasyon çok yüksek, Türkiye, işsizlikte OECD ülkeleri arasında en yüksek birkaç ülkeden biri. Bu son derece vahimdir. İktisadi sorunlar yumağı ile karşı karşıyayız. Bu aynı zamanda hükümetin almış olduğu kararlar dolayısıyla oluyor.

Bu arada hükümet derken, bizi dinleyenlerin tekrar dikkatine getireyim: 2017 değişiklikleriyle, Anayasanın 8. maddesi değiştirildi mi? Madde 8’e göre, yürütme Cumhurbaşkanı’ndan ibaret. Yani hükümet yok, bir tek Cumhurbaşkanı var ve Cumhurbaşkanı, kendi şahsi takdiriyle, bütün alanlarda istediği gibi karar alıp uyguluyor. Onun için böyle bir dönemde kamu politikası oluşturmanız mümkün değil. Çünkü bunlar kişisel takdire dayalı keyfî kararlar. Bugün böyle alırsınız, yarın öyle alırsınız, gün içinde kararınızı değiştirirsiniz. Hepimiz her gün onlarca karar alıyoruz ve bu kararları zaman zaman da çok sık değiştiriyoruz. Kamu politikası ise böyle bir şey değildir. Kamu politikasında stratejik bir hedef vardır. Oraya nasıl ulaşılacağına dair atılacak adımlar vardır. Bunların hangi yapılar, kurumlar vasıtasıyla yapılacağı, hangi yönetmelik ve yasalara göre uygulanacağı bellidir. O adımlar kamu bürokrasisi tarafından atılır. Şimdi burada kamu bürokrasisi geriye atılmış durumda ve inisiyatif gösterebilecek bir pozisyonda değil.

Sultanizmin temel özelliklerinden biri, büyük ölçüde özerk olarak çalışma imkânı bulamaması ve temel itibariyle, iktidardaki kişiden gelecek olan direktiflere göre hareket etmek mecburiyetidir. O da tabii bu kurumların kendi temel yasaları ve aynı zamanda o daldaki bilimsel bilgi dağarcığını kullanmak suretiyle, -Max Weber bunun için ‘yasal ve ussal otorite’ tabiri kullanıyor-, o şekilde bir otorite olarak temayüz etmesi ve kullanması imkânını ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla bürokrasisiz çalışıyorsunuz. O zaman da kamu politikasını da yürütemiyorsunuz. Ama ekonomik kararlar bu şekilde alınıyor ve yaz-boz tahtasına dönmüş durumda. Bu çerçeve içerisinde, başta Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası olmak üzere, ekonomik kurumlarda ciddi bir erozyon, aşınma ve yozlaşma söz konusu. Aynı zamanda, diğer bütün kurumlarda da, mesela siyasette, başta TBMM olmak üzere, bu özelliği görüyoruz, 100. yıl dolayısıyla çok araştırma yapıldı, yayınlar da yapıldı, TBMM adıyla çıkartılmış kitaplar var; ilgilenenler bu yayınları okuyabilirler, Bu yayınlar, TBMM’nin, 1920’nin silik bir gölgesi bile olamayacak durumda olduğunu gayet açık bir şekilde gösteriyor. TBMM, kendisinin en büyük varlık nedeni olan halkın, parasını toplamak, bunu bütçe haline getirmek, belli alanlarda sosyo-ekonomik refahı artıracak şekilde ve ülkenin savunması ve güvenliğini garanti edecek şekilde kullanmak için gerekli adımları atmak, bütçeyi yapmak, sonra bütçenin uygulandığına dair kesin hesabı almak ve o kesin hesap üzerinden, bütçedeki uygulamaları, aynı zamanda Sayıştay raporlarıyla da desteklenmiş şekilde, düzgün şekilde yapıldığını garanti etmek, buradaki yapılan hatalardan dolayı yürütme organından hesap sormak, onu denetim altında tutmak için mevcuttur. Böyle bir Meclis, geçtiğimiz hafta, vergi artırma konusundaki yetkisini Cumhurbaşkanı’na bıraktı. Bu, kabul edilebilecek bir şey değildir. Halkın parasına, bir tek TBMM sahip olabilir, kullanabilir ve onun hesabını da halka verir. Bunun arasına Yürütme girmez, Yürütme’yi oraya soktuğun zaman, temsili hükümet çöker. Temsili hükümetteki maksat; biz seçmenler olarak temsilcilerimizi seçiyoruz, onlara yetki veriyoruz, destek veriyoruz, güveniyoruz ve onlara kazançlarımızın bir kısmını “alın bunu bütçe yapın, kullanın” diye emanet ediyoruz. Daha sonra bu bütçeyi nasıl kullandığının hesabını bize vermesini bekliyoruz. Bunun yerine, “Bu bütçeyi ben yapıyorum ama bütçeye koyduğum vergiyi, Yürütme aklına estiği gibi, 2 katına, 3 katına, 5 katına çıkarabilir” demek kabul edilebilir bir şey değildir. Dolayısıyla orada da büyük bir yozlaşma söz konusu. Bütün bunların getirmiş olduğu sonuç, birçok kuraldışı usulsüzlükle maruf uygulamanın hayata geçmesi ve bunun sonucunda pek çok kişinin haksız yere gelir ve servet elde etmesi, siyaseti ve siyaset erkini kullanarak bazı çıkarların temin edilebilmesi ki buna “siyasal yolsuzluk” diyoruz; bunun şaibelerinin arş-ı âlâya ulaştığı bir dönem yaşamaktayız.

Nitekim Transparency International‘ın (Uluslararası Şeffaflık Örgütü) Corruption Perceptions Index dediğimiz Yolsuzluk Algısı Endeksi var. Bu Yolsuzluk Algısı Endeksi’nde, Türkiye, 2012’de, yani 10 sene kadar önce, 176 ülke arasından 54. sıradayken, 2022 sonunda, 180 ülke arasında 101. sıraya gelmiştir. 54’ten 101’e düşüyorsunuz. Yani listenin ikinci yarısına düşmüş oluyorsunuz. Tabii büyük ölçüde uluslararası itibarınız aşınıyor, aynı zamanda ülke içerisindeki güven ortamı değişiyor, hukuka ve usulüne uygun davranışa olan itibar ve itimat, ciddi ölçüde azalıyor. Bunun sonucunda güvensizlik içerisinde hareket eden piyasalar ve birbirine güvenmeden hareket eden bir ortam yaratılmış oluyor. Çok iyi biliyoruz ki böyle ortamlarda kurumlar ayakta kalamıyor. Kurumlar yıkıldığı zaman iktisadi büyüme olmuyor. Daron Acemoğlu ve James Robinson, Why Nations Fail (Ulusların Düşüşü) kitabında bunu gayet açık bir şekilde anlatıyorlar. Türkiye’de de çok okundu bu kitap.

Şimdi Türkiye bu sürece girmiş durumda. Bu haliyle seçime giderken, muhalefet, bütün bunları değiştirebilecek bir demokrasi paketi ortaya koydu. Bu, çok büyük bir başarıdır. Çok farklı siyasal kökenlerden gelen 6 parti birleşerek, bir arada uzun süre çalışarak, ortaya bir makûl parlamenter demokratik rejim ve hukuk devleti esasına göre düzenlenmiş kurallar içeren bir anayasa metni çıkardı ve bunu seçimden çok önce, bir teklif olarak seçmenin önüne koydu. Kamuoyunda bir miktar ele alındı fakat fazla bir heyecan uyandırdığını söyleyemem. Ama bu tercihin mevcut olduğunu biliyordum. En azından, birçok kişi sandık başına giderken, önündeki tercihin kişiler veya siyasi partiler olmadığını, bir yanda bir demokratik rejime geçiş, öbür yanda ise 2018’den beri sürmekte olan sultanizm rejiminin devamı söz konusu olduğunu düşünerek oy kullandı. Ama burada, demokrasinin tekrar yerleştirilmesi konusunda yeterince destek çıkmadı. Bu büyük bir hayâl kırıklığına sebep oldu. Çünkü bu beş yıllık çizilen manzara, birçoğunun gözünde o kadar kötüydü ki bu manzaranın sürdürülebilmesi için, azınlık da olsa geniş bir seçmen desteğinin olabilmesi… YSK verilerine göre, hem yurt içinde hem yurt dışında Tayyip Erdoğan’a 27 milyon kişi oy vermiş görünüyor. 64 milyon küsur nüfus var. Dolayısıyla oraya bakacak olursanız, Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Erdoğan’ın yüzde 42-43 arası bir desteği var. Buna karşılık, Kılıçdaroğlu’nun 25 milyon desteği var. O da yüzde 39-40 bandına rastlıyor. Geri kalanı da seçime katılmadı. Onlar da herhalde “Türkiye’de ne olursa olsun beni ilgilendirmiyor. Ben bu yapıdan herhangi bir şekilde bir sonuç beklemiyorum” diyenler.

Senem Görür: “Rahatsız değilim” diyenler.

Kalaycıoğlu: Evet. “Tamamen kayıtsızım” yahut “Tamamen yabancılaşmış durumdayım. Ben böyle bir demokrasi de, sultanizm de istemiyorum, başka bir şey istiyorum” diyor. Ne istediklerini bilmiyoruz. Ama 10 milyon, az değildir. Temel itibarıyla, 54 milyon civarı seçmen katılmıştır, 27 milyon, zaten onun yüzde 50 küsuruna tekabül etmektedir. Sonuç itibariyle, bu manzaradan görüldüğü kadarıyla, yeterince büyük bir azınlık, sultanizmin devamı için oy kullanmış gibi gözüküyor.

Bu, diğer kampta bulunanların anlayamadığı, değerlendiremediği, akılcı bulmadığı bir uygulamadır. Dolayısıyla buna bir açıklama bulmak istiyorlar. Böyle dönemlerde insanlar komplo teorilerine dönüyorlar: “Bazı gizli güçler, birtakım şeyleri etkileyerek bu değişimi engelledi, Türkiye’nin sultanizme devam etmesi için çaba gösterdi.” Amerika Birleşik Devletleri, Putin…

Senem Görür: Dış güçler.

Kalaycıoğlu: Avrupa Birliği, dış güçler. Yahut içeriden bazı kuvvetli odaklar, ekonomik çıkar grupları, devlet güvenlik kurumları. Büyük ölçüde devlet imkânlarını kullanarak kampanya yapmış olan bir Cumhurbaşkanı adayı var. Çünkü 6 Nisan 2022’deki Resmî Gazete’de yayınlanan seçim mevzuat değişiklikleriyle, Cumhurbaşkanının, aday olursa bütün kamu imkânlarını, hem kaynaklarını hem de aynı zamanda devlet kurumlarını ve oradaki personeli, kendi propagandası için kullanabileceğine dair, tamamen demokrasi dışı ve demokrasideki eşitlik ve âdil seçim koşullarını berhava eden bir değişiklik kabul edilmiş oldu ve Cumhurbaşkanı buna göre davrandı. “Dolayısıyla onlar, bilmediğimiz yöntemlerle bunlara müdahale ettiler” gibi bir takım iddialar öne çıktı. Bir süre bunun izi sürüldü. Sosyal medyada ve medyada görmüşsünüzdür: “Şu kadar fazladan seçmen yazılmış” veya “İçişleri Bakanlığı, sığınmacı ve göçmenleri bir şeklide bir yerlerde kaydetti ve onlara alternatif oy kullandırdı” şeklindeki iddialar ortaya çıktı ama birçoğunun kanıtı bulunamadı. Muhalefet de bu iddiaları ciddiye almadığını beyan etti, “Kanıt yok” dedi. Öyle olunca, bu sefer projektörler “siz bu işi beceremediniz” diye muhalefete yöneldi. Demokrasiler için bu iddia çok meşru bir iddiadır. Ama otoriter rejimlerde, devletin bütün kamu gücü; polisi, askeri, jandarması, aynı zamanda fonları, kamu bürokrasisinin tamamı, İçişleri Bakanlığı, Nüfus İdaresi, Yüksek Seçim Kurulu, büyük ölçüde bir adayın kazanması için seferber edilmişken, muhalefetin yapabileceği şeyler fevkalade sınırlıdır.

Buradaki iddiaların önemli bir kısmı, sandıklara sahip çıkılamaması, bazı sandıklarda, herhangi bir şekilde bir partinin temsilcilerinin bulunmamasıydı. Tamam, o da bir sorun, ama sadece o partinin değil, bütün muhalefetin o sandıklarda temsilci göstermesi gerekiyor. O sandık kurullarında bulunmadılarsa da gözetmen göndermeleri mümkündü. Neden sadece o parti suçlanıyor da, örneğin Millet İttifakı’ndaki diğer siyasal partiler de o sandıklarda yeterince gözetmen bulundurmadıkları için herhangi bir suçlama altına girmiyorlar, bu bir muamma. Anlaşılabilir bir şey değil. Diğer partiler diyorlar ki: “Biz Kılıçdaroğlu’nun seçilmesi için muazzam çalıştık.” Çalıştınız da bu sandıkların başında niye bulunmadınız? Orada bazı şeylerin yeterince etkili bir biçimde yapılamadığı iddiası var. Bunun kısmen doğru olduğunu biliyoruz. Çünkü bu siyasal partilerin bütün söylemlerine karşı, kitle partisi özelliklerine göre davranmadığını, teşkilatlarının o şekilde yapılandırılmadığını ve çalışmadığını gösteren kanıtlar ve araştırmalar var.

Şimdi buradaki temel sorun şu: İktidar partisi, devlet olanaklarını kullanarak, başta TRT olmak üzere kendisine yakın kanalları da kullanarak, kendi seçmen tabanına, kendisinin sunmak istediği türden bilgileri, gerçekle herhangi bir bağlantısı olmasa da, fütursuzca yayabiliyor. Burada çeşitli örneklerini gördük. Bizzat aday olarak Tayyip Erdoğan, bir medya aracılığıyla yayılan bir videoda, Deepfake kullanılarak yapılan bir PKK videosunun bu videoya monte edildiğini kabul etti: “Gerçekmiş, değilmiş fark etmez, biz söyleyebiliriz. Gerçek olmasa da söyleyebiliriz” diyor. Ama başkaları söylediği vakit, “Dezenformasyon yaptınız” diyorsunuz. Zaten sultanizm dâhil bu tür bütün otoriter rejimlerde, çifte standart esastır. İktidardaki partiyi anayasa, yasalar bağlamaz. Buna Anayasa Takıyesi (Constitutional Hypocrisy) diyorlar. Bu konudaki en temel teori, Juan Linz ve H. Sehabi tarafından ortaya konmuştur. Dolayısıyla, onlar anayasa dışında hareket ederler. Anayasayı devamlı ihlâl ederler ve hiçbir zaman anayasaya kendilerini bağımlı hissetmezler. Ama karşı tarafa anayasayı kendi istedikleri gibi yorumlayarak uygularlar. Böyle bir ikilem söz konusudur. Bu koşullar altında yarışan bir muhalefet var. Onun için, bu muhalefetin çok da büyük bir başarı kazanabilecekmiş gibi bir ortamda hareket ettiği varsayımını yaymış olması, beklentileri acayip yükseltti. Bu beklentiler gerçekleşmeyince, büyük hayâl kırıklığı, kırgınlıklar, üzüntüler, öfkeler, duygusallıklar, bütün ülke sathına yayılmış durumda ve insanlar birbirlerini suçluyorlar.

Şimdi bu ortamda özellikle benim ilgimi çeken, 28 Mayıs’ın hemen arkasından belli başlı iktidar yandaşı kanalların, birdenbire “değişim” diye bir dizi program yapmaya başlamaları oldu.

Senem Görür: Bir de ellerinde çubuklarla yapıyorlar hocam, bilmiyorum hiç denk geliyor musunuz? Hatta Emre Erdoğan Hoca, bugün Medyascope’taki yazısında yazmıştı. Ekrem İmamoğlu ile bir grup CHP’li siyasetçinin yaptığı Zoom toplantısının video görüntüsü üzerine, bir konuşmacının elinde bir çubuk, görüntüyü inceliyorlar, yorum yapıyorlar, sanki bir yerde savaş varmış gibi bunu analiz ediyorlar.

Kalaycıoğlu: Evet. Orada hedef gösteriyorlar. İktidar, Cumhuriyet Halk Partisi’ni bir nevi günah keçisi haline getiriyor ve muhalefetin önüne pimi çekilmiş bombayı bırakıyor gibi düşünebilirsiniz. Hepsi bunun üzerine atlasınlar, Cumhuriyet Halk Partisi’ni didiklesinler, mümkünse onu dağıtsınlar ve onu bir temel aktör olmaktan çıkarsınlar. Çünkü sultanizmde muhalefete yer yok. Ama dünya koşulları ve ülkenin içinde bulunduğu koşullar dolayısıyla, bir muhalefetin olması kaçınılmaz olabiliyor. Bir tek bizde değil. Mesela bunun örnekleri Nikaragua’da da var, Paraguay’da da var. Vakti zamanında Pehlevi’nin İran’ında da vardı, Mobutu Zaire’sinde, Uganda’da da örnekler gözüküyor. Yani bu sultanizmin uygulandığı çeşitli yerlerde, muhalefet partileri mevcut. Ama muhalefet partilerinin güçlenmesi ve iktidar alternatifi olabilmesi, sadece demokraside mümkün. Bunlar demokrasi olmadığı için, o hâle gelmesini istemediklerinden, onun gücünü olabildiğince ortadan kaldırmak ve mümkünse bunu da, en kolay şekilde kendilerine fatura edilemeyecek hâlde yapmak amacıyla, bir girişimde bulunuyorlarmış görüntüsü var. Bu girişim başarılı oluyormuş gibi gözüküyor. Çünkü muhalefet grupları, kendini muhalefette hissedenler ve bunlara destek vermiş olanlar, şu ânda gayet büyük bir şevkle, Cumhuriyet Halk Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi yönetimi ve özellikle Kemal Kılıçdaroğlu’na saldırmayı, bir psikolojik zorunluk, adeta entelektüel jimnastik gibi görmeye başladılar. Bunun üzerinden büyük bir atılım söz konusu.

Şimdi burada Cumhuriyet Halk Partisi’nin, geçirmiş olduğu süreçte neler olduğunu, neden başarılı olup neden olmadığını araştırması, bir teşhis koyması, bunu düzeltmek için parti başkanını değiştirmek dâhil, neler yapabileceğini göz önünde bulundurması kadar doğal bir şey olamaz. Hem demokraside hem otoriter yapıda daha etkili çalışabilecek bir teşkilat söz konusu olabilir. Burada koyacağınız teşhis kritik. Bizim toplamış olduğumuz verilere göre, ben ve üç meslektaşım; Koç Üniversitesi’nden Ali Çarkoğlu, Sabancı Üniversitesi’nden Mert Maral ve yine Koç Üniversitesi’nden Erdem Aykaç, bir seçim araştırması yaptık. Biz 2002’den beri Ali Bey’le birlikte her seçim öncesi ve sonrası bu araştırmaları yapıyoruz; bu sene de yaptık. O araştırma ve geçmişte bulgularını yayınlamış olduğumuz araştırmalarla karşılaştırdığımızda, bu seçimlerde en önemli etkenin yine Türkiye’deki kültürel fay hatları üzerinden ayrışmışlık ve bu ayrışmışlığı bir çatışma unsuru olarak kullanan… Teknik olarak buna Kulturkampf diyoruz. Kulturkampf, kültürel fay hatları üzerindeki ayrışmadan, kültürel kimlikler ve kültürel değerler üzerinden yapılan mücadele, boğuşma, çatışmaya verilen addır. Bunun üzerinden gitmek suretiyle, özellikle muhalefet gruplarının, partilerinin ve ittifaklarının itibarını sarsmak, güvenilirliğini azaltmak, mümkünse yok etmek suretiyle, kendi destekçisi olan bu yüzde 40’lık kitleye olabildiğince kendi kampında bulunması ve kendi ittifakı içerisinden destek vermesini sağlamak üzerine bir ‘böl-yönet stratejisi’ uyguladılar ve bunda da başarılı oldular.

Evet, Cumhur İttifakı 2018’e nazaran oy kaybında bulundu, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yüzde 42’lerden yüzde 35’lere düştüğü gözüküyor. Yani 7 puan kadar kaybetmiş durumda. Bütün hepsi ele alındığında, Cumhur İttifakı’nın, bu sefer aldıkları oyla, geçen sefer aldıkları oyu karşılaştırırsanız yüzde 5 civarı bir kayıpları var. Ama bu kayıp ne Meclisteki çoğunluğu ne de Cumhurbaşkanlığını kaybetmeleri için yeterli olmuyor. Dolayısıyla bütün bu gelişmeler, çok küçük bir seçmen grubunu, işlerin bu şekilde yürümeyeceğini ikna etmiş durumda. Geri kalanı ise çeşitli nedenler dolayısıyla destek vermeye, bu nedenler büyük ölçüde kültürel kimlikler üzerinden verilen çeşitli sinyaller, o değerlere yapılan vurgular, simgeler; Ayasofya, LGBTQ+, terörizm, “karşı taraf terörle anlaşıyor, biz anlaşmıyoruz” mesajları verilerek, hatta burada, yine PKK’nın sanki buna destek veriyormuş gibi bir takım açıklamalar yapması gibi unsurları da göz önünde bulundurursanız, böyle bir manzarayı, böyle bir algıyı yaratmak suretiyle “biz yine buraya destek vermeye devam edelim, bir şekilde bu 4 Y sorunları çözülür.” Bu uygulanan hükümet sistemi ve onun dayandığı siyasal rejimden kaynaklandığı için, bunlar çözülmeyecek. Bu abesle iştigal. Ama seçmenin bunu öğrenmesi çok uzun zaman alacak. Zaman uzadıkça kurumlar tahrip olacak, devletin yapısı çökecek, Büyük Millet Meclisi işlevsiz hâle gelecek. Bunları yeniden oluşturmak, hayata geçirmek ve Türkiye’yi ayağa kaldırmak, fevkalade uzun ve meşakkatli bir süreç haline gelecek. Onun için, bu yoldan demokrasiye ne kadar erken dönebilirseniz, hukuk devleti ve demokrasiyi bağdaştıracak bir yapı kurup, o çerçevede yolunuza devam edebilmek için o kadar kolay bir süreçle karşı karşıya kalacaksınız.

İktisatçılar bunun iktisadi iyileşme için de zorunlu olduğunu iddia ediyorlar, çeşitli kanıtlar getirip koyuyorlar. Burada en önemli unsurlardan bir tanesi, özellikle giderek teknolojinin değiştiği, elektronik teknolojinin güçlendiği, yapay zekânın önemli noktalara geldiği bugünkü dünyada ekonomik büyüme sağlayacaksanız, okuması yazması dahi olmayan, eski tip kol emeğiyle, işçiyi üç kuruşa çalıştırarak müthiş şeyler icat etmek mümkün değil. Dolayısıyla yapacağınız şey, bu hükümetin bugüne kadar yaptıklarının tersini yapmak: Üniversitelere büyük olanak sağlayacaksınız, özgürlük temin edeceksiniz. Onların her söylediği laftan birtakım şeyler çıkarıp, üzerlerine gidip, onları yasaklara boğmayacaksınız, dolayısıyla onların üzerindeki vesayeti kaldıracaksınız. Oradaki bilimin gelişmesini ve küresel olarak dünya çapındaki uygulamalarla, bizdeki bilim standartlarının uyuşacak şekilde yol almasını sağlayacak ve aynı zamanda, buradaki insanların özgürce düşünebilecekleri ve karşılaşılan sorunların çözümü için, yenilikler üretebileceği, yeni hayâller, yeni tahayyüller için özgürlük gerekiyor. Oysa özgürlük, sultanizmin en korktuğu şeylerden bir tanesi. Onun için müthiş yasaklar var: “Onu yapamazsınız, bunu yapamazsınız, sosyal medya kullanamazsınız, şu mesajı veremezsiniz, bu mesajı veremezsiniz…” Nitekim birçok kişinin yaptığı bazı eleştiriler, istihzalar, bazı yorumlar, Cumhurbaşkanı’na hakaret olarak kabul edildiğinden, şu ân Cumhurbaşkanı’na hakaret davaları dünya rekoru kırmaya başladı ve görülmedik boyutlara çıktı.

Görür: Hatta çocuklar bile hocam. 18 yaş altı çocuklar bile.

Kalaycıoğlu: 14 yaşındaki çocuğu tutukluyorsunuz, 16 yaşındaki çocuklara soruşturma açıyorsunuz, olacak işler değil. Bunlar olduğu zaman, Türkiye’deki ekonomik büyümenin devam etmesini unutacaksınız. Çünkü büyüme inovasyona dayanacaksa, yenilikler insanların özgür olması suretiyle gerçekleştirilebilecekse, siz o özgürlüğü ortadan kaldırırsanız ve onlara ‘belli şeyleri öğreneceksiniz, onun dışında öğrenmeniz yasak’ derseniz, “bu öğrenmeyi bilimsel temele alamayız. Bilimi ortadan kaldıracağız, bunu din temelinde öğrenebilirsiniz” derseniz, bu iş bitti. İktisadi büyüme beklemeyin. Ondan sonra işi mucizelere bırakıyorsunuz. Tabii ne kadar mucizeyle karşılaşırız bunu bilmiyorum. Dolayısıyla burada karşı karşıya olduğumuz, çok ciddi bir değişememe, gelişememe sorunu var. Fakat bu ortamda birdenbire, sanki Türkiye’deki seçimler sonrasında geniş bir kitle, büyük bir iktisadi atılım bekliyormuş, buna gelmişiz gibi bir hava verilerek -ki hiçbir kanıtı yok bunun-, burada en büyük sorun Cumhuriyet Halk Partisi’ymiş gibi, Cumhuriyet Halk Partisi’ni bir şekilde düzeltme yoluna gidilerek o sorunu çözme gibi bir yola girildi.

Oysa demin bahsetmiş olduğum gibi, Kulturkampf politikası kullanılarak, hukukun, etiğin, siyasal sınırlamaların, rejim özelliklerinin hepsi kullanılarak, birçoğu göz ardı edilerek, kendi koydukları kurallar bile ihlâl edilerek yürütülmüş olan bir seçim kampanyasının sonucunda, muhalefetin güvenilemez, itibar edilemez bir hâle getirilmesi, temel unsur olmuştur. Muhalefet buna, kendisini seçmenin anlayabileceği bir dilden, barışçıl bir yapıda, Kulturkampf’ı reddeden, kültürler arası farklılıkları helalleşme ile çözme, barışçı bir ortamda çoğulcu olarak yaşama ve bu çoğulculuk içerisinde bir arada yaşamayı özendirme ve bunun için helalleşme önererek yaklaştı. Seçmenin yüzde 40’lık kısmı ve oy vermeyenleri de buna eklerseniz yüzde 60’lık kısmı, bunu cazip bulmadı ve desteklemedi. Bu kadar açık. Yani benim anladığım kadarıyla barış içinde yaşamak istemiyorlar; bu çatışma ortamının devam etmesini istiyorlar. Birbirlerine en ağır şekilde tavizlerde bulunulmasını, hakaretlerde bulunulmasını, özellikle siyasiler arasında doğal olarak kabul ediyorlar ve bunun sürmesi için oy veriyorlar. Gerçeğin anlaşılması konusunda herhangi bir duyarlılıkları yok. Gerçek dışına çıkılması bir sorun teşkil etmiyor, usulsüzlük, hukuksuzluk da bir sorun teşkil etmiyor. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın Anayasa madde 101’e göre üçüncü defa seçilme hakkının olmamasına karşın, Yüksek Seçim Kurulu’nun çok tuhaf bir kararıyla, özellikle 2017’nin değişim gerekçesini çöpe atan bir kararıyla vermiş olduğu onay sonucunda, Cumhurbaşkanı’nın üçüncü defa seçimlere katılmasını hiçbir şeklide sorun etmediler. Oysa 2007’de katılanların yüzde 70’i, Cumhurbaşkanı seçiminin 7 yıldan 5 yıla indirilmesini, bir kerelik değil, iki defa olmasına yine kendileri karar vermişti. 21 Ekim 2007’deki halk oylamasını reddetmiş olmaları çok tuhaf bir şey. Yani “biz yasa filan istemiyoruz” gibi gözüküyor.

Ali Çarkoğlu ile birlikte 2009’da yayınladığımız The Rising Tide of Conservatism in Turkey kitabında, verilerini de gayet açık koyduğumuz gibi, Türkiye’de en yaygın tutumlardan bir tanesi, Anomi, yani kuralsızlık. Neredeyse toplumun yüzde 90’ı anomi ölçeğinde yüzde 50’nin üzerinde puan alır. Anomi, kurallara herhangi bir şekilde vakıf olmama, bilmeme, kuralları kâle almadan davranma, yani aklına estiğini yapmak anlamına geliyor. Bu davranışı sokakta yürüdüğünüz zaman çok kişide görebilirsiniz zaten.

Görür: Herkesin kendi kuralı var hocam, değil mi?

Kalaycıoğlu: O bile belli değil, o kurallar da icabında değiştirilebiliyor. Bir temel kural çıkarmış gibi gözüküyor. O ânlık çıkar. O bir değişmez kuralmış gibi gözüküyor olabilir, onun da iyice sınanması ve araştırılması lazım. Ama benim yapmış olduğum sistematik olmayan gözlem, kısa dönemli çıkarın, insanların davranışlarında temel bir rehber olduğudur. Şu andaki çıkarınız neyse ona göre davranıyorsunuz ve orada hukukmuş, etikmiş, ahlâkmış, adaletmiş, izanmış, insafmış bunların önemi yok. Bunların hepsi göz ardı edilebiliyor, yokmuş gibi davranılabiliyor. Anomide esas olan bu. “Kural var da ben o kurala riayet etmiyorum, suç işliyorum” mantığıyla yapılan bir davranış değil. Kuralın mevcut olduğunu düşünmeden yapılan bir davranış. Buna âdâb-ı muâşeret de dâhil. Bangır bangır müzik dinliyorsunuz, yapma dedikleri vakit de kavga ediyorsunuz, dövüşüyorsunuz, bıçak çekiyorsunuz. Bu çok yaygın. Seçmen davranışında da bu gözüküyor. Kural dışılıkla bu müsabakaya girmiş olan, boks müsabakası örneği verilmiş olduğunda, adaylardan birisinin kuralların dışına çıkıp, sokak dövüşçüsü gibi aklına eseni yapmasını kabul ediyor seçmen; sorun görmüyor, buna bir tepki göstermiyor. Çıkarının orda olduğunu hesaplıyor. Dolayısıyla “bizim adayımız, partimiz, ittifakımız aklına eseni yapabilir” mantığı. Karşı taraf herhangi bir şeyi kuralına uygun olarak da yapsa, o zaten kabul edilemez. Böyle bir ortamda hareket ediyorsunuz.

Bunu aşabilmenin yolu, ya bu yapılanların ne kadar yanlış, gerçek dışı ve sonuç itibariyle bize zarar verecek nitelikte olduğunu, o yüzde 60’a da anlatabilmek ve hiç olmazsa onun yüzde 10’una, 15’ine olabildiğince ulaşabilmek. Bunu yapabilmek için, aynı medya kanallarını kullanma şansınız yok. Çünkü iktidar TRT’ye sizi çıkartmıyor. Bu konuda tam seçim öncesi Kemal Kılıçdaroğlu’nun nasıl müşteki olduğunu gördünüz. İcabında SMS de attırmıyor, sosyal medyayı da etkin olarak kullandırmıyor, onu da yasaklayabiliyor. Yasaklayamadığı tek alan, siyasi parti temsilcilerinin seçmenle yüz yüze görüşebilmeleridir.

Görür: Sokağa inmeleri…

Kalaycıoğlu: Dolayısıyla bunu önceleyecek bir strateji geliştirirsiniz. Bunu şu anda öneren, söyleyen kimse olduğu kanısında değilim. Ama böyle bir strateji geliştirebilirseniz, o zaman bu stratejinin temel unsurlarını kitle partisi olarak uygulamanız mümkün. Kitle partisi demek, çok geniş bir kitleye yayılan, o geniş kitleden üye devşiren, destek alan ve o geniş kitleyle sürekli temas içerisinde bulunan bir siyasi parti demektir. Üye sayısını arttırmak bunun bir parçasıdır. Ama daha önemlisi parti teşkilatını, metropolünden en ufak kasabasına kadar her yerde güçlendirmek. Oradan da parti teşkilatı kurulamayacak kırsal bölgelere ulaşabilmek. Oradaki insanların güvenine ve itibarına mazhar olan kişilerin, bu parti teşkilatında etkin hale gelmesi ve çalışması ve o insanları sadece seçim döneminde değil, sürekli olarak mesela bugünden başlayarak bir dahaki seçime kadar geçen sürede, bu ilişkileri düzgün olarak kurması, parti teşkilatının, insanların çözüm beklediği, dertlerini şikâyetlerini kolay iletebildikleri bir yer haline gelmesi, onlara oradaki koşullarının elverdiği ölçüde yanıt verilebildiği ve bunlar yapılırken bu insanların yaşantısıyla yakından ilgilenildiği, onlarla empati kurulduğu, aynı dilin konuşulabildiğini seçmenin geniş bir kitlesine gösterebilmek ve bu şekilde hareket etmek suretiyle bir güven ortamı tesis etmek. Bu negatif propaganda başladığı zaman özellikle bu negatif propagandanın gerçekle ilintili olmayan, herhangi kanıta, belgeye dayanmayan kısmını seçmene bu kişiler aracılığıyla anlatabilirsiniz. Örneğin “Teröristle çalışıyorlar, bunlar terörist” dediklerinde, gidip “Ben terörist miyim?” diye sorabilirsiniz. Sizinle bir güven, itimat ilişkisi varsa ve sizin gerçekten kendisi gibi olduğunu düşünüyorsa, insan bir empati kurabilmişse, o zaman “Bu söylenenlerde bir gerçek dışılık var, bir düşüneyim” denmesi mümkündür. Dolayısıyla, bunun doğru olmayabileceği mesajı, bu haberlere itibar edilmemesi gerektiği, ancak bu şekilde milyonlarla çalışmak suretiyle etkili olarak verilebilir.

Bu, zannederim yeni kurulan siyasi partiler için zor. DEVA, Gelecek gibi partiler, çok yeni kurulmuş siyasi kuruluşlar. Bunların henüz geniş bir teşkilatlanması ve orada bunları temin edebilecek bir temeli söz konusu değil. Ama Cumhuriyet Halk Partisi, İYİ Parti, Saadet Partisi gibi siyasal partilerin -ki İYİ Parti de çok genç, 2017’de kurulmuş durumda- özellikle Saadet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin bunu yapabilmek için gerekli örgütlenmeyi başarması gerek. Bu çok hayati. Bunu yapacak bir değişiklik veya değişim, Cumhuriyet Halk Partisi için de, Türkiye için de, Türkiye’de demokrasinin ve hukukun geleceği için de kritik olacaktır.

Görür: Peki bu noktadan sonra demokrasiye dönüş şansı var mı hocam? Çünkü herkes 14 ve 28 Mayıs seçimlerini, “Türkiye’nin kader seçimi” olarak adlandırıyordu. Programın başından beri konuştuğumuz üzere, seçmen, rejimde bir değişim talebi istemedi, seçmen statükoyla devam etti. Şimdi geldiğimiz noktada tekrar değişim talep edenler var. Demokrasi diyoruz ama bir daha seçimlerin olup olmayacağına dair bir bilgimiz bile yok. Bu saatten sonra, Türkiye’nin geleceğinde, köprüden önceki son çıkış gibi bir çıkış olur mu?

Kalaycıoğlu: Bugünkü rejimin sorunu şu: Rejim çalışmıyor. Sosyal refah üretemiyorsunuz. Kusura bakmayın, birçok sorunu çözemiyorsunuz. Mesela, karşı karşıya kalınan bir barınma sorunu var. Barınma sorununu çözmek için zecrî tedbir getirmeye çalışıyorsunuz, narh koyacaksınız. Ben İktisat Fakültesi mezunuyum. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi kürsüsü, o zamanlar, Osmanlı İktisat Tarihi üzerine dünyanın en iyi kürsülerinden biriydi ve bize iyi bir eğitim verdiler. Osmanlı, yüzyıllar boyunca narh uygulamıştır, hiçbiri başarılı olmamıştır. Sıfır; hiçbir şansı yok. Üstelik insanlarla ilişkileri daha da kötüleştireceksiniz demektir. Burada yapılmakta olan girişimlerin, özel mülkiyet hakkını ortadan kaldıracak muameleler olması, bazı insanların, kirayı yükseltemiyorsa evlerini düşük fiyata satıp, bu evleri belli kesimlere yine servet transferi olarak nakledilmesi gibi sonuçlar üretecektir. Bu, ülkedeki yoksullaşmayı ve gelir dağılımını daha da bozacaktır, bunu unutmayın. Dolayısıyla burada insanlar ciddi kayba uğradıklarını hissedecekler, bu kayıpla, bu hükümete ve onun arkasındaki siyasi partilere verecekleri desteği yeniden gözden geçirmeye başlayacaklardır. Çıkar önemlidir. Onun için, buradaki ittirmelerin kendi aleyhlerine çok büyük problemler yaratacağını, hatta bu konuların özel mülkiyet hakkı üzerinden mahkemelere taşınabileceğini, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne kadar gidebileceğini burada ciddi tazminatlar doğabileceğini de tahmin ediyorum. Ama bu tahminden ibaret, nereye kadar gidebilecekler, neler yapabilecekler bilemem. Benzine, motorine haftalık zam yapılırken, işçi ücretleri ve maaşlar çok hızlı bir şekilde ayarlanırken, kârlar zaten serbestçe tayin edilebilirken, siz bir tek, ranttan elde edilen geliri sınırlandıracaksınız, bu mümkün mü? Olmaz. Bu, çalışmayacağı gibi, çok fazla niza, çok fazla çatışma üretecektir. Buradaki gelişmeler tabi ki insanları daha zora koşacaktır. Bu bir örnek. Sadece bir tek örnek yok, birçok örnek var.

Enflasyonun önüne geçemeyecekler, gayet açık gözüküyor, bütün iktisatçılar söylüyor bunu. Aldıkları önlemlerin, belli bir kamu politikası, ekonomi politikası çerçevesi yokmuş gibi gözüküyor. Ayrıca, piyasaların, bu önlemleri alan ekibe yeterince güven duyduğunu gösteren bir kanıt da yok. Bu ekibin ne kadar bağımsız olduğu da belli değil. Çünkü sultanizmde yürütme organı Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanı şu ânda bunları bir miktar serbest bırakmış gibi gözüküyor. Ne kadar serbest oldukları da belli değil.

Görür: Yerel seçimlere kadar olabilir mi?

Kalaycıoğlu: Bilmiyoruz. Yerel seçimlerden sonra fikir değiştirebilir veya öncesinde de değiştirebilir. Bir ânda gerisin geriye dönebiliriz. Yatırım yapacak kişiler buna güvenebilecek mi? Bu mümkün değil. Türkiye’deki iç yatırımcı güvenmediği gibi, dışarıdan gelip Türkiye’ye yatırım yapacaklar da güvenmeyecektir. Onun için, dışardan alabileceğiniz kaynakları temin edebilmeniz için acayip bazı garantiler vermeniz, çok yüksek getiriler önermeniz veya bazı hakları devretmeniz gibi fevkalade sorunlu adımlar atmanız gerekiyor. Bunların hepsinin ayrı bedeli var. Dolayısıyla bu sistem çalışmıyor; en büyük sorun burada.

Bu sistem çalışmadığı halde nasıl sürdürülebilir? Ancak ve ancak müthiş yasaklar ve baskılarla sürdürülebilir. Ama orada da belli sınırlar var. Bir sınırı aştığınız zaman, insanlar bunlara karşı tepki göstermeye başlıyor ve tepkiler çok aşırı noktalara gidebiliyor. Bunu İran’da gördük, başka ülkelerde de gördük. Bu tür bir gelişim olmaması için, Türkiye’nin, yine seçimler vasıtasıyla seçmen nabzını yoklaması ve oradan gelecek tepkilere göre hareket etmesi söz konusudur. Ama bu seçimler de yine özgür ve âdil seçimler olmayacaktır. Olmayacağını bilerek bu seçimlere gitmek mümkün.

Dünyada bu konularda yapılmış, Türkiye’yi içermeyen bir miktar araştırma var. Bu araştırmalara bakacak olursanız, “Seçim vasıtasıyla bu tür siyasal değişim olabiliyor mu?” diye sorarsanız, bu tür rejimlerin yüzde 53’ünde olmuyor. Ama yüzde 47’sinde oluyor. O yüzde 47’ye girmeye çalışacağız, başka çaremiz yok. Ya da bugüne kadar görmediğimiz, bugüne kadar tarafı olmadığımız çok ciddi iktisadi, siyasal, özellikle güvenlik ve toplumsal sorunlarla boğuşmak zorunda kalacağız. Dolayısıyla orada çok büyük bazı açmazlarla karşı karşıya kalma rizikomuz var. Şu anda karşılaştığımız durum, böyle bir çıkmaz sokağa bizi sokmuş olan seçmen azınlığı, yarın öbür gün bu fikriyatını değiştirip kendisine destek vermiş olduğu kişilere yeterli mesajı vererek, onları bu yoldan döndürmek için bir girişimde bulunmak zorunda kalacaklarmış gibi gözüküyor.

Görür: Lafını bölüyorum ama bir şey sormak istiyorum hocam. Geçtiğimiz günlerde benzin zamlarından bahsederken, arkadaşlarımız sokak röportajı yapmak için Maslak’ta dolaşırken, kendisini Rizeli olarak tanımlayan, çok uzun zamandır, kendisini bildi bileli Cumhurbaşkanı Erdoğan’a oy verdiğini belirten bir yurttaş, “Neredeyse ben bile AK Parti’ye, Cumhurbaşkanı’na oy verdiğim için pişman olacağım” gibi bir cümle kullandı. Biz de bunun videosunu aldık sosyal medyaya koyduk, çok eleştirildi. Çünkü “Neredeyse pişman olacakmış, hâlâ olmamış” gibi yorumlar geldi. Size şunu sormak isterim: Kendisini bildi bileli AK Partili olarak tanımlayan bir seçmenin, “neredeyse pişmanım” kalıbını kullanmasını iyi olarak yorumlayanlar da var. Sizin de biraz önce bahsettiğiniz gibi, yavaş yavaş kendisini o kamptan uzaklaştırıyor olacak, belki kendi evinde yaşayacak, kendi tenceresi kaynamayacak, ekonomik kriz kendisini de yavaş yavaş vurmaya başlayacak ve sorgulayacak. Bunu böyle de okuyamaz mıyız? Siz ne düşünürsünüz?

Kalaycıoğlu: Olabilir, böyle bir süreç bu seçmen için de geçerli olabilir. Demin de söylediğim gibi, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oyu yüzde 7 düşmüş durumda. Birtakım seçmen, 2018’den sonraki gelişmeler dolayısıyla fikrini değiştirmiştir, görüyoruz. Bir yüzde 7 daha düşerse, örneğin yüzde 28’e inerse, o zaman önemli bir değişim söz konusu olabilir; bu olamayacak bir şey değildir. Ama burada, genel makroekonomik dengeler dışında, “siyasal patronaj ilişkileri” diye teknik olarak tabir ettiğimiz, çeşitli partiler, parti içi gruplar, çıkar gruplarıyla, seçmen arasındaki oy ve oy karşılığı hizmet, yarar, çıkar ilişkisi ve onların oynadığı rol önemlidir. Bu konuda da bazı araştırmalarımız var. Burada, başka meslektaşlarımızın, bu tür bir yapının yüzde 35’ine kadar seçmenin etkilendiğini gösteren bazı araştırmalar oldu. Bu araştırmalar devam ediyor, henüz somut verilere ulaşabilmiş değiliz. Daha somut bir yapıya doğru giderse, bu rakamların doğru olup olmadığını daha açık bir şekilde bilimsel olarak saptayabilirsek, bu manzaranın nasıl hayata geçtiğini görebiliriz. Dolayısıyla, bu kişiler, fiyatlar genel endeksine veya insanların işsiz kalıp kalmamasına, kendilerinin işsizliklerine bakarak hareket etmiyorlarmış gibi gözüküyor. Onların dünyaları ve yaşantı biçimleri için tanımladıkları başka çıkar ilişkileri var. O çıkar ilişkileri çalıştığı sürece, o ilişkilerden yararlandıklarını düşündükleri sürece, siyasal desteklerini çekmemeyi tercih edeceklerdir.

Ben size çok başka bir örnek vereyim: Biz yapmış olduğumuz bu araştırmalarda, 2010 senesinden beri saha araştırmalarında bütün deneklere “Şu anda bir işte çalışıyor musunuz? Çalışıyorsanız ne işte çalışıyorsunuz?” diye soruyoruz. “Çalışmıyorum” derse, o zaman, “Daha önce herhangi bir işte çalışıyor muydunuz?” diye soruyoruz. Bu zaman zarfında, 2010’la 2023 arasında, yüzde 30 ile yüzde 40 arasında bir kitle, “Hayatım boyunca kazanç karşılığı hiçbir işte çalışmadım” diye cevap verdi. Bu kitlenin, 2018 içinden yüzde 56’sı, 2023 seçimlerinde, yanılmıyorsam yüzde 40 civarı, Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy verdiğini söylüyor. Bu kitlenin, aynı zamanda sorduğumuz bir başka soru nedeniyle, kendilerini toplumsal yaşantıda nerede hissettiklerini, çok kesin olmamakla birlikte ölçebiliyoruz. Bütün deneklere bir merdiven veriyoruz. Birinci basamağı, Türkiye’de gelebileceğiniz en düşük toplumsal mevki, onuncu basamağı da en yüksek toplumsal mevki. Bu denekler “Kendinizi nereye koyarsınız?” diye soruyoruz. 2010’da, bu durumdaki seçmenlerin yüzde 8’inin, kendisini 7-8-9-10 basamağına koyduğunu görüyorduk. 2018’de bu yüzde 32. Oran dörde katlanmış durumda. Bütün dönem için bakacak olursanız, “Adalet ve Kalkınma Partisi’ne oy vereceğim” diyenlerin oranı, 2018’e kadar yüzde 30’lardan yüzde 56’ya kadar çıkmış durumda. 2023’te bu, hafif düşmüş durumda, ama sonuç itibariyle benzer yerlerde kalıyor. Yani, Adalet ve Kalkınma Partisi ve MHP koalisyonu, bu kitleye müthiş bir toplumsal yükselme hissi, sınıf atlama hissi, Türkiye’de hem güç hem muhtemelen gelir hem de aynı zamanda sosyal prestij, itibar aktarmış bulunuyor. Dikkatinizi çekeyim; bütün bu olumsuzluklar içinde, yaşantılarının çok büyük ölçüde iyileşmiş olduğunu düşünüyorlar. Burada yüzde 30’un yüzde 32’sinden bahsediyorum, yani yüzde 10 gibi bir kitle. Veya temel itibariyle yüzde 40’ın yüzde 32’sinden bahsediyoruz.

Daha alt kategorilerde de yükselişler var: 2010 senesinde en alt kategoriye kendini koyan yüzde 12 iken, 2018’de veya 2023’te yüzde 0. Yani koyan var ama oran sıfıra çok yakın; yüzde 1,5-2 gibi oranlar. Şimdi bu, toplumda özellikle kent yoksulları arasında, çok büyük bir değişimin olduğunu ve kendilerini daha üst bir pozisyonda hissettiklerini gösteriyor. Bazı sosyal medya videolarında bunları görme imkânımız oldu. “Eskiden hastaneye gittiğimizde hastamıza haciz geliyordu, şimdi icap ederse, doktoru dövüyoruz ve elimizi kolumuzu sallayarak gidiyoruz” diyenleri gördük. Yani doktor dövmek serbest, herhangi bir suç olmuyor. Sonuçta ne kadar büyük bir itibara ve güce, dokunulmazlığa sahip olduğu olgusunu yansıtıyor. Bunu sağlayan kim? Cumhur İttifakı. Dolayısıyla ona, gerisin geri destekle bir dönüş sağlamış oluyor. Bu, küçük bir kitle ama Cumhur İttifakının içerisindeki oyun yarısı buradan geliyormuş gibi gözüküyor.

Diğer tarafta, somut verilerde, rakamlar olarak, oranlar olarak yoksulluğun arttığını görüyorsunuz. O açıdan baktığınızda böyle bir reaksiyonun olmaması gerektiğini düşünüyorsunuz. Hâlbuki ortada farklı siyasal, toplumsal ilişkiler var. Bunların içerisinde etkin vakıflar, dernekler, hükümet dışı örgütlenmeler, çeşitli çıkar grupları, tarikatlar var. Onların sağladığı bir güven ortamı, bir sigorta da söz konusu. Dolayısıyla, manzaraya bütün karmaşıklığı içerisinden bakarsanız, bu ekonomik kötüleşmenin etkileri herkes üzerinde eşit değilmiş gibi gözüküyor. Daha kötü hissedenler var. Özellikle bireysel olarak bununla karşılaşmış olan ve ona karşı kendini savunma pozisyonunda bulunanlarla, bu şekilde bazı ağlara bağlı olup, o ağlar içerisinde aynı sorunla karşılaşmış olanların verdikleri reaksiyonlar aynı değil. Çünkü o ağlardan aldıkları destek, oradan temin ettikleri korunma, belki iktisadi durumlarını iyileştirme, öyle olmasa bile sosyal dayanışma ve destek, onları, bu tür zorluklarla ve sorunlarla karşılaştıklarında, daha korumalı bir hâle getiriyor ve buna da şükrediyorlar. Dolayısıyla böyle bir manzarayla da karşı karşıyayız. Ama bu yönetilememezliğin artması, o tür kanallardan gelen imkânların da azalmasıyla sonuçlanması durumunda, bunu etkisi daha büyük olacaktır gibi gözüküyor. Bu da daha uzun zamanda ortaya çıkacak bir etkiymiş gibi durmakta. Bunu maalesef yaşayarak göreceğiz; kesin bir yanıtı yok.

Görür: Evet hocam süremizin de sonuna geliyoruz. Son sözü yine size bırakayım. Değişim tartışmasından ekonomik krize kadar geldik. Dolayısıyla belki yine CHP’nin içinde bulunduğu kriz hakkında bir şeyler söylemek istersiniz. Veya bir lider değişimi olacaksa bunun nasıl yapılması gerektiği konusunda görüşleriniz vardır. Ya da, bir lider değişimi olacaksa, her şey birdenbire sihirli bir değnekle düzelecek mi düzelmeyecek mi, belki onu da yorumlamak istersiniz. Ben size böyle sormuş olayım, lütfen siz kapatın programı.

Kalaycıoğlu: Başta söylediğimiz gibi, Cumhuriyet Halk Partisi’nin etkisinin azaltılması, içinden bölünmesi, çökertilmesi, dolayısıyla muhalefete olabildiğince darbe vurulması gibi bir amaç güdülüyorsa, bu gerçekleşmeden, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, liderlik sorununu aşabilecek bir adımı atması hayatidir. Bunun başarılı örneği geçmişte Ecevit örneğidir. Onun dışında, Kemal Kılıçdaroğlu’nun iktidara gelişinde de, kendisinden önceki lider olan Deniz Baykal’ın ona verdiği destek söz konusuydu. Yani iki örnek görüyoruz: Birinde, Deniz Baykal’ın artık liderlik yapmasının mümkün olmadığı bir ortamda, Kılıçdaroğlu çıkıp kendisini geniş kitlelere kabul ettirdi. O sırada, hesap uzmanlığından gelen bilgi ve yeteneğini kullanmak suretiyle, başta Melih Gökçek olmak üzere birçok Adalet ve Kalkınma Partisi önde geleninin hesap vermediği konularda, çok etkili bir şekilde hesap sormasıyla gündeme gelmişti. “Kılıçdaroğlu lider olsun, ona gerekli desteği verelim” şeklinde bir gelişimi oldu. Kemal Bey de aynısını bir başkası için yaparsa, aynı tür bir süreç söz konusu olabilecektir. Bu, en son gördüğümüz.

Ondan önceki süreç, Ecevit’in, 1963’te Çalışma Bakanlığı sırasında sendikal yasalarda ve çalışma ortamının mevzuatında yapmış olduğu değişiklikler çok olumlu karşılandı ve büyük destek gördü. Ondan sonra 1961 Anayasası’nın sağladığı haklar ve özgürlükler ortamında da, özellikle sendikalar büyük gelişim gösterdi ve büyük bir işçi tabanının desteklediği, onlar arasında popüler olan bir siyasal kişilik olarak ortaya çıktı. Kısa zaman içerisinde yayınladığı kitaplar, makaleler, çeşitli deklarasyonlar vasıtasıyla, aynı zamanda, bunları üretmek için kullandığı Devlet Planlama Teşkilatı’ndan üniversitelere kadar yayılan, çeşitli uzmanlık alanlarından kişilerin oluşturduğu bir bilimsel destek kadrosuyla da hareket etmek suretiyle, bir “ortanın solu” açılımı üretti, İsmet İnönü de buna destek verdi. Hatta 1965 seçimlerine giderken “Cumhuriyet Partisi ortanın solundadır” açıklamasıyla, iyice güçlü bir ivme kazandırdı. Fakat Cumhuriyet Halk Partisi 65 ve 69 seçimlerini kaybetti. Her iki seçimde de, Süleyman Demirel’in gençliğinde, Adalet Partisi tek başına, oyun yüzde 50’sinden fazlasını alarak iktidara geldi. Dolayısıyla bu dönemde Bülent Ecevit, parti içerisinde Genel Sekreter rolü oynamaya başlamıştı ve fikirlerine uyum sağlayacak bir kadroyla çalışma imkânını sağlayacak adımları attı. Cumhuriyet Halk Partisi içerisinde bir teşkilatlanma söz konusu oldu. Ecevit onun lideri haline de geldi.

12 Mart 1971 darbesinde, Bülent Ecevit darbeye karşı çıktı. Başka Nihat Erim olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partisi’nden birtakım kimselerin, ara rejimde hükümetin kurulmasında etkili rol oynamasına da karşı çıktı. Darbenin kendisine karşı yapıldığını iddia ederek istifa etti. Yerine, yanılmıyorsam Kâmil Kırıkoğlu Genel Sekreter olarak getirildi. Artık darbeden yavaş yavaş çıkılmaya ve 73 Ekim’inde seçimlere gidileceği anlaşıldığından, Ecevit, 72 Kurultayı’nda aday olarak ortaya çıktığında, gayet taban desteği olan, programı olan, parti için önemli fikirleri olan, partinin dışında, özellikle işçiler ve köylüler arasında büyük destek bulan bir hareket lideri olarak temayüz etmiş bulunuyordu. İsmet İnönü de bir hayli yaşlanmış durumdaydı. Kurultay’da İsmet İnönü’yü küçük bir farkla yenerek liderliğe geldi.

Elimizde sadece bu iki örnek var; başka üçüncü bir örnek yok. Bu ikisi de partinin değişiminde başarılı olmuştur. Bülent Ecevit seçildikten sonra partinin oyu arttı. Kemal Kılıçdaroğlu da seçildikten sonra da partinin oyu arttı. Aynı oranlarda artmadı ama Deniz Baykal’la yüzde 8 ile yüzde 20 arasında oy alan bir Cumhuriyet Halk Partisi vardı. 99 seçimlerinde yüzde 8 almış. Kılıçdaroğlu ise yüzde 25 civarında oy alarak yoluna devam etti. Oyu düşmedi. Bülent Ecevit geldiğinde, yine 73 seçimlerinde, Cumhuriyet Halk Partisi birinci parti oldu. Aynı zamanda 77 seçimlerinde birinci parti oldu ama tek başına Meclis çoğunluğunu alacak oyu temin edemedi. Dolayısıyla her ikisi de başarılı sayılabilecek değişimlerdir. Sonuç itibariyle, bu değişimlerden bir tanesine daha fazla meyledebilirler.

Bu olmaz da, çok daha sancılı başka süreçler, ayrılmalar, ayak diremeler, teşkilatın çalışmaması, özellikle parti içi ve dışında medyada ve sosyal medyada yürütülen kampanyaların, daha uzun süreli bir şekilde partiyi sürekli olarak zemmeden, tehdit eden, onu eleştiren, eleştirinin dozunu gittikçe arttıran bir havaya dönerse, o zaman, Cumhuriyet Halk Partisi’nin cazibesi daha da azalacak demektir. Hem parti için, hem muhalefet için, hem Türkiye’nin demokratikleşmesi için, çok daha zor koşullar ortaya çıkacak demektir. Hangi yola gideceklerini bilmiyorum. Ama burada kritik olan, bu değişimi yapabilmek, sonra da parti örgütünü bir kitle partisi olgunluğunda çalıştırabilecek adımı atabilmek. Bunu yapabilecek bir kadro var mı? Ben parti üyesi olmadığım için bilmiyorum. “Bunu dillendiren kimse var mı?” derseniz, yok. Bunu algılamış olduğunu, bu teşhisime katıldığını gösteren kimse yok. Dolayısıyla bizim bulgularımızın gösterdiği bu. Cumhuriyet Halk Partisi’nin ve bütün muhalefetin, burada çok büyük bir aşil topuğu var. Çünkü onlar da seçimi kaybetti. Onların da takkeyi önüne koyup, bu tür örgütlenmeleri düzgün bir şekilde yeniden gündeme getirip yapabilmeleri gerekiyor. Çünkü öbür kanallarda, medyada, sosyal medyada, basında, sınırlı etkide bulunabiliyorlar ve o etki, kendilerine yapılan negatif kampanyayı olumluya dönüştürebilecek bir başarıyı gösterebilir. Onun için burada abesle iştigal etmemek lazım; bu tarafa doğru gitmek gerekiyor. Ve bu çok acil. Bunu ancak yıllar süren bir süreç olarak yaparsanız başarı kazanırsınız. Hemen seçim öncesindeki 3 hafta veya 3 ayda, bunun gerçekleşme şansı yoktur.

Görür: Hemen başlamak lazım.

Kalaycıoğlu: Evet. Dolayısıyla, karşı karşıya olduğumuz durum temel itibarıyla bu. Ama şu aşamada, Kulturkampf hala temel bir olgu. Seçim kazandırmasa bile kaybettirmiyor ve demokrasi için de büyük bir tehdit. Aynı zamanda, o kadar ayrışmış bulunuyoruz ki, Türkiye adeta iki kutba doğru gidiyor. Hiçbir değeri paylaşmayan bir toplum. Bunun, uzun dönemde milli bütünlüğü ve milli beraberliği sürdürmekte çok büyük bir sorun olacağı kanısındayım. Bunun üzerinde durmak ve bu Kulturkampf’ı olabildiğince hızlı bir şekilde, çoğulcu bir toplumun farklı renkleri üzerinden yapılan, ama sonuç itibariyle çatışmacı olmayan bir yarışma kalıbına döndürebilmemiz gerekiyor. Bunu becerip beceremeyeceğimizi yine yaşayarak göreceğiz.

Görür: Hocam çok teşekkür ederiz, ağzınıza sağlık. Bu ayki Siyasetname programımızda “değişimi” konuştuk. Gelecek ay, gündeme göre ben ya da Gökçe Çiçek Kösedağı, Ersin Hoca’mla birlikte yine Medyascope ekranlarında, Medyascope izleyicileriyle olacağız. Hem hocama hem de izleyicilerimize çok teşekkür ederim. Bizi izlemeye devam edin diyelim. Görüşmek dileğiyle.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.