Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ali Hakan Altınay yazdı: İyimser olmak için neden var mı?

Buradaki yazıları izliyorsanız, yakın zamanda bir kitabımın çıktığını biliyor olabilirsiniz. Kitaba dair birkaç üniversite etkinliği gerçekleşti ve değerlendirme yazısı yayımlandı (Diken, Birgün, Hürriyet, Perspektif, Medyascope, Aposto, Karar, Mehmet Tekelioğlu). Bu geribildirimlerde beliren ve ülkedeki genel ruh halinin de temalarından olan iyimserlik konusuna değinmeye niyetliyim bu yazıda. İyimser olmak için iyi, sağlam nedenlerimiz var mı? Bence var. Pek fark edilmediğini düşündüğüm nedenleri sıralayıp bu tezimi temellendirmek istiyorum:

Son dönemde kötümserlik daha çok muhalif kesimlerce dillendiriliyor ama bu ülkeye dair sahici, samimi endişeleri olanların sadece muhalefet partilerine gönül verenler olduğunu düşünmek hem ahlaki hem de empirik bir hata olur. Cumhur İttifakı’na gönül verenlerin mesela ülkenin bekâsı konusunda gayet gerçek ve önemli kaygıları var. O dostlara son iki yazıda tarif etmeye yeltendiğim bir olgudan bahsetmek istiyorum: Türkiye’ye kendi dışından gelebilecek zararlardan kaygı duyuyorsunuz ama benim görebildiğim kadarıyla hiçbir dış aktör Türkiye’nin kendine verdiği zarardan daha büyük bir zarar vermeye kadir değil. Bu her ülkeye nasip olmayan bir ayrıcalık. Mesela Lübnan’a İsrail ve Suriye ciddi zarar verebilir ve nitekim verdiler de. Ya da Meksika komşusu Amerika’daki uyuşturucu talebinin yarattığı rant sayesinde semirmiş yasadışı örgütlerle erken bir aşamada başa çıkamadığı için çok tatsız bir yere sürüklenmiş durumda. Türkiye ise bizden önceki nesillerin emekleri, başarıları sayesinde kendisine zarar vermeyi isteyebilecek her aktöre bize zarar vererek elde etmeyi umduğu kazancın çok üstünde bir bedel ödetme kapasitesine sahip. Bize gelebilecek zararlar dışarıdan değil bizden kaynaklanıyor. 

Yakın geçmişimize bir göz atalım: 49. yıldönümü yaklaşan Kıbrıs Harekâtı sırasında bir tane savaş gemimiz battı… Onu da Rumlar değil biz kendimiz batırdık. Kendi vatandaşlarımıza dışkı yedirme marifetini dış güçler değil, biz kendimiz becerdik. 15 Temmuz’da komutanları dış düşmanlar değil, kendi yaverleri zorla alıkoydu. Bu olayları hatırlayınca canımız sıkılıyor olabilir ama ben önemli bir teselli görüyorum: Sorun biz isek, çözüm de biziz. Lübnan’ın, Meksika’nın dertlerinin çözümü dışarıda ama bizim şifamız avucumuzun içinde. O şifa hayata geçtiğinde bir bakarız muhaliflerin dertleri de azalmaya başlamış. 

Kesif bir kötümserlik içinde olan bir başka grup ise dünyanın genel gidişatından endişe duyuyor. İklim değişikliğinin insanlığın sonunu getirmesi gayet muhtemel; sosyal medyada mayalanan edepsizlik birçok kişiyi birbirinden soğutacak, insanlığı çürütecek gibi duruyor; bir sonraki salgının nereden geleceğini, nasıl savuşturacağımızı bilmiyoruz vs. Bunların hepsinin son derece ciddi, gayet sahici riskler olduğuna şüphe yok. Ama aynı empirik trendlerin içinde umut veren gelişmeler, kötümserliğe teslim olmak istemeyenlerin odaklanabileceği patikalar var: 100 yıl öncesine göre iki kat artmış hayatlar yaşıyoruz; bu hayatlar hem daha sağlıklı (çocuk felci, sıtma, suçiçeği ninelerimiz için kabus, bizim için ise google’da aramak zorunda olduğumuz nadir meseleler) hem de daha muktedir (Kanuni Zoom ya da Wikipedia için sizce neler vermeyi göze alırdı?). Kilo vermek isteyen insan sayısı açlık endişesi yaşayanların çok ötesinde; karnımız doydu ve belki bir gün gözümüz de doyacak. Gözümüz doyduğunda birbirimizle başka tür bir ilişki kurmamız da mümkün olabilecek. Gözümüz doyduğunda, doyarsa, karbon yakarak dünyanın sonuna koşa koşa gittiğimiz döneme bir tür ergen çiğliği dönemi, yaşamadan olgunlaşmanın mümkün olmadığı geçici – ve biraz da yüz kızartıcı – bir hamlık hali muamelesi yapma imkanı belirebilecek. Belki o zaman bambaşka ufuklar açılabilecek. 

Bir önceki başlıkla akraba bir başka iyimserlik nedeni dünyada şiddetin birçok türünün azalmaya başlaması. Türkiye ve komşu coğrafyasında gözlemlemek, hissetmek pek kolay değil ama kapsamlı, detaylı çalışmalar bir başkasının şiddeti dolayısıyla yaşamını kaybedenlerin sayısının da, okulda öğretmeninden şiddet görenlerin oranının da dünyanın birçok yerinde düştüğünü gösteriyor. (Detaylarla ilgilenenler Steven Pinker’ın The Better Angels of Our Nature (Doğamızın İyilik Melekleri: Şiddet Neden Azaldı) kitabına göz atabilir. Bunun kalıcı bir trend olduğunu iddia etmek ahmakça olur ama ileride bu trendin değişme olasılığına (mesela iklim değişikliğinin tetiklediği yeni bir bölüşüm kavgası nedeniyle) rağmen şu an için bize çok ilginç bir imkan sunuyor. Acil yerine önemli meseleleri demlemeyi yeğleyen sair bilge her zulmün altında bir korku yatar tespitini yapar. Halbuki günümüzün cari varsayımı zulmün altında psikopatlar, sosyopatlar yattığı. Eğer bilgeler haklıysa, korku-zulüm-nefret-daha çok nefret-daha çok korku-daha çok zulüm sarmalını kırmak için elverişli bir ortam, istisnai bir şans var demektir. Karnımızın doyması – bir ihtimal – gözümüzün doymasına imkan sağlayabilecekse, azalan şiddetin sağladığı imkanla korkuları azaltacak, geçmişin yaralarını sağaltacak bir fırsat penceresi oluşturabilir. Kolay değil ama bir ihtimal var. Tam da burada Türkiye irfanının yapabileceği katkılar var ama bizde o yürek var mı zaman gösterecek. 

Dördüncü iyimserlik nedenim bir önceki tezin sonuyla ilgili. Dünya, insanlık, birbirinin irfanından feyz almaya hiç ama hiç olmadığı kadar yakın. İrfan olgusunu alalım: Çok yakın zamana kadar ne bu sözü ya da olguyu başkalarına anlatabilirdik, ne de başka coğrafyalarda irfan benzeri farkındalıklardan haberdar olabiliyorduk. Herkes kendini Anglosakson modernitesi ile karşılaştırıp biraz eğreti hissedip kabuğuna çekilirdi. Halbuki 2023 dünyasında bizim irfan dediğimiz şeyin Almanca’daki bildung ile çok benzer olmanın ötesinde doğu Asya’da Ren, güney Asya’da Dharma, Afrika’da Ubuntu denen farkındalıklarla şaşırtıcı komşuluk, akrabalık, hısımlık içinde olduğunu bulmamız, bilmemiz mümkün. Bu tür keşiflerin, imkanların açtığı ufuklardan ziyadesiyle heyecanlananın sadece ben olmadığımı umuyorum. Bu farkındalıklar, imkanlar son iki başlıkta tarif etmeye çalıştığım ufuklara ulaşmanın dilini mayalamak için hem faydalı, hem de gerekli. Mesele, bir kez daha, bizde gereken yüreğin olup olmadığı. 

Beşinci ve son iyimserlik nedenim, istisnasız hepimizin ismini bilmediğimiz sıradan ama iyi insanların erdemi sayesinde burada olduğumuz gerçeği. Dünya sahiden de sıradan iyi insanların yüzü suyu hürmetine dönüyor, güneş o yüzden her sabah doğuyor, küçük çocuklar onlar sayesinde gülüyor, büyüyor. Hayatta olmamızı, iyi olmamızı onlara ve birbirimize borçluyuz. Çoğunun ismini bilmediğimiz iyi insanlara şükran borçluyuz ama bu borç bir yük değil, bir hediye. Ben onlara borçlu olmaktan memnunum, borcumu geleceğe doğru ödemeye de hazırım. 

Buraya kadar iyimser olmak için olası nedenlere değindik ama iyimserlik sadece serinkanlı bir değerlendirmeden sonra nesnel olarak vardığımız bir sonuç değil; iyimserlik aynı zamanda bir tercih. İlk Matrix filmini hatırlayanlar olacaktır; o filmin kritik bir sahnesinde varoluşun tatsız gerçeklerini öğrenen Neo’ya bir tercih verilir: ya kırmızı hapı al ve bundan sonraki hayatını bu acı gerçeklerin huzursuzluğu ile yaşa ya da mavi hapı al ve hakikati bilmediğin bir tür yalan mutluluğa geri dön. Siz böyle bir seçim ile karşılaşsanız ne yapardınız bilmiyorum ama Neo kırmızı hapı seçer. O zamandan beri birçok arkadaş sohbetinde kırmızı hapın yanlış tercih olduğu, mavi hapın temsil ettiği şuursuz memnuniyete övgüler düzülse de galiba büyük çoğunluk anlamlı bir farkındalık ve ona içkin imkanlara sırtını tamamen dönecek sinmişliği, yenilgiyi kendine yediremiyor. Benzer bir iddiayı yeni iş kurma istatistiklerinde görüyoruz: Yeni kurulan işlerin büyük çoğunluğu (bazen %90’a varan oranlarda) belli bir süre içinde (1-5 yıl) batıyor ama insanlar hala yeni işler kuruyorlar. Belki daha berrak bir örneği Pep Guardiola’da görüyoruz. Efsane İspanyol teknik direktör Amerika’nın en öncü mühendislik fakültelerini içeren MIT’e gittiğinde okuldaki İspanyol öğrenciler ona sadece robotlardan oluşan bir takıma teknik direktörlük yapmak isteyip istemeyeceğini sorarlar. Guardiola soruyu önemser, düşünmek için bir gün ister ve ertesi gün bunun kendisi için cazip bir teklif olmadığını söyler. Mesele karmaşık, açık uçlu insanlarla iyi iş çıkarmaktır, robotlarla yapılacak iş ise bambaşka bir niteliğe sahiptir. 

Guardiola’nın tercihi, tercihinin mantığı belki size Turing Testi’ni hatırlatmıştır. Bundan 75 yıl önce tarif edilen eşik hâlâ yapay zekanın en esaslı sınavı: Yapay zeka temelli bir özne ile beş dakika muhabbet edip, onun insan değil makine olduğunu fark etmemek mümkün mü? Başka bir deyişle yapay zeka, yani bir makine en insana dair faaliyet olan muhabbeti yeterince iyi taklit edebilir mi? Peki, muhabbeti bu kadar zor, bu kadar insana özgü yapan nedir? Muhabbet, çok katmanlı, çok gidiş gelişli bir etkileşim. Kelimenin İngilizce karşılığı olan conversation beraber değişme kökünden geliyor. Aynı yöne değişme, yakınsama, benzeme değil mesele… birbirine sızabilme, değebilme. 

Belki de tam bu yüzden mavi hapı almıyoruz: Birbirimizden ve dolayısıyla kendimizden vazgeçmek istemiyoruz. Her şeye, her şeye rağmen, sesimize sahip olmak istiyoruz. Çünkü insanız. 

Mektup adresi:
Ali Hakan Altınay
Silivri Ceza İnfaz Kurumları Kampüsü
Semizkumlar Mah. Çanta Cad. No: 162
Silivri Kapalı Cezaevi (9 no’lu Cezaevi), Koğuş: A47
İstanbul

e-mail: haltinay@globalcivics.net

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.