Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Öner Günçavdı yazdı: Alaturka başkanlık sistemi ve pahalıya mâl olan finansmanı

Türkiye Ekonomisi dersi verdiği yıllarda, çok değerli hocam, rahmetli Zeyyat Hatiboğlu ekonomideki önemli sorunlardan birinin, siyasi önceliklerin her zaman ekonomik sorunlardan daha öncelikli görülmesi olduğunu söylerdi. Öncelik her zaman iktidarın korunması olunca, ekonomik kararların rasyonellikten uzaklaşması kaçınılmaz oluyordu. Hocamız, 1980 öncesi Türkiye ekonomisinin kapalı olması, siyasi olarak daha kontrol edilebilir bir ekonomi yönetimi oluşturmak için özellikle tercih edildiğinden bahsederdi. Bu yıllardaki piyasa karşıtlığının bir sebebinin de siyasilerin ekonomideki kaynak dağıtımı üzerindeki kontrollerini kaybetme korkusu olduğunu anlatırdı.

Rasyonellik ekonomik kararlarda her zaman dikkate alınması gereken bir kriterken, bugün olduğu gibi o günlerde de sadece ekonomi zora düştüğü zaman hatırlanacak bir şey haline gelirdi. Ekonomik kısıtların bağlayıcı olmadığı zamanlarda ise, ekonomiye yapılan müdahaleler iktisadi rasyonellikten uzaklaşarak, daha çok iktidarın korunması için yapılan basit ama maliyetli siyasi hamlelere dönüşürdü.

Elbette piyasa karşıtlığının veya kamuculuk savunusunun başka makul sebepleri olabilir ve bunlar kamuoyunda geçmişte olduğu gibi tartışılabilir. Ama Türk siyasetinin 1970’lerdeki durumunu bilenler açısından hocamızın bu iddiasına karşı çıkacak çok kimsenin de olmayacağını düşünüyorum.

Ülkemizde 1980’lerden başlayarak, yıllarca Türkiye ekonomisini dünya ile bütünleştirecek, piyasa mekanizmasının kurumlarının inşasına yarayacak birçok yapısal reform yapıldı. Bu yönde yapılan reform süreçleri ağır aksak devam ederken, süreci yavaşlatıp, tamamlanmasını engelleyen ve böylece siyasetin ekonomi üzerindeki hakimiyetini sürdürmeyi amaçlayan birçok müdahalenin yapılması hiçbir zaman eksik olmamıştır. Bazen piyasa mekanizmasının işleyiş mantığına aykırı, bazı siyasi amaçlı uygulamaların yol açtığı krizler de Türk toplumuna birçok maliyet yüklemiştir. Büyük kitleler belli kesimlerin iktidardaki ikballeri için kendi refahlarından vazgeçmek zorunda kalmışlardır.

Neticede her şeye rağmen Türkiye, tüm dünyanın da kabul ettiği “gelişmekte olan piyasa ekonomilerinden” (emerging market) biri oldu. Bu statüye yükselmesinin en önemli kriteri ise gelişmiş piyasalarda olduğu gibi birçok piyasaya ve bu piyasaları düzenleyecek kurumlara sahip olmasıdır. Bu bir bakıma kaçınılmaz bir durumdur. Zira ülke ekonomisinin gelişmesi ve artan nüfusun refah taleplerine siyasilerin cevap verebilmesi bu refahı üretebilecek en rasyonel ekonomik yapının ülkede inşa edilmesini zorunlu kılmaktadır. Bugün için piyasa kurumu Türkiye gibi belli gelişmişlik seviyesinde olan ve ihtiyaçları çeşitlenmiş bir ekonomide gereksinim duyulacak refahı üretecek yegâne mekanizma olarak karşımızdadır. Bu refahın ve bu gelişkin ihtiyaçların müdahaleci bir yapı ile karşılanabilme olanağı ize, bugünkü uluslararası sistemin kuralları içinde çok mümkün görülmemektedir. Diğer bir deyişle “formula 1” yarışlarına, “kuş tipi” yerli üretim bir araba ile katılmanın imkanı kalmamıştır.

Kendi sistem mantığı içinde tutarlı bir gelişme düzeyine işaret eden bu durum, ekonomik kaynakların dağılımında kamunun piyasaya yapacağı müdahaleleri belli kurallara tabi kılmayı ve bu şekilde piyasanın siyasi emeller için kullanımına sınırlama getirmeyi amaçlamaktadır. Bu yüzden, piyasaların çok daha işlevsel olmasını sağlayacak, ekonomide kaynak kullanımında verim arttıracak kurumların oluşturulmasına öncelik verilmiştir.

Ülkemizin 2001 yılında yaşadığı büyük ekonomik kriz sonrasında, siyasetin ve siyasetçilerin çaresizliğini fırsat bilerek, ekonominin siyasettin akılcı olmayan müdahalelerinden koruyacak kurumsal yapılarla donatılmıştır.

Reform ve piyasalaşma süreci 2008 yılına kadar devam etti. Bu tarihten sonra aşamalı olarak reformlardan geriye dönüşler başladı. Hatta yaşanan ekonomik sorunların sorumlusu olarak piyasanın kendisi görülmeye başlandı. Her zaman olduğu gibi siyaset fırsatçı davranarak, onca yıllık emeği bir çırpıda kenara atabildi.

Türkiye “başkanlık sistemine” geçtikten sonra bu durum daha da belirgin bir hal almaya başladı. Başkanlık sistemi her alanda olduğu gibi, ekonomik alanda da kendisine rakip hiç bir gücün veya mekanizmanın varlığına izin vermedi. Elbette buna ekonomik kaynakların dağılımını düzenleyen piyasa mekanizması da dahildi. Onları kendi siyasi iktidarı için tehlike olarak görüp, kontrol edilmesi gereken riskler olarak algıladı.

Ülkedeki her alanda olduğu gibi, “Başkan” ekonomik kaynakların dağılımında da doğrudan söz sahibi olabilecek bir pozisyona geldi. Ekonomik kaynakları piyasanın yönlendirici rolünü, seçilen Başkan kendi kişisel iradesi ile ikame etmeye başladı. Burada da kriteri ekonomik rasyonellikten ziyade siyasi çıkarlar oldu.

Ortaya çıkan durum sevgili hocamız Zeyyat Hatiboğlu’nun hayal gücünün de ötesinde bir durumdu aslında. Onun eleştirilerinin maksadı, bir bakıma piyasa mekanizmasının güçlendirilmesi yönünde gösterilen çabalara akademik olarak destek çıkmaktı. Ülkenin bugünlere göre daha kapalı olduğu bir dönem ait kurumların geliştirilmesi ve ekonomik kararlarda siyasetin etkinliğinin azaltılmasını amaçlamaktaydı.

Ancak bugünkü durum, bunun tam tersi bir ekonomik yapıdır. Gelişmiş bir ekonominin, gelişkin kurumlarının yerine geçmeye çalışan siyasi bir iradeyle karşı karşıyayız. Bu şekliyle ülke ekonomisini neredeyse 50 yıl geriye götürülmüştür.

Aslında siyasetçilerimizin bu çabası neredeyse sonuç verecekti ki, dünya ekonomisinde değişen koşullar bu gayretin önünü tıkadı. Piyasa mekanizmasının işleyişine müdahale ederek, kaynakları kendi sahip oldukları bilgi birikiminin sınırları içinde yaptıkları kişisel müdahaleler ile yönlendirebileceğini sanan siyasiler, sonunda ekonomiyi büyük bir çıkmazın içine soktular.

Bugüne kadar yaşadıklarımızdan bir ders çıkartılmış mıdır bilmek çok zor. Ama bu noktada siyasilerin yol açtığı bu sorunların müsebbibi olarak sadece siyasetçiyi ve siyaset kurumunu sorumlu tutmak da doğru olmaz.

Zira onca yıl piyasa müessesesini oluşturmanın, siyasetten bağımsız kurumlar inşa etmenin amacı piyasa katılımcılarının, yani aktörlerin daha iyi, kaynaklara erişimlerine olanak sağlamaktı. Diğer bir deyişle piyasayı güçlendirmeye yönelik olarak yapılan tüm uygulamalar, bir yanı ile talep edici olan hanehalklarının refahını arttırmayı amaçlarken, arz tarafından da müteşebbisleri, üreticilerin menfaatlerine hizmet etmekteydi. Doğal olarak piyasa kurumunun da kendi çıkarlarına hizmet eden bu kesimler tarafından savunulmasını beklemek gerekmekteydi. Ama öyle olmadı. Ne zaman ki piyasa sermayenin bir kesiminin aleyhine sonuçlar üretmeye başladı, o zaman piyasaya karşı olan ve ona karşı kamu otoritesinin doğrudan müdahalelerini gerekli gören bir düşünce yükselmeye başladı.

İnşa edebilmek için onca maliyete katlandığımız piyasa mekanizması modern Türkiye’nin en önemli kurumlarımızdan biri olarak sahipsiz kaldı. Onu savunmasını beklediğimiz “özel teşebbüs” kendi özgürlük alanını bir çırpıda terk ederek, tek bir siyasetçinin iradesine gönüllü olarak bağlandı ve ikbalini siyasi gücün yanında yer almakta gördü. Bunda da bir beis görmedi.

Tek bir adamın peşine takılan özel sektör, o adamın tercihlerini yönlendirerek ülkedeki kaynak kullanım tercihlerinde piyasaya göre daha fazla kontrol kabiliyetine erişebileceğini düşündü. Yani bu şekilde ülkemizdeki hür teşebbüsün bir kısmı rakipleriyle kural dışı mücadele etmekte bir sakınca görmedi. Böylece sermayenin uzun dönem çıkarları için inşa edilmiş bir kurumun zarar görmesine göz yumdular.

Dahası ekonomideki bu yeni kamu otoritesine destek çıkarak elde ettikleri sermaye birikimini koruyabileceklerini düşündüler. Bırakın bunları sermaye birikimlerini, aynı zamanda bir müteşebbis olarak kendi varlıklarını da tek bir adamın insafına bıraktılar.

Şimdi sorulması gereken önemli soru şu!

Bu sistemin bu şekilde devam etmesi mümkün mü?

Elbette değil.

Çünkü tek adam sisteminin her geçen gün ülkeye maliyeti artmaktadır.

Bugüne kadar dışarıdan gelen kaynaklarla rejimin finansmanı için katlanılan bu maliyetlerin ülke içinde hissedilmesinin önüne geçilebiliyordu. Bu yüzden siyasi sistem değişikliğinin insanların hayatında bir fark yaratmadığı yönünde algı kolayca beslenebiliyordu. Ama çok kısa zamanda durumun hiç de böyle olmadığı görülmeye başladı. Dışarıdan kaynak akımı durunca, bu tek adam rejimde ısrar etmenindoğurduğu maliyetleri finanse etmek de vatandaşa düştü.

Maalesef çok yakın bir gelecekte artık ülke içinde bu maliyetleri kimin finanse etmesi gerektiği tartışılmaya başlanacaktır.

Oysa vatandaşın son seçimlerde bu maliyetleri ret etmek için bir fırsatı vardı. Ama bu fırsatı kullanmayı tercih etmedi.

Vatandaşın bugün çektiği ekonomik sıkıntıların kaynağının bizzat bu tek adam rejiminin finansmanında karşılaşılan güçlükler olduğu görülüyor. Bugüne kadar Türkiye gibi kaynak fakiri olan bir ülke için böyle bir siyasi sistemin çok maliyetli olacağı vatandaşa söylenmedi. Artık bunu zamanı geldi. Bu tür bir rejimin içselleştirilmesinin ve onaylanması doğru değildir. Türkiye’nin sahip olduğu ekonomik büyüklüğe sahip bir ülkede sahip olduğumuz ihtiyaçların çeşitliliği ve refah talepleri dikkate alındığında, başkanlık sistemi ile tüm ülkenin menfaatlerini gözeterek sağlanabilmesi mümkün değildir.

Alaturka başkanlık sisteminin Türkiye gibi bir ülkeye maliyeti kendi ekonomisinin karşılayabileceğinden fazladır. O yüzden vatandaşın “Ahmetlerden” ve “Mehmetlerden” medet ummaması ve bunun sonucunda en uygun “faiz” ve “kur” politikasını çare olarak görmemesi gerekir.

Çare başkanlık sisteminin tasfiyesidir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.