Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Edip Yüksel: Kaldığımız yerden devam

Ruşen Çakır ile Edip Yüksel, İslam dininin içinde bulunduğu krizi tartışmaya kaldıkları yerden devam ettiler.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Edip Yüksel’le kaldığımız yerden devam ediyoruz. Edip, izleyicilerimiz geçen haftaki yayınımızı kısa bulmuş, devâmını yapmamızı isteyenler çok oldu. Biz de bu talepleri göz önüne alarak, hemen ardından, bir hafta sonra seninle bu yayını yapıyoruz. İlginç bir şekilde, geçen haftaki yayın 38 dakika sürmüş. Senin o meşhur “19 mûcizesi”ne göre, tam iki katı. İzleyiciler yayının süresini kısa bulmuşlardı. Bu sefer 19’un üç katında mutâbık kalalım ve 57 dakikalık bir yayın yapalım diyorum.

Edip Yüksel. Ah sizi gidi sizi. 

Ruşen Çakır: Ama senden bir ricâm olacak: Seninle konuşacak çok şey var; bir konuyu belli bir sürede toparlayıp özetlemeye çalışırsan, farklı konularda birçok şeyi konuşabiliriz. 

Edip Yüksel: Eyvallah. Bugün 15 Eylül 2023. Bu arada şunu unuttum: Ben de seninle söyleşi yapmak istiyorum Ruşen. Ben sana sorular soracağım, sen cevap vereceksin. Çünkü bu kadar yıldır gazetecilik yapıyorsun. Sürekli okuyan, çok zeki birisin. Seninle röportajlar yapılması lâzım. Sen sürekli mütevâzı davranıyorsun, gerçekten haksızlık oluyor sana. Kendi kanalım için seninle söyleşi yapacağım. Var mısın?

Ruşen Çakır: Tamam, anlaştık. Ama izleyicilere şunu hatırlatalım: Biz bu yayını saat farkı nedeniyle 15 Eylül’de kaydediyoruz, 16 Eylül’de yayınlayacağız. Sen 15’i dedin, ama bunu söylemiş olalım.

Edip Yüksel: Neden sâdece o değil. Ruşen beni gevşek havan topu sanıyor. “Edip, sen şimdi bir şeyler söylersin, başımı belâya sokarsın” diye düşünüyor. Bana bir güven. 

Ruşen Çakır: Hayır, ondan değil, şöyle bir şey var Edip: Seninle tanışmamız tam 41 yıl olmuş. Sene 1982.

Edip Yüksel: Evet, öyle.

Ruşen Çakır: 41 kere maşallah diyelim. 

Edip Yüksel: Seninle cezâevinde, koğuşta tanıştık. İkimiz de tekrar üniversite sınavlarına giriyorduk.

Ruşen Çakır: Evet. O sırada sen ve âilen… Zâten ağabeyin Metin’i de… Ağabeyindi Metin, değil mi?

Edip Yüksel: Hayır. Metin 2 yaş küçüğümdü. 

Ruşen Çakır: Tamam, Metin kardeşindi. Metin’i de Fatih Camii’nde öldürmüşlerdi. Sen de o tarihte bayağı sıkı bir İslâmcıydın.

Edip Yüksel: Evet.

Ruşen Çakır: “Neden İslâmcıydın?” diye sorayım. O zamanın İslamcılığıyla, bugünün Türkiye’sini mukayese eder misin? Ama dediğim gibi, toparlayarak anlat, çünkü daha konuşacak çok şey var.

Edip Yüksel: Tamam, sen istediğin zaman kesebilirsin. 41 yıllık arkadaşsak, bana bağırabilirsin, sövebilirsin, hiç aldırmam. Başlamadan önce Halil Konakçı adındaki adam için bir şeyler söyleyecektim. Burada mı söyleyeyim, başka zaman mı söyleyeyim?

Ruşen Çakır: Sonra söylersin. Sen önce 41 yıl öncenin kıyaslamasını yaparak başla. 

Edip Yüksel: Peki, tamam. Ben niye İslâmcıydım, niye Müslüman’dım, ya da niye Kur’an’a inanıyordum? Aslında doğduğum yerin rengine bürünmüştüm; bir tür bukalemundum. Buna, usûlüyle, nezâketiyle, “mukallit” (taklitçi) deniyor. Ben mukallit olarak doğdum. Anamın, babamın, çevremin dinini taklit ettim. Sorguladığımı zannediyordum, ama sorgulamıyordum. Çünkü çevrenin, çerçevenin sınırları içinde bâzı sorular soruyordum. O zaman da çok sorgulayıcıydım; ama hiçbir vakit çevrenin, dinin kendisini sorgulamadım; dinin içinde bâzı ufak tefek sorgulamalar yapıyordum. Zâten dikkat ederseniz dünyada din olayı öyledir. Meselâ Hindular’ın yoğun olduğu ülkelerde doğan çocukların %99’u Hindu olur. Sünnîler’in çok olduğu bölgelerde Sünnî olur. Hatta Sünnîliğin birkaç mezhebi vardır. Bir dindir; ama ona “din” demiyorlar, mezhep diyorlar. İyi de mezhebin mezhebi olur mu? Çünkü Sünnîliğin dört tâne mezhebi var. Neyse. Eğer Hanefî bölgesinde doğmuşsa, Hanefî mezhebinden oluyor; Şiî yoğunluklu bir ülkede doğarsa, Şiî oluyor; Katolikler’in yoğun olduğu bir ülkede doğuyorsa, Katolik oluyor. Ondan sonra da, “Ben îman ediyorum” diye havalara giriyor. Neye îman etmişsin? Anana, babana, kelle sayılarına îman etmişsin. En yakındaki papaza, hahama veya imama. Ne demişse, Allah hakkında hangi yalanı uydurmuşsa o yalana îman etmişsin. 

İşte ben de öyleydim ve hattâ Kur’an’a îman ettiğimi iddia ediyordum. Fakat 1 Temmuz 1986’da, Samsun2da, “19 şehrinde” askerliğimi yaptım. Orada Dr. Reşad Halife’yle ilk kez irtibâta geçtim. Halbuki onun çalışmasını 1980 yılında Dünya İslâm Gençlik Konferansı’nda Ahmed Deedat’ın seminerlerinden öğrenmiştim. Onları hapishânede inceleme, arkadaşlarıma saydırma ve test etme fırsatı bulmuştum. Doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra kendi çalışmalarımla birlikte yayınladım. Ama Dr. Reşad Halife zındık olmuş, sınırı aşmış. Ben bilmiyordum, babam gibi bir adamla karşılaşacağımı zannediyordum. Bir baktım ki bu adam zındık, bu adam mürted. Acayip kızdım. Sonra ben ona üç beş tâne hadis gönderiyorum, o da bana bir tâne âyet gönderiyor. Tabiî o zaman internet yoktu, mektupla yazışıyorduk. Alay komutanının postası Adnan Yenidoğan da benim postam oldu. Sakıncalı piyadeyim, ama buluşlarım sâyesinde oranın en prestijli adamı oldum.

Reşad Halife bana bir âyet gönderiyor. O bir âyet, Musa’nın Âsâsı gibi, hadisleri yutuyor. Tabiî zekiyim. Âyetin içinde bir kelimenin altını çiziyor veya bir iki âyet arasındaki ilişkiyi gönderiyor. Ben tekrar hadisler gönderiyorum, o bana bir iki tâne âyetle cevap veriyor. Hattâ adam çok pratik. Benim mektubumu ofisindeki fotokopi makinasında küçültüyor, marjını artırıyor, kâğıdın marjına, mektubumun etrafına oklar koyarak, âyetler yazarak, mektubumla birlikte cevap veriyor. Onları görünce, “Yahu ne saçma sapan şeyler yazmışım, âyetle çelişiyor” diyorum. Ben Kur’an’a inandığımı iddia ediyorum, halbuki âyetlerle kavga ediyorum. Âyetlere karşı İbn Ferah’ın palavralarını, hadislerini çıkarıyorum. Tabiî beni acayip şok etti her bir mektuplaşma. Reşad Halife, “Edip, sen Kur’an Hadis ve İslâm kitabıma hiç baktın mı? İşini daha kolaylaştırır, tartışmalar var orada” deyip bana kitabı gönderdi. Dünyanın en çirkin kapaklı kitabı. Hattc kütüphanemde duruyor, göstereyim. Bak, bu kadar kötü bir kapak görülmemiştir. Fakat kitap muhteşem. Bak ne kadar büyük harflerle yazmış. Âyetleri nasıl gösteriyor, görüyor musun? Zâten kitap çok kısa. Ben bir oturuşta yuttum bu kitabı.

1 Temmuz 1986 gecesi. Askerim, ama mescitte, ofiste filan kalıyorum. Alayda bütün subaylar beni sayıyor; halbuki daha önce konuşmaktan korkuyorlardı. O gece benim Kadir gecem. O gece Kur’an bana nâzil oldu. 29 yaşına gelmişim. “Kur’an” diyorum, onun için hapislere giriyorum, hayâtımı riske sokuyorum. 

Bu arada 1980’de gizlice İran’a gidiyorum. İran Devrimi’ni yapan Pasdaran (Devrim Muhafızları) lideriyle görüştüm. Eski cezâevini karargâh yapmışlar. Orada, biri İrşad Bakanı olan iki bakanla görüştüm. Beni Humeyni’ye götürmek istediler. Hayâtımı öylesine riske koymuşum. Türkiye’ye İran Devrimi’ni ithal etme hayallerini kuruyorum; bunlarla uğraşıyorum, ama Kur’an’dan haberim yok. Kur’an’a inandığımı söylüyorum; ama Kur’an’la kavgalıyım. Kur’an’a îman etmemiş olduğumu fark ettim. O 1 Temmuz gecesi Kur’an bana nâzil oldu. Birdenbire apaçık bir kitap hâline dönüştü. Daha önce karışıktı benim için. Çünkü Kur’an’ı anlamak için ciltler dolusu ne idüğü belirsiz hadis kitaplarına muhtaç olduğumu zannediyordum. Hadis kitaplarının sayısı bile belli değil. Altı hadis kitabı deniyor, ama sonra sekiz dokuza çıkartılıyor.

Ruşen Çakır: Edip, sözünü keseceğim ama, Reşad Halife, senin bildiğin İslâm’dan farklı olarak sana neyi gösterdi? Hani “Şu âyeti gönderdi, bu âyetle cevap verdi” diyorsun ya; perspektif olarak sana neyi gösterdi? 

Edip Yüksel: Bir kere, “19” sistemi ikimizi de rasyonel düşünmeye sevk etti. Sen de iyi dinle. Çünkü ateistsen sende de yanlış bir düşünce var. Kâinatı yaratan Tanrı ise, kâinatı matematik diliyle yaratmıştır. Zâten Galileo, “Kâinatın, evrenin dili matematiktir” diyor. Kur’an’ın yaratıcısı Tanrı’nın da matematikçi olması lâzım; kâinatın en büyük matematikçisi. Ama tabiî ki din adamları, edebiyatçılar sözelci olduğu için, “Allah büyük bir edebiyatçıdır, matematik hâşâ. Kur’an’da matematik mi olur? Biz anlamazsak Allah da bilmez” diye bir projeksiyon yapıyorlar Allah üzerine. Ama matematiksel düşünme, rasyonel, mantıksal düşünme din konusuna geldiğinde, hadisler korkunç felâketler oluşturuyor mantıklı düşünmeyle. Onun için, birincisi, “19 sistemi” ile zihinsel olarak rasyonel düşünmeye yöneltildi. İkincisi, “19 sistemi”, Kur’an’a olan îman, güven, bizzat Kur’an’ın kendisinden oldu. Çünkü “İbn Filan şöyle diyor, Ebu Falan böyle diyor, şu kadar büyükler âlimler, evliyalar bize getirdi” diye inanmadım. Onlara bütün güvenini kaybetsen bile, Kur’an bir elmas gibi, kendi kendinin elmas olduğuna, fiziksel ve kimyasal yapısıyla değerli bir şey olduğuna tanık oluyor. Onun için bana bir hırsız, bir sahtekâr bile getirse Kur’an’ı, Kur’an’ın kendisi matematiksel yapısıyla olağanüstü bir sisteme sâhip. 

Ruşen Çakır: Ben yine araya girip biraz hızlandıralım diye soracağım. Ben gazeteciliğe yeni başlamıştım. Senin yazdığın kitabın adı “Kur’an En Büyük Mûcize” miydi?

Edip Yüksel: Hemen göstereyim. 

Ruşen Çakır: Evet, bu kitap. Kur’an En Büyük Mûcize. Doğru hatırlıyorum adını.Kitabın arka kapağında da senin o zaman sakallı hâlin var. Ahmed Deedat’la birlikte yazmıştın. 

Edip Yüksel: Evet. Yarısı Ahmed Deedat’ın kitabının çevirisi, diğer yarısı da benim çeşitli bilimsel âyetlerle ilgili yaptığım yorumlar.

Ruşen Çakır: O kitap çıktığında peynir ekmek gibi sattı değil mi? 

Edip Yüksel: Sadece 16 baskı değil, çok daha fazla baskı yaptı. Bir de korsan baskıları çıktı. Çok fazla satılıyordu. Bir numaraydı zâten.

Ruşen Çakır: Biz yıllar sonra kitap vesîlesiyle tanıştık. Şimdi ekranda gösterdiğin İlginç Sorular daha sonraki kitap. Sen bu kitaplarla bir ara Türkiye’de İslâmî kesim arasında çok popüler bir isim oldun. Röportajlar verdin, Nokta dergisinde konuştuk, başkaları konuştu filan. Ama sonra bir şey oldu ve sen birden lânetlendin. 

Edip Yüksel: Evet. Reşad Halife ile o tartışma sonrasında. Dediğim gibi, bana kitapçığını göndermişti. Bir bak şuna, dünyanın en kötü kapağı değil mi? Şu fontlara bak. Ama dünyanın en etkili kitabı. Benim hayâtımı değiştirdi ve benim yolumla da, Türkiye’de olsun, dünyanın birçok ülkesinde olsun, binlerce insanın dinî anlayışını, felsefesini değiştirdi bu mesaj. Neydi o mesaj? Bana etkisi şu oldu: “19 sistemi” rasyonel düşünmemi sağladı. Kur’an’ın Allah kelâmı olduğunu bizzat Kur’an’ın kendisinden öğrendim. Bu böyle dâiresel bir argüman değil. Çünkü bir altının altın olduğuna, elmasın elmas olduğuna bizzat kendisi tanık oluyor. İbn Filan’ın, Ebu Falan’ın söylediklerine güvenmeye gerek yok. Bir de, Kur’an’a saygı göstermemi gerektirdi. Allah’ın kelâmı olduğunu biliyorum, ama falan filandan işittiğim için değil. 

Ben hadisçiyken, hadislerden dolayı Kur’an’a güvendiğim için, hadisleri inkâr edemiyordum. Saçma sapan, çelişki dolu, Peygamber’e, Allah’a iftirâlar, hurâfeler dolu hadis kitaplarını Kur’an’la uyuşturmaya çalışıyordum. Çünkü onları inkâr etsem, İbn Filan’a, Ebu Falan’a olan güvenim sarsılsa –Kuran’ı da bana onlar getirdi–, o zaman “Kur’an’a niye inanayım?” derdim. Kur’an’ın korunduğuna dair inancımı pekiştirdi. Harfi harfine Kur’an’ın korunduğunu gördüm. Benim için kolay oldu. Reşad’ın argümanı, Kur’an’ın âyetleriydi: “Kur’an yeterlidir. Kelimeleri doğruluk ve adâlet bakımından tastamamdır. Bir bilen ve her şeyi bilen, her şeyden haberdar olan Allah tarafından detaylandırılmıştır. Muhammed’in biricik görevi tebliğdir” diyor ve 6. sûrenin 19. âyeti, bizzat Muhammed’in ağzından, “Size ve sizden sonrakilere tebliğ için bana bu Kur’an nâzil oldu” dedirtiyor. “Kur’an detaylıdır, öğretmeni Allah’tır. Elçiye uymamız şarttır. Elçinin biricik görevi, Kur’an’ı tebliğdir.” Neyse. Bütün bunlar defalarca tekrarladığım şeyler ve öylece reddettim. 

Elbette bu benim için aynı zamanda çok tehlikeli bir şeydi.  Nitekim İlginç Sorular kitabımın ikinci cildinin arkasına da şunu yazdım: “Belli yargıları, dogmatik şeyleri eleştirmek, değiştirmek, atomu parçalamaktan daha zordur. Bunları yazdığım için, kendi dinime eleştiri getireceğim için aforoz edileceğimi biliyorum. Hattâ hayâtımı tehlikeye sokacağım.  Türkiye’nin çok satan yazarı olmak, ama bir münâfık olarak yaşamaktansa, hayâtımı tehlikeye sokma pahasına da olsa gerçeği söyleyeceğim.” Ve nitekim başıma geldi.   

O zamanki Türkiye’de tartışılan konulara geleyim. Eğer yemek yemiyorsan bir ekrana doğru gelebilir misin Ruşen? Tamam, şimdi görüyorum seni. O dönemde Türkiye’de tartışılan konuları biliyorsun. Hatta Âyet ve Slogan diye harika bir kitap yazmıştın. O günkü dinî cemaatleri ve tarîkatları müthiş bir şekilde incelemiştin. Sen farklı görüşten de olsan alabildiğine objektif yaklaşabiliyorsun. Bu, sende her zaman takdir ettiğim bir özelliğindir. Çoğu dindar insan o objektifliği gösteremiyor. Senin bu kitabını tekrar tekrar okumalarını isterim, her zaman okunabilecek muhteşem bir kitap. Çünkü bugün de benzeri şeyler yaşanıyor. Meselâ o dönemde, Diyânet İşleri ve diğer cemaatlerin hiçbiri, Buhârî’nin hadislerinin yalan olduğunu kabul edemezdi. “Buhârî uydurma değil, hâşâ. O Peygamber’den de üstün. O her şeyi biliyor. Mükemmeldir. Buhârî’de bir tek yalan hadis olamaz” derlerdi. Ama şimdi, “Evet, biliyoruz, Buhârî’nin hadislerinde bir sürü yalan var, seçeriz aradan” diyorlar. İnanılır gibi değil. Sanki kokuşmuş etler, çürümüş sebzelerle dolu bir çöplük var. “Ama gidip aralarından kokuşmamış et, sebze parçaları bulabiliriz” diye etrâfında sinek gibi dolanıyorlar. 

Ama artık bugün hepsi kabul ediyor. Hattâ Diyânet İşleri Buhârî’yi Tecrîd-î Sarîh diye yayınlıyor. Bütün Buhârî’yi yayınlamıyor tabii; Buhârî’den bâzı seçmeler bunlar. Şimdi bu seçmeleri biraz daha seçtiler. Çünkü koku yayılmaya başladı, hele internet ve sosyal medya olunca. Şimdi onları gizlemeye çalışıyorlar, pek bahsetmiyorlar. O günkü konuşulan konulara bakıyoruz; o zamanlar başörtüsü önemli bir konuydu. Maalesef Türkiye’deki egemen olan despotların dayatmasıyla… Ben o zaman da karşı çıktım. Hattâ başörtüsünün Kur’an’da olmadığını söyleyen ilk İslâmcıydım o zaman. Tabiî ki bizimkiler küçük dillerini yuttular. Kur’an hakkında, hadis hakkında ne söylersen söyle, onları o kadar etkilemez. Ama başörtüsü onların kırmızı çizgisi. Zaten Sünnîliğin yarısı kadınların kılığıyla, bacağıyla ilgilidir. Diğer yarısı da temizlenme âdâbıdır; tuvalete nasıl girilir, nasıl çıkılır, nasıl sümkürülür, nasıl abdest alınır filan. İşte o dönemde ben başörtü yasağının yanlış olduğunu söyledim. Ve maalesef bugünkü tepkiyi, AKP’yi doğurdu; bir canavar doğurdu. 

O zaman başörtüsü konusu önemliydi, ama başka şeyler de tartışılıyordu. Meselâ Hüseyin Hilmi Işık’çıların konuştuğu iki şey vardı. “Diş dolgusu gusül abdestine mâni midir değil midir?” Herkes bunu tartışıyordu. Çünkü dinimize göre, suyun her tarafa bulaşması lâzım. Ağız yıkarken dişlere de dokunması lâzım. Eh şimdi diş dolgusu konunca, dolgunun kapattığı yer dişin içine dokunmuyor. “O zaman cünüp kalıyoruz; diş dolgusu olmaz” diyorlardı. Bir de, hoparlörle ezan okunmasına karşıydılar. Sebebi de ne biliyor musun? Hüseyin Hilmi Işık kimyacı, ama aslında zehirli gazlar mütehassısı. Din konusunda da zehirli fikirleri var diyorlardı. O adam İmam-Hatip’te öğretmenlik yaptı bir süre. Ben İstanbul’da İmam-Hatip’teyken, Tayyip Erdoğan da birkaç sınıf üstteydi. Hüseyin Hilmi Işık din öğretmeni olarak geldi okula. Bir baktım, bahçede çocuklar onun etrâfında. Güzel de konuşuyor. O zaman müritleri de var. Çocuklardan biri Hüseyin Hilmi Işık’a, “Hocam, bir namaz kılmayan, cehennemde kaç yıl yanacaktır?” diye sordu. Bu adam da sayısı sayısına küsurâtıyla cevap veriyordu.

Ruşen Çakır: Edip, detaylara boğma bizi. Sen Amerika’ya ne zaman gittin?

Edip Yüksel: İlk kez 1988’de geldim. O da ayrı bir olay. “Sen Amerikan düşmanısın” diye bana vize vermiyorlardı. Ben o günkü beceriksiz hâlimle, nereden aklıma geldiyse, Amerikan Kültür Ataşesi’ne telefon ettim. Geçmişe bakıyorum, o kadar aptal değilmişim. Telefon edip, “Bana vize vermediniz, görüşmek istiyorum” dedim. Randevu verdiler, adamla görüştüm. Adam baktı ki bu adam deli, ama değneği yok, zararlı değil; vizeyi verdiler. Uluslararası bir toplantıya katılmak için geliyordum Amerika’ya. 

Sonra 1989’da geldim buraya. Orada da eşimin yüzüğü kurtardı beni. Bir yüzük benim hayâtımı kurtardı. Yoksa Türkiye’de öldürülecektim. O târihlerde bir arkadaşımın Aksaray’daki evinde gizleniyordum. Duvarın bir bölümüne tahtadan bir duvar koydular; onun arkasında kalıyordum. Altı ay kadar orada gizli bölümde saklandım. Çünkü o zaman hâlâ Türkiye’de kitap yayımlayabileceğimi zannediyordum; onun mücâdelesini veriyordum. Yayıncılar zâten korkmuş, kitabevleri kitabımı satamıyor, çeteler kitabevlerini tehdit etmişler. Eskiden yayıncılar bir tek kitabımı yayınlamak için bana yalvarıyorlardı; birbirleriyle yarışıyorlardı. Şimdi hepsi korkuyordu. 

Benim 2 ciltlik İlginç Sorular kitaplarımı biliyorsun. Bu İlginç Sorular-1 benim çok popüler Sünnî olduğum bir vakit yayınlanmıştı. 

Ruşen Çakır: Hepsini okudum o kitapların Edip. 

Edip Yüksel: Kur’an En Büyük Mûcize kitabının arkasına anket yaptım. Kitabın arkasına anket koymak aklıma geldi. O dönemde kitapla anket yapan ilk kişiyim. “Adı-Soyadı, En çok tartıştığınız konular nelerdir?” gibi sorular koydum. 

Ruşen Çakır: Edip, kitabın arka kapağındaki fotoğraftaki arkadaş çok yakışıklı. 

Edip Yüksel: Ondan daha yakışıklı bir de şu arkadaş var.

Ruşen Çakır: O biraz arabesk türkücü gibi, ama diğeri solcu militan gibi duruyor.

Edip Yüksel: Öyle. Neyse, geleneksel–mezhepçi İslâm’a olan ilk eleştirilerimi İlginç Sorular-2 kitabımla yayımladım. Hafif bir eleştiri getirdim, ama bak kitabın arkasında yazdıklarım kehanet gibi çıktı. Kamera biraz yaklaşırsa, insanlar durdurup ne yazdığımı okuyabilir. 

Ruşen Çakır: Senin gizlendiğin zamanları ortak dostlarımız aracılığıyla biliyordum. Senin için bir tür fetva verilmişti.

Edip Yüksel: Evet. Norşin’den Arizona’ya kitabımın arkasına koydum bunları. O dönemdeki Zaman gazetesi, Türkiye gazetesi ve daha bir sürü gazete ve dergi, “Edip Yüksel mürted oldu” diye birinci sayfalarında büyük puntolarla manşet atıyorlardı. Benim zavallı babama mürted olduğumu söylesinler diye baskı yapıyorlardı. Ama babam o zaman da özellikle “mürted” kelimesini söylemedi. Çünkü Sünnîlik dininde kod, “Öldürün, kanı helâldir” demektir. Babam, “Oğlum kandırıldı, saptırıldı” dedi; ama özellikle o mürted kelimesini kullanmadı. Yine de, o söylemediği halde manşetlerde öyle yazdılar.

Sonradan, bana ve kitaplarıma yapılan eleştirilere cevap olarak, babamın ve birkaç kişinin eleştirisini Sakıncalı Piyade kitabıma aynen aldım. Bu kitabın ilk baskısı Cağaloğlu’ndaki matbaadan çalındı. 5000 kitabı çaldılar. Hattâ sen de o zaman bunu haber yapmıştın. Onlar benim makalelerimi, kitaplarımı eleştirirken, doğru dürüst alıntı bile yapmıyorlar; çarpıtıyorlar. Ama ben onların makalelerini virgülüne noktasına kadar aynen koydum ki millet okusun. Bahsettiğim o günkü manşetlerden de örnek göstereyim. Bunlardan çok var. 

Sonrasında Cağaloğlu’nun dışında başka bir matbaa buldum, oradan haberdar olmazlar diye. Bu arada o 5000 kitabı kimin çaldığını da öğrendim. Kitap Dergisi sâhibi Alican Kerimoğlu. Güya beni kurtarmak için yapmış. Aslında Alican iyi bir çocuk. Tanıyor musun kendisini?

Ruşen Çakır: Biliyorum.

Edip Yüksel: O almış kitapları. Yıllar sonra ben İstanbul’a geldim. Beni evine davet etti. “Edip, kitapların benim garajda duruyor” dedi. 5000 kitabı almış, koymuş garajına. Bu kitabı yayınladım, ama dağıtamadım.

Şimdi o günkü tartışma konularına dönelim. Nurcular, “Siyâset şeytan işi mi değil mi?” diye konuşurlardı. Ya da: “Risâleler Osmanlı harfleriyle mi yazılmalı, yoksa Latin harfleriyle mi?” diye tartışırlardı. Selâmetçiler “Kadın eliyle tokalaşılır mı?” konusunu bir hayli tartışıyorlardı. Çünkü “Kim kadın eliyle tokalaşırsa eline avucuna ateş konar” diye hadis var. Bu tür tartışmalar vardı. Diyanet, “Buhârî’de bir tek yamuk hadis yok” diyordu. Şerîatçılar, İran’cılar, “Türkiye’de Cuma namazı kılınır mı kılınmaz mı?” diye tartışıyorlardı.  

Ruşen Çakır: Biliyorum. Dârülharp-Dârülİslam tartışması. 

Edip Yüksel: Ama şimdi, “Hangi ihâleyi almak daha iyidir? Hangi makamdan kaç maaş almak lâzım?” diye tartışıyorlar.

Ruşen Çakır: Sana yönelik hakaretlerin, tehditlerin, saldırıların ciddiyetini insanlar yıllar sonra anlamayabilirler, ama durumu şöyle netleştirelim: Meselâ seni bu yola çeken Reşad Halife öldürüldü, değil mi?

Edip Yüksel: Evet. Reşad Halife öldürüldü. Türkiye’de beni öldürmek için birkaç teşebbüs yaptılar. Meselâ demin bahsettiğim Aksaray’daki gizli bölme yaptığımız eve iki üç kişi gelmiş. Beni orada saklayan kişi, beni aradıklarını söyledi. Demek ki tâkip etmişler. Evi aramışlar. Ben o gizli bölmedeydim; bulamadılar. Orada bulsalardı bana büyük zarar vereceklerdi. Değişik zamanlarda birkaç kere daha başıma geldi. Meselâ Ceviz Kabuğu programında, “Ankara’da Kocatepe Camii’nde fuar olacak, yarın oraya katılacağım” diye îlân ettim. “Bu iş senin için tehlikeli” diye uyardılar. Ertesi gün Kocatepe Camii’ne gittim. Avluda bekliyorlar. Beni tanıdılar. O arada arkadaşlar gelip, “Edip, sakın içeri, fuara girme. Sen girince fena halde dövecekler, belki de öldürecekler; duyduk bunu” diye uyardılar beni. Ben yine de girmek istedim. Ama baktım ki benim için gerçekten endîşeleniyorlar. Onlarla birlikte yakında bir kahveye gittik. Ama bir grup sakallı oraya doğru geliyor. Bir sorun çıkmasın diye oradan ayrıldık.

Ruşen Çakır: Seninle bu yayını yapmadan önce konuştuğumuzda, bana “Anayasa konuşalım” demiştin. Ben de gerek yok demiştim. Ama belli ki için gidiyor. 

Edip Yüksel: Onu başka bir programda konuşalım. Çünkü çok ciddî ve önemli önerilerim var. Hattâ iki gün önce, “Yeni Anayasa için oluşturulan komisyona ücret almadan katılmak isterim” diye sosyal medya hesabımda paylaştım. Çünkü ben hukukçuyum ve Anayasa üzerine birkaç tâne hukukî makale de yazdım. Amerika’nın eski Anayasa Başkanı ile tartışma yaptığı tek öğrenciydim. Bize Anayasa Mahkemesi dersi veriyordu. Amerika’nın üç numaralı adamıydı. Amerikan Devleti’nin üç önemli gücü var; onlardan birinin başkanıydı. Orada hukuk doktorası yapan 140 öğrenciyiz. Bir tek bendim onunla tartışma yapan; diğerleri Tanrı gibi tapıyorlardı ona, korkuyorlardı. Demem o ki, Anayasa üzerine bir çalışmam da var. Arkadaşım Salih al-Shaiban’ın Irak için hazırladığı anayasa taslağından yola çıkarak Barışyurdu Anayasası (Peacemaker Constitution) başlığıyla bir taslak hazırladım. Hattâ bu taslağı 2011 yılında Arizona Üniversitesi’nde Dr. David Schmitt başkanlığında düzenlenen iki haftalık bir sempozyumda, politik felsefe dalında önemli çalışmalar yapan bir gruba sundum. Arizona Üniversitesi o dönemde politik felsefe alanında dünyada bir numaraydı. Şimdi de hâlâ üst sıralardadır sanıyorum. Bu Barışyurdu Anayasası taslağını sunarken, onlara referans âyetleri göstermedim. Taslak çok hoşlarına gitti, birkaç olumlu eleştiri de aldım. Daha sonra Princeton Üniversitesi’nde düzenlenen “Anayasa ve İslâm” başlıklı konferansta da bunu sundum. O sempozyumun videosu da var. 

Aslında dünyanın en güzel anayasasını hazırlamak mümkün. Bir devletin gelişmiş ve iyi bir devlet olması için 4 temel karakteri olması lâzım. Nedir onlar? Federal-laik olması lâzım. Sosyal ve demokrat olması lâzım. Vatandaşların zarûrî ihtiyaçlarının devlet tarafından, toplum tarafından garantilenmesi lâzım. Herkesin zarûrî ihtiyaçları karşılandıktan sonra özel mülkiyet, daha fazla para, daha iyi bir ev, daha iyi bir araba sâhibi olabilirsin. Ama insanlar açsa, o ülkede aç insan, evsiz insan varken… Yemek, barınma, sağlık ve eğitim ihtiyâcı… ahlâklı bir toplum için gerçekten bunu garanti etmesi lâzım. ‘”Biz yüce bir toplumuz, yüce bir milletiz, dünyaya böyle nizam vereceğiz” diyorsun; ama bakıyorsun o ülkede aç insanlar var. O arada bir sürü de çok lüks binâlar var. Bu büyük bir ahlâksızlıktır. Ben özel mülkiyete karşı değilim. Komünizmin karşısında alabildiğine kapitalizm var; iki aşırı uç. Aristo’nun dediği gibi ideal averajdır. Bunun yolu belki de UBI (Universal Basic Income- Evrensel Temel Gelir) sistemiyle olur. Yoksulları tespit etmek, yoksul olduğunu kanıtlamak gibi bir şeye gerek yok. Evrensel Temel Gelir sistemi, devletin, tüm vatandaşlarına diğer gelirlerinden ya da servetlerinden bağımsız olarak düzenli bir gelir sağlamasını öneren bir sistem. “İnsanlar tembel olur, çalışmaz” diyenler olacaktır. Tabiî ki bunu suiistimal eden bâzı tembeller olacaktır; her zaman olacaktır, hırsızlık yapanlar da olacaktır. Ama bu tembellerin dışında, hayat standardını artırmak, daha kaliteli, daha güzel yaşamak isteyen insanların sayısı çok daha fazla; yüzde 90’ı bunu isteyecektir. Bu birkaç tembel o fazladan verdiğin parayı hak etmiyor olabilir. Ama birkaç tâne zenginin milyarları götürmesinden çok daha az zararı var topluma. Tekelci zenginlerin çok daha büyük zararı var topluma; çünkü onlar, o paraların gücüyle yasaları da, sistemi de değiştiriyorlar. O nedenle bu UBI sisteminin gerçekten düşünülmesi lâzım. Gelecek de budur zâten. Teknolojideki gelişmeler, yapay zekâ, kuantum bilgisayarlar vs. çalışmayı da etkileyecek. Eskiden insanlar 7 gün çalışıyorlardı. Sonradan 6 güne düşürüldü. Daha sonra Cumartesi günü de tâtil olarak îlân edildi. Şimdi artık çalışma saatleri azalacak, fakat yine insanlar çalışacaktır. 

Ben herkesin para için çalıştığına inanmıyorum. Adâlet ortamı, onur ortamı oluşturulsa çoğu insan gayretlerini artıracaktır. Mesela Wikipedia onun bir örneği. “Böyle şey olmaz. Kimse 5 dakikasını ona bedava vermez” dediler. Tam tersine, gerçekten güzel bir şeyler başlanırsa, insanlar güvenirse, çok güzel bir dayanışma olur. Böyle bir toplum, gelişen bir toplum olur. Çünkü suç oranı düşer, çatışmalar azalır, insanlar daha mutlu olur. Bunun gibi birçok şey var. Meselâ benim dinlerle, tarîkatlarla ilgili çok önemli bir önerim var. Ben tarîkatların bir ülke için kanser olduğuna inanıyorum, çünkü çok tehlikeliler. Tarîkatların tek hedeflediği şey beyni mahvetmektir. Bir virüs gibi beyine nüfuz eder. Tarîkatın özü, şeyhe ölü gibi teslim olmaktır. Mürit dediğin şey köleden de kötü. Hayvandan da kötü. Çünkü hayvan çobana ölü gibi teslim olmuyor. Kendisine şiddet göstereni ya tepeler ya da en azından kaçmaya çalışır. Ama bir ölü kaçamaz da. Şeyh her gün ona veya çocuğuna tecâvüz de etse, ölü gibi teslim olduktan sonra, özgüveni yıkıldıktan, sorgulama mekanizması tamamıyla iptal edildikten sonra, beynine bir sürü hurâfe, safsata kurduktan sonra, köleden de beter duruma geliyor. Onun için, tarîkatlar bir ülke için felâkettir; en büyük ihânettir. Bu Hıristiyan tarîkatı da olabilir, Sünnî de, Şiî de, Hindu da fark etmiyor. Dinler zaten felâket, ama tarîkat, onun da ötesinde tamâmen kişinin bağımsız düşünme, bireysel düşünme hakkını tümüyle yok etmek, onu her yönüyle sömürülmeye ve manipüle edilmeye hazır hâle koymaktır.

Ancak, buna rağmen tarîkatların kapatılmasını yanlış buluyorum. Tarîkatlara karşı olmama rağmen, tarîkatların kapatılmasının zararlı olacağına, gereken yararı vermeyeceğine, tam tersine, bunun zararlı olacağına inanıyorum. Meselâ hayâtımda içki kullanmadım ve aslında çok büyük zarârı olduğunu da biliyorum; zarârı örtülmeye çalışıyor. Halbuki hem ekonomik yönden hem psikolojik yönden, hem insan hayâtı yönünden hem âile hayâtı yönünden topluma büyük zararları var. Ancak içkinin yasaklanması büyük bir hatâ. Amerika 1920’lerde bunu denedi biliyorsun. Ama sonunda 7-8 yıl içerisinde baktılar ki saçma sapan bir yasak; bu yasak insanların içki içmesini engellemiyor, tam tersine, insanlar gizli içmeye devam ediyor. Hattâ çeteler, örgütler, mafya alkol üretmeye başlayınca iş daha da kötüye dönüyor. Onun için tarîkatların denetlenmesi lâzım. Sâdece tarîkatlar değil, tarîkat olsun, felsefî kulüpler olsun, partiler, cemaatler olsun, hangi örgüt olursa olsun, topluma bir çağrısı varsa, bir dâvâsı, bir mesajı varsa, başka insanları kendisine katmayı istiyorsa… Ama “Ben kimseye çağrı yapmıyorum. Biz sâdece 3 kişiyiz. Biz üçümüz dünyanın en iyi insanlarıyız” derse onda problem yok. Sen bu denetlemeye dâhil değilsin, çünkü kimseyi kendi oluşumuna çekmek istemiyorsun. Ama bir çağrısı olan parti, kulüp, örgüt, cemaat, tarîkat ne varsa, hepsine denilecek ki: Bir: Tartışma zorunluluğu olacak. Bir çeşit turnuva hâlinde bunları birliklerine gruplarına ayıracaksın. Bunlar birbirleriyle ayda bir tartışacaklar. Tarîkatın liderleri, diğer tarikatlarla, cemaatlerle, örgütlerle, ateist, felsefî, monoteist olsun, kulüplerle veya rakip tarîkatlarla, bir çeşit turnuva hâlinde topluma açık bir tartışma yapacaklar. Bu çok önemli. Çünkü tarîkatların en büyük tehlikesi, insanları kuytuda, karanlıkta, yalnız yakalamaları ve onların beyinlerini yok etmeleri oluyor. Sorgulanan bir ortamda, tartışma ortamında bunu yapamazlar. Nitekim tarîkat liderleri tartışmazlar. Kaçıyorlar. Dikkat ediyor musun, papalar, papazlar, imamlar, hahamlar, Diyânet İşleri başkanları, muhâlifleriyle, cehenneme gönderdikleriyle yüz yüze tartışabiliyorlar mı? Tam tersine, tartışmıyorlar. Çünkü tartıştıkları vakit yalanları ortaya çıkacak, karizmaları çizilecek, palavraları ortaya dökülecek. 

Ruşen Çakır: Edip, sözünü kesiyorum, 38 dakikayı geçtik. 

Edip Yüksel: Hızlı bir şekilde hemen bitiriyorum. Bu tartışma yoluyla eski müritlerinin akıllanacağını sanmıyorum. Onlar tartışmayla yola gelmezler, beyinleri zâten gitmiş, onlar kayıp. Ama yeni mürit kazanmaları zorlaşacaktır. O tartışmaları izleyenler şeyhin yalan söylediğini göreceklerdir. O karizmanın çizilmesi çok önemli. Bak, Fethullah Gülen salya sümük ağlayarak yıllarca kapı kapı vaaz etti. Onun saçmalıklarının hiçbirisini sorgulamayan insanları yavaş yavaş içine aldı. Beyinlerini yıkadıkları, diğerleri için maya oldu. Sonuç olarak, denetlemenin birinci yolu tartışma. Ama bu tartışma sâdece dinî tarîkatlar için değil. Dinci ya da dinsiz olsun, fark etmez. Mâdem çağrınız var, insanları dâvet ediyorsun, buyur tartış. Cehenneme mi gönderiyorsun onu? Niye arkasından bıdı bıdı konuşup gıybetini yapıyorsun? Buyur karşısında söyle: “Cehenneme gidiyorsun” de. Çünkü eğer dindarsan,  “Allah” diyorsun, “Peygamber” diyorsun, salavat getiriyorsun. Bütün peygamberlerin ortak özelliği tartışmalarıdır. Kur’an’da 27 peygamber geçiyor. Peygamberler ve etrafındakilerin bütün özellikleri, sokaklarda, meydanlarda, pazarlarda tartışmalarıydı. Filozoflar da öyle. Sokrates, Yunanlılara Allah’ın gönderdiği elçiydi, peygamberdi ve o da sokakta tartışıyordu. Tartışma nedir? Mâdemki bir şeyin doğru olduğuna inanıyorsun neden çekiniyorsun? Onun için tartışmaya bahâne üretemezler. 

Ruşen Çakır: İstersen bu tartışma meselesini bitirip başka konulara geçelim.

Edip Yüksel: Bitirdim. İkincisi: Para. Paranın iki sütun hâlinde ânında internette olması ve denetlenebilmesi lâzım. Meselâ diyelim ki ben 3 kuruş yardım ettim, adımı soyadımı yazıyorum. O yardımı 5 dakika içerisinde orada görebilmem lâzım. Ama denetleyebilmem lâzım. Sağ sütunda da nereye ne harcama yapıldığının da görünmesi lâzım. Giren çıkan paranın orada görünmesi lâzım. Sâdece tarîkatlar değil, dinci dinsiz bütün örgütlerin. 

Üçüncüsü de, yönetimin bilinmesi lâzım. Gizli yönetim yok. Bunun başında, altında kim varsa bunun bilinmesi önemlidir. Bu işi gizli yaparsan illegal olursun. Dördüncü kural da, çocukların, cemaatler, örgütler, partiler pırtılardan özel olarak korunması, onların kurallarının toplum tarafından ortak olarak karar verilmesi lâzım. Bu kadar. Topu topu hepsi dört madde. 

Ruşen Çakır: Edip, sana deminden beri sormayı düşündüğüm bir sorum var. Tam da bunun sırası. Kaç çocuğun var?

Edip Yüksel: İki çocuğum var. 

Ruşen Çakır: Peki, onlar îman konusunda neye nasıl karar verdiler?

Edip Yüksel: Şu anda deistler sanıyorum. Arada bir tartışıyoruz. Ama ben hiçbir zaman onların tercihine karışmadım.  Şöyle dedim onlara: “Eğer ananız babanız mümin diye, Allah’a, Kur’an’a îman ediyor diye Müslüman olursanız, siz bir maymun olursunuz. Ben bir maymun babası olmak istemem. Siz kendiniz düşünüp kendiniz karar vereceksiniz. Ama her zaman tartışmaya hazırım”. Ben çocukluklarından beri onları sorgulamaya teşvik ettim. Çünkü ben onların Rabbi, efendisi değilim. Kendi düşüncelerimi, inançlarımı onlara dayatmak büyük bir firavunluktur. Onun için onları serbest bıraktım. Onlar beni çok severler, çok sayarlar. Hak etmediğim kadar çok sayarlar. Beni erdemli birisi olarak bilirler. O kadar da erdemli değilim, ama beni çok seviyorlar. Ama benim kitaplarımı da okumadı zındıklar! Benim büyük oğlan bâzen, “Baba, sen ölünce kitaplarını okuyacağım, belki de onları ben yayınlayacağım” diyor. Utanmaz herif! Benim ölmemi bekliyor galiba.

Ruşen Çakır: Geçen haftaki yayından sonra, bu bir hafta içerisinde, hani o söylediğin “pis zengin olma” konusunda bir ilerleme kaydettiniz mi?

Edip Yüksel: Geçen hafta yaptığımız programı dinledikten sonra, Türkiye’den bizimle irtibâta geçen bâzı yatırımcılar oldu. Biz şu anda yatırım kabul etmiyoruz. Çünkü burada tohum konusunda yeterince yatırım aldık Amerika’dan. Onun için Türkiye’deki arkadaşlara, “Şu anda yatırım zamanı değil. Ama 5-6 ay sonra, asıl endüstriyel prototipi yapınca, A serisi için fon alırız, o zaman belki katılırsınız” diyorum. Ama benim çocuklar, özellikle Amerikalı yatırımları tercih ediyorlar. İlk başta şirket kabul etmiyorlar, ama belki de ileride olur. Onun için, Türkiye’den gelen yatırımcılara benim çocuklar maalesef olumlu bakmıyor. Hattâ ben ısrar edip, “Bir tânesiyle görüşün” dedim. Beni bağışlayın arkadaşlar. Fakat bu işi önce Amerika’da yapıyoruz. Daha sonra başka bir ülkeyle anlaştığımız vakit o ülkede üreteceğiz. Bu bir Benefit Organization şirketi. Topluma fayda sağlamak için yapıyoruz. Yani hem iklim hem doğa hem insanları düşünen bir şirket. Sâdece para değil. Tabiî ki kâr yapacak, ama bu şekilde olduğu için, biz herhangi bir ülke için bu hızlandırılmış yürüyen yolları yaparsak, orada üretmeye karar veriyoruz. Çünkü başka bir ülkeye vererek satmayı doğru bulmuyoruz.

Ruşen Çakır: Peki, üzerinde düşündüğün başka patentin var mı?

Edip Yüksel: Evet, birkaç patentim daha var. Meselâ, rüzgâr enerjisinden yararlanarak evin tasarımıyla enerji üreten ev. Şu anda onun patentini yaptık ve onunla ilgili yatırımcılarla görüşüyorum. Biliyorsun bu rüzgâr türbinleri çok hantal, çok büyük ve yer kaplıyor. Fakat binânın yapısı üzerinde hemen hemen hiç görünmeyecek bir şekilde konularak rüzgâr enerjisinden yararlanarak enerji üretiyor. Amerika’da özellikle Atlantik Okyanusu’nun kıyısında olan eyâletlerde çok büyük rüzgârlar oluyor. Orada, hem rüzgârdan koruyan, en şiddetli rüzgâr karşısında hiç zarar görmeyen, fakat evin kendisinde rüzgâr kadar enerji üreten bir tasarım. Tabiî ki güneş enerjisine de manî değil, birlikte olabilir. Böyle bir tasarımım var. Bir de, gönlüm pek rahat olmasa da acayip şatafatlı farklı bir mîmârî tasarımım var. Ama bunların hepsi fayda patenti. Tasarım değil. Tasarım patenti almak çok kolay. Herhangi bir tasarım yaparsan alabilirsin. Bir tâne de mücevherciler için müthiş bir binâ projem var. Ama dünya çapında bir marka olacak, hoş bir binâ projem var.    

Ruşen Çakır: Bâzı tanıdığım izleyiciler, “Bu Edip ne okumuş?” diye soruyorlar. Nereden çıkıyor bunlar?

Edip Yüksel: Bizim şirketin yaptıklarını görsen, aslında çok azını gösterdiki Beltways.com’da sâdece birkaç şey var. Paylaşmıyoruz. Şu anda 8-10 tâne çok önemli patent aldık, milyar dolarlık birkaç şirketle yarışıyoruz. 

Ruşen Çakır: Bunları yapacak geçmişin nedir? Onu soruyorum.

Edip Yüksel: Mühendislik bilgim ortaokul ve liseden. Ben ortaokul ve lisedeyken, bizim evin bir odasını laboratuvar yapmıştım. O dönemde, 1970’lerde Bilim ve Teknik dergisinin ilk sayısına da abone olmuştum. Tabiî o dönemde hiçbir mentorum yok, cebimde para yok. Demirleri alıyorum, etrafına kablo sarıyorum, prize takıyorum sigortayı attırıyorum. Mıknatısımı yapıyorum, jeneratörümün motorumu kendim yapıyorum. O zaman, meselâ bir projeksiyon makinesi yaptım. Babam sinemaya gitmemize izin vermiyordu. Bak bu da ilginç hikâyedir. Metin, benim iki yaş küçüğüm, benim asistanımdı. Birlikte gizlice sinemaya giderdik, gizlice Teksas, Tommiks, Kaptan Swing okurduk. Nedim’le Müfit bizi kıskanırdı, babama ispiyonlarlardı. Babam Tommiks Teksas’a acayip düşmandı, onları görünce yırtardı. Neyse, Metin’le birlikte evin bir odasını laboratuvara çevirdik ve o zaman film projeksiyon makinesi yapmaya karar verdik. “Mâdem babam izin vermiyor bize, bir yerlerden film buluruz, burada evimizde kendimiz oynatırız” diye düşündük — çocuk aklı. Ve inan ki ürettik. Orada, özellikle film projeksiyonu için gerekli olan bir şey var –ismini unuttum şimdi–, her 18 saniyede bir görüntüyü durdurması lâzım merceğin önünde. Onu yapmak kolay değildi. Ben tahta parçasını oyarak yapıyordum. Zâten birçok şeyi tahtadan, demirden kendi ellerimle yapıyordum. Ve o zaman ilk kez yaptık. Bir yerlerden bir film parçası bulduk taktık bobine ve projeksiyona koyduk, hakîkaten film oynadı. Ben o zamanlardan öğrendim. Benim fizik bilgim de o zamandan. Hatta devridâim makinesi yapmaya çalışıyordum. O da rezâlet bir şeydi… Eşim şirkette beni beklediklerini söyledi. Artık ben gideyim. 

Ruşen Çakır: Bitti mi yani?

Edip Yüksel: Bitmedi, ama eşim diyor ki ofiste mühendisler beni bekliyorlarmış. Bizim şirket 3 kat yukarıda.  

Ruşen Çakır: Ama 57 dakikayı tamamlamak için 5 dakikamız kaldı. 

Edip Yüksel: Artık bir şey tak oraya. Benim “Yolunda İslâm’ın kardeşler olalım” şiirimin müziğini koy, sitemden bulursun. Onun telifi yok, bana âit. 

Ruşen Çakır: Peki, sen mühendislerinin yanına git. Çok teşekkürler Edip. Başka bir sefere tekrar görüşürüz. 

Edip Yüksel: Seninle konuşacağımız daha çok şey var. Özellikle demin bahsettiğim o Anayasa meselesi. Selâmlar.

Ruşen Çakır: Kolay gelsin. Edip Yüksel’le kaldığımız yerden devam ettik. 57 dakikayı tutturamadık; ama olsun, onun çok önemli işleri var. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.