Prof. Dr. Mustafa Öztürk, izleyicilerden gelen soruları yanıtladı: Günümüz Türkiyesi’nde İslam ve Müslümanlar

İlahiyatçı Prof. Dr. Mustafa Öztürk, geçtiğimiz haftalarda Ruşen Çakır ile yaptığı yayında gündemi belirleyen bazı açıklamalar yaptı; kimileri alkışladı, kimileri ise eleştirdi. Özellikle İslam ile felsefe ilişkisini değerlendiren Öztürk’ün açıklamaları gündem yarattı, çok isim Öztürk’ü eleştirdi. Öztürk’ün bu eleştirilere yönelik cevabı ne olacak?

İslam’da tarikatların yeri nedir? Diyanet ne yapıyor, ne yapmıyor?

Prof. Dr. Mustafa Öztürk, sizlerden gelen soruları yanıtladı.

Yayına hazırlayan: Altuğ Yerlisu

Merhaba, iyi günler. Prof. Mustafa Öztürk stüdyoda canlı yayın konuğumuz. Kendisiyle sizin sorularınızla, yorumlarınızla ve eleştirilerinizle bir yayın yapacağız. Hocam, hoş geldin. 

Öztürk: Hoş bulduk. Teşekkür ederim. 

Çok güzel bir soruyla başlayalım. Hemen uzatmadan, geçen seninle yaptığımız yayında en çok ilgi gören konulardan birisi, felsefeyle ilgiliydi. Doğan Özkan sormuş: “Her sayfasında ‘Akletmez misiniz?’ yazan kitap, yani Kur’an-ı Kerim, nasıl felsefeye kapalı oluyor?” 

Öztürk: Evet. Kur’an-ı Kerim’in terminolojisine yabancılığın ürettiği sorulardan birisi bu. Kur’an-ı Kerim’de “akletmek” fiili ehlîleştirilmiş akıldır. Önce teslîmiyetini kabullenen, teslîmiyet şartını yerine getiren, ondan sonra da o teslîmiyet üzerinden evrene, eşyâya, varlığa akılla bakıp; fakat o peşînen kabullendiği inancı temellendirmeye çalışan akıl. Yani îmanın veya itaatin veya Allah’a teslîmiyetin güdümündeki akıldan bahsediyor. Yoksa “rasyo” dediğimiz, analoji kuran, mantık yürüten, herhangi bir yere koşulsuz itaat, bîat şartını yerine getirmiş olan bir akıldan bahsetmiyor. Kur’an-ı Kerim’deki akıl, bizim bildiğimiz, istediği gibi at oynatabilen, düşüncenin sınırlarını zorlayacak kadar kendisini özgür hisseden bir akıl değil. “Ehlîleştirilmiş akıl”, yani îmanın güdümünde iş gören akıl; öyle bir akıl yok Kur’an-ı Kerim’de üstâdım. Kaldı ki, müşriklerin Peygamber’e yönelttiği sorular akılsız sorular değil, çok akıllı sorular aslında. Öyle absürt, bizim geleneğin karikatürize ettiği gibi akılsız sorular değil. Düşünsenize yani kaç bin yıllık bir gelenek, inanç oturmuş, siz oraya çıkıyorsunuz, onların da dediği gibi, yani “Biz bunu son dinde bile görmedik böyle Allah’ın teke indirgendiğini” falan diyen, kendince haklı soruları var, îtirazları var. Bak, akıl öyle işliyor; ama Kur’an onlara “akılsız, beyinsiz” diyor. Bak, o akıl değil demek ki Kur’an’ın önerdiği akıl. 

Şimdi, izleyicilerimize söyleyelim. Benim ve Medyascope’un YouTube sayfalarından chat bölümlerinden sorularınızı, yorumlarınızı, eleştirilerinizi iletebilirsiniz. Bayağı sorular gelmeye başladı. Ahmet Bey sormuş, diyor ki: “Mustafa Öztürk deist mi oldu?” 

Öztürk: Benim deistlikle işim yok, üstâdım, ben “teistim”. Ama Ehl-i Sünnet’in çerçevesini belirlediği klasik Ehl-i Sünnet kelâmında, sıfatlarıyla, şusuyla busuyla tartışılan ve aslında sonuçta basbayağı bir agnostiklik noktasına varan… Tanrı, şimdi o değil, bu değil, şu değil, bu değil, yani şeklinde bir sonuç çıkıyor aslında Ehl-i Sünnet’in tanrı tasavvurundan. Ben teistim, ama Ehli Sünnet’in klasik tanrı tasavvurunu kabullenmiş birisi değilim. 

Yani Muhyiddin İbn Arabî’ye, Sadreddin Konevî’ye deist diyebilirseniz, belki ben de o zaman o tasnife girebilirim. Veyâhut, efendime söyleyeyim, İşrâkî filozofların tanrı tasavvuruna deist derseniz, o zaman beni de katın. Ama onlara demeyeceğinize göre, kimisine Vahdet-i Şühûdcu kimisine Vahdet-i Vücûdcu diyorsanız, ben de o çerçevede teistim. Ama Ehl-i Sünnet’in klasik tanrı taavvuruna müntesip birisi değilim, nokta. Anlaşıldı mı? 

Evet, şimdi bir izleyicimiz soruyor: “Târihsellik –sizin yaklaşımınız, Tanrı’nın öngörüsüz olduğunu ispatlamış olmuyor mu?” 

Öztürk: “Tanrı doğrudan böyle kelâmıyla insanlara konuşur ve bu konuştuğu içeriği bir melek vâsıtasıyla, cümle cümle, ibâre ibâre getirir, bir peygamberin zihnine taşır, aktarır” şeklinde bir tanrı vahiy anlayışınız varsa, o sizin konunuz. Ama bu sorunun bana da sorulmaması lâzım. Geleneksel İslâm ulemâsı bile nesh mesesini… târihsellik meselesi aynı zamanda nesh meselesidir. Bu soruyu bence târihselliğe sormasınlar. Bütün İslâm târihi boyunca –20. yüzyıl hariç–, İslâm ulemâsının yüzde 99’unun ittifakla kabul ettiği: “Kur’an-ı Kerim’in ahkâmı, hükümleri târihsel şartlar içerisinde kendi kendini revize etmiştir, yürürlükten kaldırmıştır veya en azından geçici olarak askıya almıştır” — nesih. Bu 23 yıllık dönemde, daha Peygamber hayattayken ve Kur’an’ın inmesi tamamlanmadan önce olmuş bitmiş bir hâdise. 

Dolayısıyla, Tanrı burada öngörüsüz mü davrandı? Yani Mekke şartlarında Müslümanlara “Şöyle davranın” derken, süreç Medine’ye evrildiğinde, “Hayır, şimdi öyle davranmayın, böyle davranın” diyerek, kendisi mi öngörüsüz davrandı? Bu soru herhalde şuradan geliyor: Kitabı Tanrı kendine yazdı; sonra da, “Pardon ya, yanlış yazdık” diye kendi kendine sildi zannediyor. Kitap her ne ise, vahiy her ne ise, mesaj insana indi; insanın şartlarını dikkate alarak indi. Burada Tanrı’nın öngörüsüzlüğü değil, şartların geçerliliği geçersizliği belirleyici olan unsur. 

Söz gelimi bir şey söyleyebilir miyim? Medine’de kaçınılmaz olarak artık kılıçlar çekildikten sonra, köprüler atıldıktan sonra, öteki dinî gruplarla çatışma kaçınılmaz olunca, baktı Müslümanların çatışacak gücü var, “Çatışın” dedi. Ama o gücü olmadan önce, bunu Medine’de, Mekke’de söyleseydi, güçleri yokken “Çatışın” deseydi, asıl öngörüsüzlük bu olmaz mıydı? 

Tanrı kendi gücü nispetinde konuşmuyor ki, kendi kudretine göre konuşmuyor. Hitap ettiği kitlenin içinde bulunduğu potansiyele, şartlara, duruma göre konuşuyor. Nesih de böyle, tarihsellik de böyle. 

Yani hitap, ilâhî hitap, insanın dünyasına inmiş. İnsanın dünyası tanrısal bir dünya değil, statik bir dünya değil, dinamik bir dünya. Şartlar değişir, hüküm de değişir. Klasik ulemâ ne demiş? “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın tagayyürü inkâr olunamaz” yani. Yani zamânın değişmesiyle hükümler de değişir. Bu, inkâr edilemez bir gerçektir. 

Onur Cemil Ayden diyor ki: “Kur’an kitap değil hitapsa, âyetlerde geçen bu ‘kitap’ tarzı ifâdeleri nasıl anlamalı?”

Öztürk: Yani, “Ali top at, Ayşe sen de tut, koş Ali koş”. Yani buradan başlayalım gene. Üstâdım, “Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh”, Bakara Sûresi, hemen başı: “Bu bir kitap. Bunda şüphe yok.” Burada Bakara Sûresi indiğinde ortada metin yok. İki kapak arasında kitap yok. Bu kitaplaşmış şeye biz Mushaf diyoruz hocam. 

Kur’an-ı Kerim’de “el kitap” kelimesi yükümlülük anlamına da gelir, zorunluluk anlamına da gelir. İlâhî buyruk anlamına da gelir. Meselâ “Size Ramazan orucu farz kılındı, kutibe” diye başlar — “size yazıldı”. 

Dolayısıyla kitap, Allah katında târihten, herhangi bir dilden –yani İbrânîceden, Arapçadan, Süryâniceden, Aramiceden– bağımsız, “ilâhî” kattaki genel vahiy içeriğinin adına denir. Yani “vahiy deposu”na kitap denir. “Zâlikel kitâbu lâ reybe fîh” derken, Peygamber’in ağzından çıkan bu cümleler, bu âyetler, gene o Allah’ın katından indiğinde şüphe yoktur diyor. Bakın Yusuf suresinin başını okuyayım, “Tilke âyâtul kitâbil”, “Bunlar kitabın âyetleridir”,İnnâ enzelnâhu “İnnâ enzelnâhu” –“Biz o kitabın âyetlerini indirdik”, “Kur’ânen arabiyyen”, yani “Arapça Kur’an olarak indirdik”. Bakın, Kur’an ayrı bir şey, kitap ayrı bir şey. Kitap ana kütük, ana depo; Kur’an da onun Arapçaya tercüme edilmiş versiyonu hocam. Allah katındaki genel vahiy kavramına kitap denir Kur’an-ı Kerim’de… 

Bir izleyici diyor ki — biraz daha sosyal bir alana gidelim: “Mustafa Bey, Türkiye’nin 5 sene sonraki hâlini nasıl görüyor? Din toplum ilişkisi nasıl olur?” 

Öztürk: Din toplum ilişkisi, 5 sene sonrayı söyleyeyim –25 seneyi de buna katabiliriz–, din toplum ilişkisi genellikle folklorik düzeyde devam eder. Bunun canlılığında pek bir değişiklik olmaz. Burada dinle ilişkisi sıkıntıya girecek olan kesim, yeni kesim, genç kesim ve az çok entelektüel okumuş yazmış kesim. Bunlarda sıkıntı olacak. Bizim gibi olanlarda, “Biz bugünler için mi bu kadar emek vermiştik?” tepkisi var. Yeni nesilde ise, Türkiye’de bu hâlihazırdaki egemen söylemin veya siyâsî söylemin yarattığı havanın; yani din dilini fazlaca kullanmasının; dinî semboller ve değerleri böyle âdeta ortalığa saçmasının ve kendi dünya görüşü doğrultusunda cemaatlere, cemiyetlere fazlaca yer açmasının; gerektiğinde onların birtakım müptezelliklerinin üstünü örtme kafasının; muhâfazakâr kesimin söylemiyle eylemi arasındaki tutarsızlıkların vs.’nin; bunların hepsinin dökümünü çıkardığınızda, sonuç şu hocam: Yeni nesil, yeni jenerasyon dinden uzaklaşacak. Onlar için yeni bir sekülerlik alanı. Ama bu Anadolu ortalama dindar halk kitlesi var ya? Bunların dinle ilişkisi pek değişmeyecek. Yani, geçen programda da söylediğimiz veçhile, Sultanahmet Meydanı’nda, Eyüp Câmii avlusunda Ramazan iklimlerindeki insanların o merakları o ilgileri gene devam edecek; türbe ziyâretlerimiz, Mevlid-i Şeriflerimiz, kandil gecelerimiz devam edecek. Yani câmi cemaati de gene devam eder yani. Sıkıntı daha çok okumuş yazmış ve entelektüel kesimle ilgili. 

Ali Rıza Sadıkzade ilginç bir soru sormuş: “Hıristiyan dünyasında teolojik hikâyeler popüler edebiyat ile kaynaşabiliyor. Örneğin Faust” demiş, “ama İslâm dünyasında böyle bir tutum yok gibi” demiş. 

Öztürk: Teolojik hikâyeler Mevlânâ’nın Mesnevî’sinde –eğer ne kadar teolojiyse– oralarda var. Fakat Kur’an-ı Kerim’in kendi kıssa içeriğini edebiyatla buluşturduğunuzda ve bunu bir ciddî yayın formatına dönüştürdüğünüzde, burada sıkıntı çıkar; ama Yusuf Aleyhisselâm’la ilgili, Nuh Aleyhisselâm’la ilgili böyle çocuk hikâyeleri tarzında bir şeyler yaptığınızda pek sıkıntı çıkmıyor. Bence öyle bir şey yok; ama bunu belki ciddî bir yayına, ciddî bir içeriğe sokarsanız o zaman sıkıntı çıkar diye düşünüyorum. Onun da sebebi, Kur’an kıssalarının mitolojik bir malzeme gibi algılanması konusu bizde hassasiyetle karşılanır. Dolayısıyla edebiyâta da malzeme yapılmasına çok sıcak bakılmaz. Onlar hep bizde, târihte olmuş bitmiş hâdiselerin yalın anlatımı gibi görülür. Dolayısıyla Âdem kıssası üzerinden bir film çekemezsiniz. 

Emin Kalyoncu diyor ki, demin biraz bahsettin, ama tekrar soru olarak geldi: “Agnostisizme hocam nasıl bakıyor?” 

Öztürk: Agnostisizme… yani şimdi bir ateistik agnostisizm var. Yani: “Yok, ama yokluğun da tam adını koyamıyorum”. Benim kastettiğim agnostisizm… aslında hepimiz biraz agnostiğiz; yani eğer şâyet bu, bilinemezse, ihâtâ edilememezlikse, Tanrı’ya dâir zâtiyetini varsa eğer –ki öyle inanılıyor–, onun personalitesini, şahsiyetini biz nasıl telakkî edebiliriz ki? Yani “Allah’ın selbî sıfatları” denilen, yani “Ne değildir?” sıfatlarına baktığınızda, “Muhalefetün li’l-havâdis” — O yaratılmış hiçbir varlığa benzemez”. “Benzemez” dedikten sonra, “Neye benzer?” diye daha soru soramıyorsunuz yani. 

Dolayısıyla Tanrı’yı zihninizde bir imgeleme oturtun dendiğinde oturtamıyorsunuz. Bu bizi ister istemez bir agnostik tavrın içine sürüklüyor zâten. Bilmiyoruz, bilemiyoruz ki; künhüne vâkıf değiliz yani. 

Bunu Allah da diyor. Yani böyle Âyetü’l-Kürsî’de, “Onun ilminden bir katrecik bir şeyi ihâta edebilirsiniz. Başka da bir şey bilemezsiniz ona dâir”. O zaman ne diyeceğiz? Bu bilememezliğimize ne diyeceğiz? Hakikati, Cenab-ı Allah’ın zâtına, varlığına dâir seziyoruz, hissediyoruz, bilmiyoruz. 

Eren Has sormuş, diyor ki: “İslâmcıların yolsuzluk düzeni Türkiye’de Müslümanların itibarını bitirdiği için gençlerin dinden uzak olduğuna katılıyor musun?” 

Öztürk: Katılıyorum. Bu kadar. Yani bu tek faktör değil. Bu iş multifaktöryel bir şey, ancak bu baba faktörlerden birisi. Son süreçteki gençlerin giderek uzaklaşma eğilimi varsa eğer, bunu başka birçok veriyle de ispatlamak mümkün. Mesela Anavatan döneminde Turgut Özal’ın meslek gruplarına güven açısından yaptırdığı 1985’li yılların yoklamasında, din görevlileri ilk üçün içinde çıkıyor. Şimdi bu MAK mı yaptırdı? Herhalde böyle yeni bir araştırma daha yapıldı ve ilk 10’da yok. Garip değil mi? Son 22 yılda bir İslâmcı, dindar-muhâfazakâr iktidar damga vurmuş ve ilk 10’da güvenilir meslek grupları içerisinde din adamları sınıfı yok. Başka söze hâcet var mı? Bitti yani. Bu ana faktörlerden birisi, katılıyorum. 

Buğra Kaldırım soruyor: “Kur’an’ı üç cümleyle özetlemek gerekirse, tam olarak ne dememiz gerekir?” 

Öztürk: Üç cümleyle mi? Kur’an, daha önceki peygamberler aracılığıyla gönderilen temel insânî ahlâkî mesajların bir hatırlatıcısıdır, yani “Unuttuğunu hatırla” demeye gelmiştir. Temel umdesi: Allah var, şeriki (ortağı) yok, bu dünyadan sonra hikâye devam edecek ve bu dünya performansına göre orada da hayâtınız şekillenecek. Adam olun, insan olun. Huzurumuza eli ayağı düzgün bir hikâye ile gelin, nokta. Kitabın özeti bu. 

Süleyman Bey sormuş: “Genelde sonradan ateist olanlar İslâm’ı ve Kur’an’ı Müslümanlardan daha iyi bildiğini iddia ederler. Sizin tecrübeleriniz bu iddiayı doğrular mı?” 

Öztürk: Sonradan ateist olanlar Kur’an’ı daha iyi bilirler mi? “Daha iyi bilirler” sözüne katılamayacağım. Şayet burada Turan Dursun gibi örnekler veriliyorsa, bu belki şahsî örnekler. Fakat Turan Dursun’un ilmî çapı, bugün bir ilâhiyat profesörünün, bırakın Süleyman Ateş gibi hocaları bir kenara, ortalama bir ilâhiyat akademisyeninin çapından çok daha düşüktür, onu söyleyeyim. Yani baltayı taşa vurduğu, o kadar bilgi hatâları yaptığı, başını gözünü kırdığı metinler var ki, onları dile getirmeye gerek yok. Katılmıyorum; “Çok iyi bilirler” değil. Problemli yerleri ön plana çıkarırlar. Belirli noktalara fazlaca yoğunlaşarak kaşırlar. Siz o belli problematik noktalardaki bilgi yoğunluğundan dolayı dersiniz ki: “Adam İslâm’ın bütün külliyâta vâkıf”. Hayır, o bir hışımla, hiddetle, biraz nefretle biriktirilmiş bilgi yani. O çok donanımlı olduğunu göstermiyor üstâdım. Yani burada, “İslâm’ı çok iyi bilir ateistler” dediğin, göbeğinden işeyen bir ateisti çağıralım buraya bir ferâhiz hesabı yaptıralım. Yapsın bakalım, nasıl? Basit bir mîras hesabı yaptıralım bakalım, neyi ne kadar biliyormuş görelim yani. 

Evet, Cüneyt Emre soruyor: “Vahdet-i vücut için ne düşünüyorsunuz?”

Öztürk: Vahdet-i vücut için iyi düşünüyorum yani, evet. 

Cenk soruyor: “Martin Luther’in İncil’i çevirdiğinde Hıristiyanlık’taki etkisiyle Kur’an’ın başka dillere çevrildiğindeki etkisi neden bu kadar farklı oldu?” 

Öztürk: Martin Luther sadece İncil’i çevirmedi, Kilise’yle de hesaplaşmaya girdi. Ama Kur’an çevirileri, özellikle Samanoğulları döneminde falan filan ,çok iyi niyetle, gayri Arap, Mevali dediğimiz bir ırk, bir etnisite Müslüman olmuş. İnandıkları kitabı, hiç olmazsa ne dediğini kendi dillerinde anlasınlar diye bir mâsum projeyle çevrildi. 20. yüzyılın başlarında başlayan tercüme projesi ise ulus-devlet ideolojisiyle ilgili bir şeydi. Yani anadilde ibâdet hikâyeleri ideolojik bir angajman. Luther gibi Kilise otokrasisine, hegemonyasına karşı meydan okuyup, büyük bir protest bir teoloji kurup, “Sola scriptura, sola fide”; yani “Bize îman, artı, kutsal kitap yeter” deyip Kilise’yi bertaraf etmek gibi, Kilise’nin kapısına 93 maddelik bilmem ne asılmadı bizde. Bizde 20. yüzyılın başı ulus-devlet ideolojisinin bir parçasıydı. Geçmiş asırlardaki hikâyeler ise Türklerin Müslüman oluş sürecinde, yani “Arapça’dan Türkçe’ye çevrilen bu kitap nedir? Bir öğrenelim” çabasıydı. Dolayısıyla o etkiyi yaratmaması doğru. 

Muharrem Bey soruyor, diyor ki: “İmam Gazzâlî ile İbn Rüşd arasında süregelen tartışma günümüze kadar gelmiştir. Bu tartışmayı Gazzâlî ve onun gibi düşünenler kazandı diyebilir miyiz?” 

Öztürk: Üstâdım, düşünsel olarak içerik olarak Gazzâlî kazanmadı. Güç olarak kazandı. Gazzâlî, geleneksel inancın modern dünyada yarattığı açmazlarla hiçbir zaman hesaplaşmayan, ama modern dünyanın bütün taleplerine isteklerine senden benden önce “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” diye dalan, senden benden çok daha iyi massederek moderniteyi içselleştirip yaşayan, ama lâfa gelince de, “Geleneksel İslâm, Geleneksel İslâm” konforunu yaşayan gelenekçi zihniyet var ya? Gazzâlî o zihniyetin konforunu yaşadı, oranın keyfini sürdü. Devlet de o söylemi sâhiplendi. Ancak İbn Rüşd düşüncede, fikirde bence galipti, hâlâ galip. Çünkü Gazzâlî ideolojisinin bu dünyaya söyleyeceği hiçbir şey yok, benim şahsî kanaatim. Ama İbn Rüşd’ün hâlâ var. Ama İbn Rüşd her zaman marjinalitenin, düşünme çilesini seven azınlığın temsilcisi oldu. Öbürü ise “avâm-ı nâs” dediğimiz genel kitlenin yani ihyâü ulûmi’d-dincilerin, yani cenâze levâzımatçısında satılan kitaplara rağbet edenlerin tarafı galip geldi. Nerede? Söylemde, nutukta, iktidarda galip geldi; ama düşüncede gelmedi. 

Bir izleyicimiz soruyor, diyor ki: “Mustafa Hoca inancını neden sorguladı?” Böyle bir şey var mı? 

Öztürk: Benim inancımı sorgulamam şu üstâdım: Bana İmam-Hatip’te veya ortaokul çağlarında veyâhut câmilerdeki hutbelerde, vaazlarda bir dinî içerik anlatıldı. Yani meselâ bir örnek vereyim. “Öleceksin” diyorlar, “Münker’le Nekir gelecek”. İkisi de birbirinden kötü isimler. Münker asık surat, öbürü ondan daha asık surat demek. İşte, “Seni” –halk inancı bu ama, bunlarla büyütüldük–, “seni sigaya çekecek: ‘Men Rabbüke?’, ‘Ve mâ dinüke?’, ‘Ve Men nebiyyüke?’” yani “Rabbin kimdir?” “Dinin hangi dindir?” ve “Peygamberin kimdir?” Şeytan son anda su getirip seni ayartacak. İşte orada ayartılmayacaksın. Bu hayâtın majör zevklerinden fedâkârlık ederek… meselâ bir ortalama duyarlı Müslüman’dan bahsediyorum: Bir çaba ortaya koyuyorsun; ömür boyu Cenâb-ı Allah’la hukukunu mümkün mertebe sağlam sıkı tutmaya çalışıyorsun; ama son raddeye gelince Cenâb-ı Allah diyor ki: “O şeytanın bubi tuzağını geç de gel, ben karışmıyorum. Orada gidersen gidersin”. Bir de bir asık suratlı iki tâne melek, beyzbol topuyla seni bekliyor. Bu nedir yani? “Böyle bir şey var mı?” dedim ya. “Böyle bir inanç olur mu?” dedim. Hayâtımız zehir zıkkım, burada birileri yiyor içiyor, âlemini yapıyor, sen bunlardan mahrum kalıyorsun. Niçin? Görmediğin ama hatırını saydığın Allah için. Bir de son deme geliyorsun, bir de orada yazı tura atar gibi Şeytan mı ayartacak? “Bu nasıl bir inanç?” dedim. “Bu nedir? Bu korku belâsı, şantajı, bu nasıl bir din?” Bakın, bunlar çocuksu mâsum sorular. Ve üstâdım, baktım ki Cenâb-ı Allah’a karşı sorumluluğunun farkında olarak hasbelkader yaşayan müminlere, melekler, onlara ölümleri sırasında inerler, “Biz sizin yoldaşınızız” derler, onları sararlar, sarmalarlar ve refakat ederler. Peki bu âyetleri niye göstermiyorsunuz? Alçak herifler. Yani bu korku şantajıyla bu insanları hayat boyu hasta ettiniz. İşte sorgulama böyle başladı. O avam dindarlığının, güyâ kendince yola getirme yöntemlerinin sakatlığının bende yarattığı rahatsızlıklarla ufak ufak başladı. 

Cennete dâir bir tasarım var Kur’an-ı Kerim’de, bir tasvir var. Dünyevî hayatta bile, bakıyorsun, sen de ben de, “Bir adâlet olsun, özgürlük olsun, demokrasi olsun, benim ırkım, milletim, toplumum daha iyi bir standartta yaşasın” diye didiniyorsun çalışıyorsun. Bu dandik dünya için, bu gelip geçici fâni dünya için bile birçok ulvî hedef belirliyorsun. “Âhiret bu dünyayla kıyaslanmayacak kadar değerli” diye Kur’an-ı Kerim’de bir çerçeve çiziliyor. “Neymiş o kıymet?” diye okuyorum cenneti: Yatacaklar, kalkacaklar, yiyecekler, içecekler… Yan gelip yatacaklar. Bu mu değerli olan? Dünyada bile bizim yatmaktan kalkmaktan başka bir yığın uğraşımız var anlamlı. O zaman, “Cennet bu kadar değil. Bu cennet tasviri belli ki bir konjonktür içerisinde bunalmış, tükenmiş, bitmiş sahâbeyi motive etmek için geçici bir tasvir. Bu, öbür dünyanın mükâfatlarının tamâmını, cennetin tamâmını kuşatan tüketen bir tasvir değil” diyerek kafa sürekli böyle çalıştı ve buralara geldik. 

Maşallah. Şimdi diyor ki bir izleyicimiz, “İslâm dünyasında bir Martin Luther çıksa, hangi ülkede olurdu acaba?” 

Öztürk: Yazı tura atmamız lâzım. Türkiye pâyitaht ülkesi, Osmanlı. Merkezler statükoyu sever, yenilikçi şeyleri boğarlar. Buralarda çıkmazdı. Mısır’da veya İran’da çıkardı tahminim. İran bir, Mısır iki. Endonezya filan, dokusu yumuşak, oradan bir şey çıkmaz. 

Kavga çıkaracak bir soru. Enes Bey soruyor, diyor ki: “Edip Yüksel’in 19’u ile ilgili ne düşünüyor?” 

Öztürk: Benim kafam kaldırmıyor böyle şeyleri hocam. 

Ben de zâten yayında, “Ya, ben inanmıyorum, ama yine de soruyorum” dedim.

Öztürk: Eskiden hakkında konuşurduk. 

Serkan Bey diyor ki: “ ‘Cennette sürekli şaraplar akacak’ diyorlar. Bu kadar kötü bir şey ise şarap, niye cennette illâ bunu içmek istiyorlar.” Böyle deniyor mu? 

Öztürk: Arkadaşlar, şarap demek, meşrûbat, içecek demek. Yani içecek demek arkadaşım. O senin bildiğin şaraba Arapça’da “hamr” deniyor. Yani o alkollü şaraba “hamr” denir. Şarap demek meşruûbat demek, yani sen onu Fanta filan anla yani. 

Görkem Öge soruyor: “Hocamızın İslâm’ı zamâna göre yorumlanması yaklaşımının hangi noktada dinin tahrip edilmesine dönüştüğü üzerine fikri nedir?” Yani: “Bu târihselcilik bâzı durumlarda dini tahrip etmez mi?” diyor. 

Öztürk: Hocam, geline demişler “Oyna”, “Yerim dar” demiş. “Aha sana yer” demişler, “Yenim dar” demiş. Senin zıvanadan çıkasın varsa, bir şeyi tahrip edesin varsa, târihselciliğe gerek yok. Yani her türlü tahrip edersin. Hiç kimse kendi tahrip irâdesinin bombası olarak, pimi olarak târihselciliği göstermesin hocam. Bence dini, bugünkü dünyanın gerçeğiyle bağdaşmayan geleneksel İslâm anlayışı tahrip ediyor. Bak, fâiz ne? Ribâ ne? Neye ne denir? Bu kadar ağır enflasyonist bir ortamda sen ribâ deyip, her fazlalığı fâizin hükmüne vurursan bak ne hâle gelir, gördün mü? Allah’ın hükmü vardı, bize lâf düşmüyordu. Şimdi lâf Merkez Bankası’na düşer oldu, gördün mü bak tahribi, gördün mü tahribi şimdi? Tahribi gördünüz mü? Tahribin daniskası, tillâhı buna dönüyor. Bizimkine denmiyor. Ayrıca benimki, zamâna göre bir ayarlama, uyarlama değil. Yani zamânı kendime ölçüt alma, zamânın önümüze getirdiği her şeyi onayıp Kur’an-ı Kerim’i ona uyarlama… buna modernist İslâm deniyor üstadım, bunu başka mahfillere soracaklar. Ben içinde bulunduğum duruma değer atfetmiyorum. Durumu durum olarak anlamaya, kabullenmeye çalışıyorum. Yani “2023 insanlığın geldiği seviyenin en üst noktasıdır, en yüksek gelişmişlik düzeyidir” diye bir algım yok. Dolayısıyla “Bu düzeye uygun olan her şeyi onayalım, olmayanı ayıklayalım” değil. Durum bu. Ben durum olarak içinde bulunduğum ânı, çağı değerlendiriyorum. Değer yükleyerek değerlendirmiyorum. Bunu karıştırmasınlar. Yani 2023 demek, insanlığın geldiği, gördüğü en iyi çağ, en iyi değerler dünyası demek değil. Burada modernist İslâm’la biz ayrı düşüyoruz. 

Kubilay Bey soruyor, diyor ki: “Hocam, tefsirinizin birinci cildi tekrar basılacak mı? Bulamıyoruz.” 

Öztürk: Bu Ekim ayının ortalarında üçüncü cilt yayınlanıyor. Ha, birinci cilt de onunla birlikte basılacak, o da basılıyor. Evet. 

Bir detay soru — benim bilmediğim konulardan: Günay Doğan soruyor: “Nisâ Sûresi 78. Âyette, “İyilik ve kötülüğe dâir hepsi Allah’tandır” derken, sonraki âyette ise, “Sana ne iyilik gelirse Allah’tan, ne kötülük dokunursa kendinden” der. Burada bir çelişki söz konusu mu?” 

Öztürk: Çelişki söz konusu değil. Kıraat farkları bâzen böyle ârızalar yaratıyor. Münâfıklarla Peygamber efendimiz arasındaki bir diyalog bu. Gelmiş geçmiş târihte de, meselâ Yâsin Sûresi’nin ikinci sayfasında, “Vadrıb lehum meselen” diye başlayan sayfanın da altında “inna tetayyerna bi kum”, orada da peygamberlere, “Başımıza hep uğursuzluk getirdiniz” deniyor. Orada münâfıkların, ya da Yahudilerin, yani gayrimüslim cephe Hazret-i Peygamber’e diyor ki: “İyilik varsa kaynağı Allah’tır. Kötülük varsa, bu, eski köye yeni âdet getiren, senin ortaya yarattığın bu manzaradır. Kötülük senden.” 

“Sen de onlara de ki: İyilik de kötülük de Allah’tandır” diyor. Yani, kaynak olarak, ontik olarak, iyilik de kötülük de kaynağı Allah’tır. Yani orada Kur’an-ı Kerim izin vermiyor dualizme, yani “Ehrimen’le Ahuramazda ayrımına asla müsaade etmem” diyor. Fakat bir sonraki âyet, “İyilik Allah’tan, kötülük sendendir” diyor. Hattâ “Ye’kulü”, kıraatin biri böyle başlar. İkinci âyeti söyleyeyim: “De ki onlara, iyilik de kötülük de Allah’tandır. Ama gel gör ki, bunlar bir türlü lâf anlamaya yanaşmayan bir topluluktur ve bu yüzden hattâ ‘ye’kulü’ diyorlar ki, gene hâlâ demeyi sürdürüyorlar. Hâlâ diyorlar ki: ‘İyilik Allah’tan, kötülük sendendir.’ ” Hocam, üçüncü âyet ilk âyetteki iddiayı söyleyenlere âit bir pekiştirme cümlesidir. 

“İyilik Allah’tan, kötülük Muhammed senden.” Allah devreye giriyor ve diyor ki: “Muhammed, ‘İyilik de kötülük de Allah’tandır’ de, ama gel gör ki, bunlar bir türlü lâf anlamıyorlar, hâlâ şunu demeyi sürdürüyorlar.” Bu kıraat farkı bizim kaynaklarımızda var. Bu üçüncü cümle gene ilk cümleyi ileri süren münâfık veya gayrimüslim veya müşrik kitleye âittir. Alsınlar, Abdullah Bin Mes’ûd kıraatına baksınlar, bir de benim meâle baksınlar. Altındaki dipnotu da okusunlar. 

Hasan Bey demiş ki: “Bu kadar yalın ve net anlatıyor, nasıl anlaşılamıyor? Hayret” demiş. 

Öztürk: Hocam, ben dedim ya: “Geline ‘oyna’ demişler, ‘yerim dar’ demiş. ‘Eh, al sana yer’ demişler, bu sefer de “yenim dar” demiş. 

Mahmut Bey, târihselcilik üzerine diyor ki: “Birçok konuyu açan bir manivela gibi görüyor, fakat çok esnek ve tutarsızlık barındırdığını düşünüyorum.” Metodoloji sorunu mu yani? 

Öztürk: Üstâdım, bizim Türkiye’de dürüstçe bir îtirafta bulunalım. Biz oturduk, önce teori kurup kafamızı kaşıyarak paradigma oluşturup, onun altında metodolojiler kurup, yönteme oturtup, “Arkadaşlar, târihselcilik diye bir şeyi biz laboratuvarda denedik, oluşturduk, önünüze koyduk” diye yapmadık. Biz bunu hayâtın akışı içerisinde, kendi gerçek hayâtımızın sorunlarıyla, bize telkin edilen, inandığımız dinin buyrukları ya da hükümleri arasındaki açı farkını, örtüşmezliği görünce, el yordamıyla, sezerek, sezgiyle, “Bu böyle olmaz arkadaş. Bunun başka türlü bir çözüm yolu olması gerekir” diyerek biz bu yola girdik. Bunu Ömer Özsoy’a sorun, o da diyecek ki: “Biz vallahi sezgiyle girdik, el yordamıyla girdik.” Belki bizim içimizde en fazla, Pakistan’da devletin danışmanlığında da bulunan, dolayısıyla bir enstitünün etrafında biraz ciddî ciddî düşünüp, yazı yazma imkânı bulunan Fazlurrahman, belki daha avantajlıydı bizden, belki o kafasını kaşıyarak düşündü taşındı da bu târihselciliğe dâir yöntemleri teklif etti. Ama biz, Türkiye’de, Trabzonlarda, Yaşar Nuri Öztürklerin de katıldığı, Mehmet Bekaroğulları’nın da katıldığı ilk sempozyumlarla başladık bu işlere böyle. Biz bir şeyleri sezerek, hissederek, el yordamıyla yaptık. Metodoloji eksiği olması doğaldır, hâlâ yerine oturmayan taşların ve puzzle’ların bulunması doğaldır. Biz “Dört başı mâmur bir metodoloji ortaya koyduk” demedik. Biz bir bakış açısı, bir perspektif dedik; geliştirilmeye açıktır, tenkîde de açıktır. Açık tarafları masaya yatırılır, işte, “Akıl akıldan üstündür” denilerek katkı verilir, açık tarafları görülür, daha olgun hâle gelebilir. Katılıyorum hocam. Ama “Bu bir yığın tutarsızlık barındırıyor” cümlesini böyle muğlak, spot cümle olarak değil de, “Ne gibi tutarsızlıklar?” gibi böyle bir açılımı olsa bize de katkısı olur diye düşünüyorum. 

Dücane Cündioğlu’nun öne sürdüğü “Vahiy akla tâbi olmalıdır” görüşü hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Öztürk: Bu mecrâda öyle çok benim söyleyebileceğim bir şey değil. Ben bir kere linç yedim, daha ikincisini istemiyorum yani. 

Hocam, bunu zâten gelenek söylemiş: “Akıl evvel, nakil müevveldir” demişler. Ne demek biliyor musun? Önce akıl gelir, nakil de ona göre yorumlanır. Ne anladık şimdi bundan? Akıl vahye tâbi olur, doğru mu? 

Sana uzun bir soru soracağım, uzun cevaplı bir soru soracağım. O da şu: İbâdetler niye târihsel değil? Yani meselâ her şeye târihselcilik perspektifinden bakıyoruz, meselâ başörtüsü. 

Öztürk: Üstâdım, bu çok yavan bir soru. Bayatladı bu soru. Allah’a inanç niye târihsel değil? 

Üstâdım, ben klasik “taabbüd-tahlil” ayrımını benimseyenlerdenim. Taabbüd-tahlil ayrımı şu: Dinî hükümler, insanın yaşadığı toplumsal şartlara, sosyolojiye göre şekillenen ve illetini oradan alan, dolayısıyla değişken ve dinamik olan toplumsal hayat akışına göre hükümler vardır. Biz bunlara “talilî hükümler” diyoruz. Belli bir illete ve sebebe göre gelmiş hükümler. Meselâ “Ehl-i Kitap’la savaşın” hükmü, talilî bir hükümdür. Çünkü size tehdit oluşturuyorsa, size saldırıyorsa, siz de kalkarsınız, saldırı ve tehdit sebebi oluşunca savaş açarsınız. Ama ömür billah, sürekli “Savaşın” durumunda bir hüküm uygulanamaz. 

Ama “Allah vardır, birdir, şerîki yoktur, inanacaksınız” gibi hükümlerde illeti yoktur. Dolayısıyla taahhüt alanı, inanma alanı ve o inancı ibâdetle destekleme alanı illetten, dolayısıyla sebepten, dolayısıyla târihsel şartlar ve durumlardan bağımsız bir alandır. Bu ibâdet alanı, tıpkı Allah’a inanmanın koşulsuzluğu şartsızlığı gibi bir alandır. İbâdetin edâ biçimlerinde kolaylaştırıcı boyutlarıyla, şeklinde, ritüel boyutunda birtakım değişkenlikler olabilir; ama özünde değişkenlik olamaz. Ben ibâdet alanını, insan, toplum, sosyolojiden tamâmen bağımsız olarak, koşulsuz bir alan olarak görüyorum. Allah’a inanmak ne kadar koşulsuzsa, benim din anlayışımda, ona bir minnettarlık olarak, varlığımın bir şükrânı, minneti olarak ibâdetle bağlanmayı da koşulsuz olarak görüyorum. Ama ibâdetin edâ biçimlerinde oynamalar, esneklikler olabilir. Haccın diyelim ki bugün edâ şeklini maslahata göre Müslümanların daha kolay yapabilmesi için, şekil şemâil değiştirebilirsiniz ya da kurbanı başka bir boyutta, infak şekline dönüştürebilirsiniz, falan filan, ama Cenâb-ı Allah’a minnettarlık ifâdesi olarak gördüğüm şeyi ben koşullu târihsel bir unsur olarak görmem. Yani şöyle söyleyeyim: Anne babaya itaat, anne babayı tanımak koşullu bir şey değildir. Yani “Anne baba şöyle durumlarda tanınır, böyle durumlarda tanınmaz” veya “Anne baba hatırı sayılmaz” diye bir koşul olamaz. Ama toplumsal düzen ve hukuk alanı öyle değil ki üstâdım. Bir sebeple, bir illetle ortaya çıkar hükümler. Boşanma hükmü ne zaman çıkar? Geçimsizlik olunca çıkar. Ha, boşanma ârıza çıkınca devreye giren hüküm gibi. Allah’a böyle inanılır mı yani? 

Hocam, sorular yağıyor. Şimdi yine Yaşar Nuri Hoca’yı soranlar var. Meselâ Bülent Yılmaz diyor ki: “Târihselci miydi?” 

Öztürk: Yaşar Nuri Öztürk târihselci değildi, hocam değil, “Kurancı modernist”, yani öyle diyelim. “Kur’an, bugün bütün sorunlarımızı çözer. Kur’an’a dönersek, modern dünyanın bütün sorunlarıyla başa çıkabiliriz. Müslümanlara lig, level atlatabiliriz” diye öyle bir inancı vardı, öyle bir naif inancı vardı. Asla târihselci değil. 

Bir başkası diyor ki: “Yaşar Nuri hocayla varsa bir anınızı anlatabilir misiniz?” diye sormuş bir izleyici. 

Öztürk: Yaşar Nuri Öztürk hoca ile en son anılarımdan birisi, İzmir’de meal sempozyumu vardı. Ben hocanın oraya geldiğini bilmiyordum. Meal yazarlarının hepsini dâvet etmişlerdi oraya. Kur’an-ı Kerim’deki meallerin Türkçesinin bozukluğu, kekremsiliği, kötülüğüne dâir birkaç örnek vermiştim. Birkaç tânesi de hocanın meâlindendi, ben hocanın orada dinleyiciler arasında yer aldığını bilmiyordum. 

“ve uşribu fi kulubihimul icle bi kufrihim” âyeti var. “Küfürlerinden dolayı onların kalplerine dana içirildi.” “Kalplerine dana içirmek” diye hiç Türkçe cümle, deyim duydun mu? Yok. “Bi ma kanu”, “yaptıklarının karşılığı”, Hud Sûresi’nde; o da, “Sanayi üretimleri” diye çevrilmiş. Ben de bunları karikatürize edilmiş meal, çok kötü örnekler diye vermiştim. Hoca, “Boynuz kulağı geçermiş oğlum. Beni haşat ettin” dedi programdan sonra, biraz gülerek, aslında altında bir kızgınlığı da vardı. Bir kere de söylemiş olduk, işte hocayla bir anımız var. 

Bir başkası da demiş ki: “10 yıl önce mi, Yaşar Nuri Öztürk örneği vererek, ‘Ben mahallemi hiç değiştirmedim’ demiştiniz. Hâlâ aynı noktada mısınız?” 

Öztürk: Hocam, ben mahalle olarak bu İslâmcı kanatla koptum; orayla zihin bağım yok benim. Ama bizde şöyle algılanıyor: Buradan koptuysan o zaman şuraya geçmişsindir. Ben herhangi bir yere geçmedim üstâdım. Ben herhangi bir yere mensûbiyet duygusuyla, “Arkadaşlar, ortada kaldım. Beni kabul edecek yok mu?” gibi bir algım yok benim, buna da ihtiyâcım yok yani. Eski arkadaşlarım bozuk çıktılar yani. Öyle olmadıklarını düşünüyordum, onlarla aram açıldı. Dolayısıyla İslâmcılık dediğim şeye dâir tahayyülüm yıkıldı, beklentilerim fos çıktı. O bir hikâyeymiş geçti gitti. Bir yanılgı payı, insandır, beşerdir şaşar. Başka bir mecrâdan tekrar yoluma gidiyorum, ama mahalle filan aramıyorum. Bulunduğum yerdeyim, nereyse orayım. Yani beni kalkıp laikçi Kemalist bir dünyanın içine oturtamazsınız, ben oraya yabancıyım, açık söyleyeyim. 

Yani meselâ birisi diyor ki: “Bâzen çok duygusal davrandığınızı düşünmüyor musunuz? Hocam, kişiliğiniz çok melankolik sizin” demiş. 

Öztürk: Abi vallahi melankolik mi bilmiyorum, Neşet Ertaş’ı çok seviyorum. Ondan mı oluyor bilmiyorum. O Karadenizlilikten ve mısır yemiş olmaklıktan, biz 10 yaşımıza kadar buğday ekmeği görmedik. Mısır ekmeği yiye yiye de böyle fevrî bir yanımız var, guatrımız var bizim. 

Aynen. 

Öztürk: O hiddet oradan geliyor, o melankoliden gelmiyor. 

Bir izleyicimiz diyor ki — demin mealden bahsettin ya: “Bâzı sûrelerin ismi Arapça kalıyor” diyor, “Meselâ niye Ankebut Sûresi için Örümcek Sûresi denmiyor?” 

Öztürk: Desin ne olacak? Üstâdım, bir şey söyleyeyim mi? Ya bu dil, böyle şöyle bir, “İnne mine’l beyâni lesihrâ” diye bir hadis vardır. “Dilde bir sihir vardır” diye. Şimdi meselâ bir Osmanlıca terkiple, “Ol salonunun perdeleri şöyle açıldı, feth eyledi” falan diye desen, “Vay be!” dersin, ama onu günlük dile çevirdiğinde o biraz şey oluyor, etkisini, gücünü yitiriyor. Bâzı kelimeleri eski kendi tâbiriyle bırakmak, ona bir mistik hava katıyor, bir değer katıyor. “Örümcek” dedin, “dana” dedin, “düve” dedin diyebilirsin. Bunda bir sıkıntı yok. Bu bir aşağılama da değil, ama o büyüsünü kaybediyor hocam, otantisitesini kaybediyor, insanların zihnindeki imajı bozuluyor. O yani… bir sıkıntı yok yani. Tamam “Beni İsrail Sûresi” deme de “İsrail Soyu Sûresi” de, “İsrâ”” deme de işte “Gece Yolculuğu Sûresi” de de bakalım. 

Bir tâne çok güzel bir şey var. Soru değil, diyor ki izleyicimiz: “Öztürk hocamın geçtiği yollardan yeni yeni geçiyorum. Geçmişini yaşıyorum âdeta. Yaşım 29, Giresun’da henüz din öğretmeniyim. 1-2 yıldır sorguluyorum. Kaldıramam muhtemelen,” diyor. 

Öztürk: Kaldıracağı kadar sorgulasın abicim. Ayarını bilir o. Kaldıramazsa, abi, halı sahaya filan gitsin. Anladın mı? Çay içmeye bir arkadaş grubu kursun, Torburnu’ya gitsin, Kulakkaya’ya çıksın. Efendime söyleyeyim. Köfteciye gitsin, denize açılsın balık tutsun. Sürekli sorgulamasın. Ayarı kadar sorgulasın. 

Bir izleyicimiz diyor ki: “Ben İmam-Hatip mezunuyum. Tanıdığım hafız ateistler var. En dindar kesimlerde akıl almaz bir dinden çıkış ve soğuma yaşanıyor.” 

Öztürk: Hocam, bu ucuz tepkiler, bu insanlara… Ben tabii “ucuz” diyorum. Kendi açımdan “ucuz” diyorum; ama o insanların yaşadıkları ızdırapları bilmiyorum. Muhtemelen çocukluk devrelerinde, o hafızlık zamanlarında çektikleri zorluklar, sıkıntılar, dayaklar, belki tedip yönlerindeki ağır şeylerden dolayı bunalmışlıkla tepkisel ateistlik bunlar. Tepkisel ateistlik. 

Ben de şiddet çok gördüm. Yani dinî sorumluluklarımı… ya, diyelim ki medrese usûlü Arapça derslerim vardı, yapmadım, dayak yedim; top oynadığım için dayak yedim. Efendime söyleyeyim, imam-hatipte derslerim çok iyi olmadığı için dayak yedim. Dayak oğlu dayak, dayak oğlu dayak; hepsinin arkasında Millî Görüş’ün “Önce ahlâk ve mâneviyat”, bunun uğruna yedim ben dayağı. Buradan, faturayı ahlâk ve mâneviyâta kesip, “Sizin dininiz de batsın, Diyânetiniz de batsın” deyip, o hıncımı öyle alabilirdim. Al sana, ateistliğin yolu buradan açılıyor. 

Cenâbı Allah bana hep şunu tuttu, yani, “Ya, burada bu yöntemi din adına uygulayanın şahsî problemi”. Bir dinin, Allah’ın bunda ne suçu var üstâdım? Ben onu hep Allah’ı ve dinin kendisini, yani onu araştıracaksam da ben araştırayım, sorgulayacaksam da ben sorgulayayım; ama onu parantezin içinde tutmayı başardım. Parantezi kaldırmadım; yani dışarıdan, imam-hatipte gördüğüm, babadan gördüğüm, yakın çevreden gördüğüm baskıyı, şiddeti dine yorarak dini de paket etmedim. Bunlar, bu tür tepkisel ateistlikler üstâdım, bunlar sağlıklı ateistlikler değil. Yani düşünülmüş, taşınılmış, dinin teolojik hesâbı yapılmış, masaya yatırılmış, “Bunun inanılacak bir tarafı yok” diye ikna olunmuş da ateizm daha mâkul gelmiş de ateist olmuş değil. Bizim Türkiye’deki ateizmin çoğu hep tepkisellik üstüne kurulu ateistler. 

Tepki meselesinde Özgür Bey şöyle bir şey diyor: Meâlen, “İnsanlara olan öfkeniz, sizi onlara karşı adâletsizlik yapmaya sevk etmesi” âyetini hatırlatarak, “Sizi hayal kırıklığına uğrattıkları için Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu’na haksızlık ettiğinizi düşünüyor musunuz?” 

Öztürk: Yok, hiç düşünmüyorum. Kim onlar? Beni hayal kırıklığına uğrattıkları için mi? Yok. Ben onları birileri bize, “Yalan söyleyen tarih utansın” gibi birileri bize bir Necip Fazıl anlattılar. Metetepe’de gittik, sabah akşam “Sakarya” şiiri okuduk falan filan, bir kahraman çıktı. Abi, biz de bir baktık ki CHP’nin daha kuruluş yıllarından beri bir Necip Fazıl’la tanıştık. Ya, “Atatürk etiyle, kanıyla, canıyla, rûhuyla yeryüzüne tekrar dönecek”. Yani 12 İmam Şîası’ndaki imamın rec’at fikri gibi. 

Adam buralardan başlamış, Menderes’e, “Param bitti abi, 3 kuruş versene. Ya başkasına yapsaydım bu işi, var ya beni paraya boğardı. Ben senin için her türlü tetikçiliği yapıyorum”dan geçmiş. Böyle bir adam çıktı karşımıza abi. Yanar döner bir tip, ben Karar’da yazdım abi, yıl yıl yazdım. 1935 Fazıl cümlesi, 40, 50, 60. Bir bakın. Kadir Mısıroğlu’yla hiç işim olmadı zâten. Dolayısıyla onlara dâir benim anormal tarzda, yani hattâ normalin üstünde bir kızgınlığım, hiddetim var. O da o gençlik yıllarını, onların söylemleriyle, nutuklarıyla –yani ben sözünün eri adamlar olduğunu düşünüyordum, en azından Necip Fazıl–; yıllarımı çalmışlar, “Kaldırımlar” şiiri bilmem ne, şunlar bunlar bilmem ne. Bunları okuyarak geçtik. Geriye dönsem de keşke okumasam onları. Bak, hayâtımda var ya, s”Şu hâfızamdan silinse, bunlara verdiğim zamanlar çıksa” diyeceklerimden birisi Necip Fazıl’dır abi. Silinse keşke ya. Onun yerine halı sahada maç yapsaydım o kitabı okuyana kadar. 

Kemal Acat da soruyor ki: “Kâinatı yaratan Allah, neden insanlarla iletişim kurma gereği duydu?” 

Öztürk: Bu sorunun cevâbını ben burada vermeyeceğim hocam. Bunu bir gün, gelirse bana bir yerde, onunla oturup konuşuruz. İnsanlarla iletişim kurma, kurmama… gerek duymuş mu duymamış mı? Onları konuşuruz hocam. 

Demin Kur’an’da cenneti anlatırken, cennetten bahsederken, “Sahâbeye yönelik bir cennet tasviri” dediğini hatırlatıyor bir izleyici ve diyor ki “Sizin cennet tasviriniz nedir?” 

Öztürk: Kur’an-ı Kerim’de de bir âyet var, hocam. “…velekum fîhâ mâ tedde’ûn” diye bitiyor. Yani “Ne isterseniz orada karşınızda bulacaksınız” diyor, hocam. Üç noktalı cennet tasviri; öbür dünyada eğer bir hikâye başlayacaksa, bu, rûhânî olur, bedenî olur, cismânî olur bilemem. Orada hani bizim bu mutluluk hayâlimiz var ya, huzur hayâlimiz, dinginlik hayâlimiz. Onun mutlak olarak yaşanacağı bir yer tasavvur edin. Muhammed Esed’in Kur’an mesajının başında cennete dâir şöyle bir tâbir var. “Cehennemi bugünkü lafzî/literal tasvirleriyle Batılı’nın önüne koyarsak, biz bunlara bir şey anlatamayız. Cenneti de anlatırsak Arap fantezileri çıkar” diyor. O zaman biz cenneti şöyle anlayalım: Zihninizde mutluluğun en üst şeyini düşünün. Onun içeriğini nasıl tahayyül ediyorsanız onun da ötesinde bir güzellik, mutluluk âlemi olarak tahayyül edin. Bu çok somutlaştırılabilir bir şey değil. Katıksız mutluluğun, katıksız dinginliğin, huzurun yaşanacağı bir ortam diyelim, nokta. Soyut bir şey yani.

Yavaş yavaş dükkânı kapatalım. Çok soru var, yorum var, hepsine yetişemedik. Belli ki bunun devâmını getireceğiz, öyle görünüyor. 

Öztürk: Abi, ben şimdi teolojik Güzin Abla değilim yani. 

Güzin Abla… güzel, iyiymiş. Son bir soruyla bitirelim: Fatih Tekin soruyor ki, “Dindeki ve Kur’an’daki bütün tutarsızlıkları ve mantıksızlıkları en doğru ve en güzel şekilde bir bir anlatıp, en sonunda kendini inanmaya tekrar nasıl iknâ ediyor?” diye soruyor 

Öztürk: Hangi tutarsızlıkları anlatıyorum, abi? Tutarsızlık diye bir şey yok ki üstâdım. Kur’an-ı Kerim’de kendi şartlarının içerisinde mâkul, mantıklı, işe yarar hüküm var. Fakat “O şartlar artık bugünkü şartlar değil; bugünkü şartlar değil, bugünkü uygulama zemini kalkmıştır” demek Kur’an’ın tutarsızlığı mıdır üstâdım? Sen hiç bugüne kadar benim ağzımdan “Allah orada öyle söylüyor. Burada kendiyle çelişiyor” diye böyle bir cümle duydunuz mu?” 

Abi, bu kendi savını kendi koymuş. Kendi yargısına göre kendisi benim hakkımda hükmediyor. Ya, böyle bir şey yok. Kur’an’ın kendi hükmünün toplumsal düzene ilişkin hükümlerinin bir kısmının kendi târihsel şartlarında işlev gördüğünü, ama bugün artık bunların bu dünyada karşılığının olmadığını demek tutarsızlık demek değil ki. 

Bunun dışında nasıl bir tutarsızlıktan bahsediyor üstâdım? Bir de bir şey söyleyeyim: Allah inancı, Kur’an-ı Kerim’in çizdiği çerçeve içerisinde illâ Arapların veya Sünnîlerin inandığı gibi “İnanacaksın” zorunluluğu değil. Cenâbı Allah’a inanmak duygusu, bu târihten, Sünnîlikten, mezhepten, kitaptan, şundan bundan daha evrensel, daha fıtrî, daha büyük bir şey ya. “Nasıl hâlâ inanıyor?” demesini anlamıyorum. Bu arkadaş herhalde bütün hikâyenin bu Diyânet-İlâhiyat çatısı altında döndüğünü düşünüyor hocam. Onun dışında da bir insanda din duygusu, bir inanma duygusu var. Bütün hikâyeler böyle kurumsal din, kurumsal dindarlığın dâiresi içinde olup bitmiyor. Onun dışında da “insan” diye bir tecrübe var. 

Yani Güzin Abla da bir insan diyorsun. 

Öztürk: Bu arkadaşın bizim ilâhiyat profesörü kimliğinden önce “insan” olduğumuzu hatırlaması gerekiyor, hocam. 

Evet, çok teşekkürler. Noktayı koyalım. Bayağı bir şey atladık, ama bir saat konuştuk. Hocam, çok sağ ol. Sorularını iletemediklerimizden özür dileyelim, ama arayı açmadan bunu devam ettiririz. Daha uzun bir süre ayırırız belki. 

Öztürk: Olur, olur, inşallah. 

Sizlerin de katkılarıyla, esas sizlerin katkılarıyla Mustafa Öztürk’le “Günümüz Türkiye’sinde İslâmiyet ve Müslümanlık” üzerine konuştuk. Sorularımıza cevap verdiği çok güzel bir yayın oldu. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.