Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (186): AYM’nin Can Atalay Kararı & Erdoğan’ın Hamas’a sahip çıkması & Cumhuriyetin 100. yılı

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay’ın bireysel başvurusunda verdiği, “seçme ve seçilme hakkı”, “kişi güvenliği ve hürriyeti hakkı” yönlerinden hak ihlali olduğuna ilişkin kararının gerekçesi Resmi Gazete’de yayımlandı. Atalay’a 50 bin TL “manevi tazminat” ödenmesine karar verildi.

Cumhuriyetin kurulmasının üzerinden 29 Ekim’de tam 100 yıl geçti. Cumhuriyetin 100.yılında Türkiye nereye geldi?

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Hamas ile ilgili sözleri gündeme bomba gibi düştü. Erdoğan, Hamas’ı “terör örgütü” olarak değil, “kurtuluş ve mücahitler grubu” olarak nitelendirdi.

Ruşen Çakır ve Kemal Can, Haftaya Bakış’ta yorumladı.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can’la yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Anayasa Mahkemesi’nin TİP Hatay Milletvekili Can Atalay hakkındaki hak ihlâliyle ilgili gerekçeli karar yayınlandı biliyorsun. Şu anda 13. Ağır Cezâ Mahkemesi’nin tahliye kararı vermesi bekleniyor; ama hâlâ karar vermiş değiller. Biraz önce avukatlar toplu halde Mahkeme Kalemi’ne gitmişler. Çünkü mesâî saati de doluyor. Hâlâ ne olacağı belli değil; ama normalde olması gereken, tahliye karârının verilmesi ve Can Atalay’ın da bugün çıkmasıydı. Sabah saatlerinde de olabilirdi bu; uzattıkça uzatıyorlar. Dün de “Mesâî bitti” diyerek dükkânı kapatıp gittiler, şimdi de uzatıyorlar. Şimdi hafta sonu da girecek araya. Anayasa Mahkemesi’nin karârını tanımama durumu da olabilir. Bu olay daha önce de yaşandı. Meselâ Enis Berberoğlu olayında benzer bir durum yaşanmıştı biliyorsun — Anayasa Mahkemesi kararları üstünde bir şey olmaması gerekirken. Yapmaları gereken, hızlı bir şekilde karârı onaylamak. Zâten gerekçeli karar da çıktı; ama yapmıyorlar. Anladığım kadarıyla siyâsî bir işâret bekliyorlar ya da siyâsî bir işâret aldılar ona göre hareket ediyorlar. Söyleyebilecek çok fazla bir şey yok. Belki bu yayın sırasında durum netleşir, o zaman görürüz; ama sürüncemede bırakma eğilimi sanki daha güçlü gibi.

Kemal Can: Zâten bu dâvâ, Can Atalay’ın yargılandığı ve hüküm giydiği dâvâ, Can Atalay’ın tutukluluğu, bu dâvâda ve daha pek çok dâvâdaki diğer tutuklular, diğer hükümlüler ve bu olayın özelinde milletvekili seçilmiş olmasına rağmen Can Atalay’ın Meclis’teki görevine hâlâ başlamamış olması, hiçbir boyutuyla hukukî bir mesele değil.  Dolayısıyla hukukî değerlendirmelerle verilecek bir cevâbı, sorulacak sorusu bile yok. Yasama dokunulmazlığıyla ilgili çok açık anayasa hükümleri var. 

Aslında Anayasa birçok konuda son derece boşluklar içeren, yoruma bırakılmış tarafları olan bir anayasa olmasına rağmen bu konuda gayet net ifâdelerle durumu târif etmiş ve bir milletvekilinin seçildiği andan îtibâren, değil mahkûm edilmesi, hapiste tutulması, yargılamasına devam edilmesinin bile mümkün olmadığını söylüyor. Zâten Can Atalay milletvekili seçildikten sonra yargılanması devam etti, tahliye edilmedi. Yargılanması devam ettikten sonra da bunun üstüne hüküm kuruldu. Anayasa açıkça, “Milletvekilliği devam ederken onu yargılayamazsın” diyor. Ayrıca gerekçeli kararda çok net biçimde, yargının bu tutumuyla bir hak ihlâline neden olması yanı sıra, aslında bir yetki aşımı ve uhdesinde olmayan bir hak kullandığını söylüyor. Yani “Yasama dokunulmazlığıyla ilgili sınırları mahkemeler belirleyemez” diyor. Bu, Anayasa’da belirlenmiştir. Siz mahkeme olarak bu konuda bir karar veremezsiniz. Sâdece Can Atalay ile ilgili hak ihlâli yapılmış değil. Aynı zamanda Yargıtay’dan bu karârı veren 1. derece mahkemesine kadar, Adalet Bakanı’ndan bütün yargı sürecinde yer almış herkes, aslında sâdece bir hak ihlâline imzâ atmıyorlar, bir kanunsuzluğa da imzâ atıyorlar. Kanun dışına, yetki dışına çıkmış, kendi hakları ve yetkileri olmayan bir inisiyatif kullanmış ve Anayasa’yı aşmış oluyorlar; net olarak Anayasa’yı bir ihlâl var. Can Atalay ile ilgili hak ihlâlinin yanında, bu mahkeme karârı ve daha sonrasında tahliyesine izin vermeyen bütün yöneticiler ve yargı mensupları, aslında Anayasa’yı da ihlâl ediyor. Yani sâdece hakkı değil, Anayasa’yı da ihlâl durumu var. Anayasa Mahkemesi’nin karârı bunu da belirtiyor zâten. Bu çok açık bir hüküm.

Sen de bâzı örnekleri söyledin; bu tür meselelerde, böyle üstünden atlamak, zamâna yaymak, top çevirmek, geciktirmek, hattâ karârı tanımamak gibi eylemler, daha önce gördüğümüz şeyler. Ama hak ihlâllerinde, ihlâl durumunun devâmıyla ilgili her dakika için, hem çok ağır tazmînat hem de cezâ hükümleri getirilmesi lâzım. Çünkü bu mahkeme bu karârı verdiği andan îtibâren yapılacak şey çok açık. Bu ülkenin Adalet Bakanı, “Gerekçeli karârı bekliyoruz” diyor. Bir hükmün kurulmasından sonra gerekçeli karar, o hükmün uygulanması ile ilgili bir meseleyi değil, uygulanma biçimiyle ilgili birtakım prosedürleri etkileyebilir. Ama “Gerekçeli karârı beklemek” diye bir şey yok. Hak ihlâli durumunda hemen hak ihlâlinin durdurulması gerekir. Hemen durdurulması gerekir. Çünkü hak ihlâli, devam etmekte olan bir ihlâldir. Bunu suç diye târif edersek, devam etmekte olan bir suç, suça devam ediyorsunuz aslında. Dün Adliye’yi terk ederek “Heyeti toplayamadık” diyen Mahkeme Başkanı’ndan, bugün bunu savsaklamaya ve karârın uygulanmasını geciktirmeye niyet eden, tâlîmâtını veren bu tâlîmâta uyan herkes, hem hak ihlâli hem anayasa ihlâline devam etmekte. Dolayısıyla her dakika îtibârıyla bu ihlâl sürdürülmekte. 

Senin dediğin gibi, “Bugün de herhangi bir nedenle karar veremedik, yeniden toplanacağız. Hafta sonu giriyor, pazartesi günü bakarız” diye Can Atalay’ı zâten aylardır haksız ve hukuksuz biçimde, hakkı geçtim kendi tâbi oldukları hukuk kurallarını ezerek, tanımayarak uyguladıkları bu ihlâle devam etmiş olacaklar. Daha önce de bunun örneklerini gördük. Açıkçası milletvekili seçilmesi ânından îtibâren, zâten bir dakika bile hapishânede tutulmaması gereken bir milletvekili. Üstelik bu, onu seçen insanların haklarını da ihlâl aynı zamanda. Sâdece Can Atalay’ın haklarını ihlâl etmiyor. Yasama dokunulmazlığı, o dokunulmazlığı elde eden milletvekilleri için tanınmış bir hak. Ama aslında millet adına yapılan yasamanın güvencesi olması için konmuş bir kural. Dolayısıyla, o Meclis’in bütününe ve o milletvekiline oy vermiş, onu vekili olarak seçmiş bütün seçmenlere ilişkin de, bu ihlâlin devam etmesi anlamına gelir. Bu konuda Adalet Bakanı’nın zâten ağırdan alma hâlini gördük. Ama daha önceki süreçte, Meclis Başkanlığı da, “Bizim elimizde bir şey yok” diyerek bu konuda en azından tavır ortaya koymadı. Çünkü bu doğrudan Meclis’le ilgili bir şey. Yasama organı dediğimiz yer Meclis. Dolayısıyla yasama dokunulmazlığıyla ilgili hakkı ve yetkisi olmayan bir sınırlama yaratan yargının karârı, aslında doğrudan yasama organını ilgilendiren bir şey. Burada bir yaptırım gücü olup olmamasından bağımsız olarak, Meclis’in kendi belirleme yetkisi anayasa tarafından verilmiş olan bu hakkın sınırlarını, kendi belirlemediği biçimde yargının sınırlamaya kalkmasına îtiraz etmesi gerekiyordu. 

Şimdi gelinen süreçte, eğer dediğin gibi bir ağırdan alma ve bu ihlâli uzatma, bunun bir siyâsî dâvâ olarak devâmından bir medet umuluyorsa ya da Anayasa Mahkemesi’nin karârını, daha önce de doğrudan Erdoğan’ın bile dile getirdiği gibi, “Tanımıyorum, saygı da duymuyorum” diye cevaplama gibi bir şeyle karşılaşmayacaksak, sâdece bu gecikme bile kabul edilebilir bir şey değil. Şimdiye kadarki zâten değildi, şimdiden sonra da açık bir biçimde değil. Hadi diyelim ki doğru değil, yine Anayasa’ya ve Türkiye’deki geçerli yasalara göre Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararları da Türkiye’deki bütün yargı organlarının üzerinde. Hadi diyelim ki Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarını siyâsî buluyorsun, uymamak gibi bir hakkın yok ama diyelim ki eleştiriyorsun. Ama kendi Anayasa Mahkemen, Türkiye’deki en Yüksek Mahkeme, geçerli ve lağvetmedinizse, Devlet Bahçeli’nin talep ettiği gibi kaldırmadınızsa, hâlâ geçerli bir mahkeme. Dolayısıyla, Anayasa Mahkemesi’ni, sizin, tâlîmatla ona buna mahkûmiyet çıkardığınız mahkemelerden daha az yetkili, daha az îtibarlı ve daha az kaale alınır bir mahkeme hâline getirirseniz çok başka bir şeyin kapısını açmış olursunuz. 

Bugüne kadar zâten ihlâl devam ediyordu; Herkes de bunun siyâsî bir kararla yapılan bir ihlâl olduğunu zâten biliyordu. Şimdi yargı karârına karşı bu direnci sürdürmek, ağırdan almak, gereğini yapmamak, ağır bir kusurdan ağır bir suça çevirmekte. Çünkü dediğim gibi bu, Anayasayı ihlâl anlamına geliyor. Mahkeme kararlarına uymamak iktidârın tekelindeyse, yarın öbür gün, insanların sizin verdiğiniz mahkeme kararlarına uymasını, “Ama mahkemeler karar verdi” deme hakkınızı da kaybetmiş olursunuz. Dolayısıyla bu işin siyâsî bir itişme ve rekabet konusu olarak devam etmesi niyetiyle, en azından biraz zaman kazanmak için, biraz daha eziyet çektirmek için ya da “Öyle kolay kolay kabul etmiyoruz” intibâı vermek için sürdürülmesi söz konusu olursa, buna çok güçlü biçimde, ama şimdiye kadar olduğu gibi sınırlı değil, bütün siyâsî aktörlerin etkili biçimde karşı çıkması ve bunu mesele etmesi gerekir. 

Ruşen Çakır: Hâlâ haberleri bekliyoruz; şu âna kadar bir gelişme olmadı. Eğer yayın boyunca bir gelişme olursa aktarırız.  

Yarın Cumhur İttifâkı Atatürk Havalimanı’nın eski alanında “Büyük Filistin Mitingi” düzenleyecek. Cumhurbaşkanı Erdoğan orada olacak, Devlet Bahçeli olacak ve diğer Cumhur İttifâkı partilerinin liderleri olacak. O mitingin açıklanmasından hemen sonra, Erdoğan grup toplantısında çok net bir çıkış yaptı ve “Hamas terör örgütü değildir” dedi. O zamâna kadar izlediği daha hafif dengeli politikasını büyük ölçüde terk etti ve İsrail’le normalleşme çalışmalarının da kesintiye uğradığını bir şekilde dile getirdi. Burada ilginç olan Bahçeli. Benim bildiğim, Filistin dâvâsı MHP için öyle çok öne çıkan bir husus değildir. Erdoğan’ın daha temkinli yaklaştığı bir dönemde bile Bahçeli, Filistin meselesinde ABD’yi, Batı dünyasını ve tabiî ki İsrail’i suçlayan daha sert çıkışlar yaptı ve Erdoğan’la Bahçeli görüşmesinden sonra Erdoğan’daki bu tutum değişikliğini gördük. Sonuçta Erdoğan’ın bu tür bir çıkış yapması bizi şaşırtmıyor. Zâten ilk günden yapsaydı hiç şaşırmayacağımız bir şeydi; tam tersine ilk günden yapmadığı için şaşırtmıştı. Şimdi, bildiğimiz Erdoğan karşımıza çıktı. Ama bunu ne kadar sürdürecek? 

Bir diğer husus da, İsveç meselesi hızlı bir şekilde tekrar Meclis’e taşındı biliyorsun ve normalde salı öğleden sonra toplanması gerekirken, pazartesi günü sabahtan toplanacak. Bana sanki Hamas çıkışının yaratacağı etkileri dengelemek istiyormuş gibi geldi, çok emin değilim. Ama şurası muhakkak: Erdoğan’ın “Hamas bir terör örgütü değildir” demesi zâten bir etki yarattı. Yarınki mitingi uluslararası medya da yakından tâkip edecek belli. Bu miting şu âna kadar dünya çapında yapılmış en büyük miting bile olabilir. Bunu şu nedenle söylüyorum: Çok büyük katılım olacağından değil. Şu âna kadar dünya çapında çok olağanüstü protestolar görmedik; Londra’daki protestoları saymazsak — ki onlar da geçmişe kıyasla çok olağanüstü değildi. O yüzden, yarınki miting şu âna kadar yapılmış en büyük kitlesel gösteri olabilir. Bu da tabiî ki gözlerin doğrudan Türkiye’ye ve Erdoğan’a çevrilmesine neden olabilir.

Kimileri bunun yerel seçim yatırımı olduğunu söylüyor. Bu boyutu muhakkak vardır; ama ben hâlâ tam olarak, Erdoğan’ın o ilk baştaki tutumunu neden terk ettiğini merak ediyorum. Ayrıca, kara harekâtı da başlamadı biliyorsun. Kara harekâtının her an başlayacağını konuşmuştuk; ama hâlâ birkaç gün daha olmayacak gibi bir hava var. Kara harekâtı başlayıp çok büyük ölü sayıları yeniden söyleniyor olsaydı belki olurdu. Tabii şunu unutmamak lâzım: İsrail, hava harekâtıyla da çok ciddî bir katliam yapıyor şu anda. Gazze’de binlerce kişinin hayâtını kaybettiğini biliyoruz. Ama onlar artık hastâne olayı dışında çok dikkat çekmiyor. Şimdi kara harekâtı başlarsa, tabiî ki dünyanın gözü iyice oraya çevrilecek. Sen ne dersin? Erdoğan niye böyle bir tutum değişikliğine gitti sence? 

Kemal Can: Kara harekâtıyla ilgili birkaç şeyi sonra söyleyeceğim, ama önce senin soruna cevap vereyim. Erdoğan’ın tavır değişikliğinin tabiî ki iç politikayla ilgisi var. Kamuoyunda oluşan Filistin sempatisi demeyeceğim, çünkü Türkiye’de bu tür şeylerde motivasyon, genellikle zorluk içerisinde olan halklarla dayanışmadan çok, orada kendileri için de sorunlu olan, rahatsız edici, mütecâviz tarafa oluşan öfkeyle ve nefretle biçimleniyor. Filistin meselesinde, Türkiye’deki İsrail karşıtlığı, özellikle İslâmcı cenahta, muhâfazakâr çevrelerde daha belirgin. Filistin’le bir empatik yakınlık kurmak, onlarla dayanışmak ve Filistin dâvâsının önemine inanmaktan çok, İsrail ve Batı karşıtlığıyla, hatta anti-Semitik birtakım şeylerle kolay buluşuyor. Dolayısıyla bu tür dalgaların içerisinde bir varlık göstermek, iç politik gerilimi kendi tarafına çekmek ya da kendi cenâhında kayıplarını azaltmak için böyle çıkışlar yapmaya ihtiyaç duyması anlaşılır bir şey — ki Yeniden Refah Partisi ve diğer küçük partilerin seçimden sonra da varlıklarını korudukları, hattâ hafif bazı artışlar bile sağlayabilecek bir hareketlilik oluşturdukları görülüyor. 

Ama ben asıl motivasyonun iç politika değil, dış politikayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla Bahçeli ile görüşmesinin de etkisi olmuştur belki. Hattâ Bahçeli çok ileri gitti, “24 saat içerisinde ateşkes sağlanmazsa Türkiye devreye girmelidir” diye açıklama yaptı. O görüşmenin nasıl bir etkisi olduğunu bilmiyorum, ama ben asıl motivasyonun dış politikayla ilgili olduğunu düşünüyorum. Dış politikayla ilgili olan kısmının ise biraz “U dönüşü”, rota değişikliği, Batı’dan kopma, Doğu’yla artık başka bir zeminde ve başka bir dünyanın önemli aktörü olma hevesiyle ilgili olduğunu çok düşünmüyorum. Yani Erdoğan’ın İran-Rusya-Hamas eksenine doğru, Hizbullahlı bir dünyaya doğru hareket ettiği düşünmüyorum. Tam tersine, senin İsveç örneğini vererek hatırlattığın gibi, bu tür olaylar karşısında önce hafif îtidal, önce tam ne dediği anlaşılmaz bir belirsizlik, hattâ sonrasında biraz şaşırtıcı bir suskunluk, sonra biraz bir ters köşe çıkış… 

Bunu birçok vakada görüyoruz. Ukrayna hâdisesinde de gördük, daha önce Suriye, Irak meselelerinde de gördük. Erdoğan’ın, bu belirsizlik anlarında, biraz Batı’nın önemli güç merkezlerinin sinir uçlarına dokunarak ya da kafalarını kendisine çevirecek çıkışlar yapmayı seviyor. Yani uzun bir sessizlikte durumu bekliyor. Pozisyonların tam olarak nasıl oluşacağını kestiremediği anlarda hızlı hamleler yapmıyor, sonra kendince üç aşağı beş yukarı dengeleri hesaplayabildiğini düşündüğünde, pazarlık ve masa şanslarını artırmak için yüksek bir açılış yapıyor. Bu aslında “Ben buradayım” çıkışı.  Bunu, Ukrayna meselesinde, İsveç’in NATO hâdisesinde çok net görmüştük. Orada çok yüksek perdeden bir çıkış yaptı. Sonra neredeyse herkes sıraya dizilip, önce biraz yadırgatıcı bulduklarına ilişkin birtakım genel açıklamalar yaptıktan hemen sonra, “Aman ha! Türkiye’yi bu işte yanımızda tutalım” derdiyle ya da “Şimdi bir de bununla uğraşmayalım” derdiyle veya başka bir pazarlık zemini oluşturarak, hemen onu dikkate alan, onunla muhâtap olan, onu önemsediğini gösteren çıkışlar yaptılar. Hattâ hatırlayalım: İsveç meselesinin hemen sonrasında, neredeyse bütün Avrupa liderleri sıraya girmişti buraya gelerek Erdoğan’ı iknâ etmeye, Erdoğan’ı râzı etmeye, Erdoğan’ı memnun etmeye uğraştılar. 

Şimdi de, İsrail özellikle yüksek perdeden bir karşılık verdi; ama bence Erdoğan yine böyle bir şey bekliyor. Yani Batı dünyasında çok net ve aslında biraz kabaca bir İsrail tarafgirliğinin çok yoğunlaştığı bir aşamada, bölgedeki bir partner olarak, kendisinin… Zâten Mısır’daki hâdisenin de bir sonuç vermediğini biliyoruz. Ama pek çok masada çok önemli bir aktör gibi pozisyon elde edememiş bir Türkiye görüntüsü yerine, önemli bir bayrak göstererek, hattâ “Ben başka türlü de konuşabilirim” hâlini gösteren bir çıkış yaparak, bence, pek de dönmemiş olan gözlerin kendisine yönelmesini ve kendisinin dikkate alınmasının böylece mümkün olacağını gösterdi. 

Tabiî bu bir varsayım. Ama daha önceki pek çok uluslararası meselede benzer davrandığını biliyoruz. Buradaki gidişat da, geçen haftaki yayında da konuştuğumuz gibi –ki geçen hafta da öyle düşündüğümü söylemiştim–, şu anda bir sessizlik içerisinde. Durumu bir kollayacak. O sessizlik aslında bir izleme ve gözleme süreci. Orada biraz kendine doğru bir pozisyon keşfettiği anda hamlesini yapacak. Bence hamlesi de böyle bir şey. Bunun peşine de o mitingi koyup, “Benim kamuoyum son derece hassas” imajını da verirse, “Bölgedeki en önemli ve büyük nüfuslu ve Batı’nın müttefiki olan bir Müslüman ülke olarak beni daha fazla dikkate almak zorundasınız. Beni karşı tarafa iterseniz sizin için iyi olmaz” mesajını içerdiğini, bir taşla birkaç kuş varsa, asıl kuşun bu olduğunu düşünüyorum açıkçası. Tabiî ki bunun yanında, kendi kamuoyunu memnun etmek gibi iç politik birtakım şeyler de vardır. Ama ben asıl motivasyonun bu olduğu kanaatindeyim.

Kara harekâtı meselesinde de bir şey söyleyeceğim: 7 Ekim saldırısının hemen sonrasında, hani “Geldi geliyor, eli kulağında, bir günde mi olacak, 3 gün sonra mı olacak, o hafta içinde mi olacak?” denilen kara harekâtı hâlâ olmuş değil. Benzer bir şeyi yine hatırlatmak istiyorum: 11 Eylül’ü hatırla. Görülmemiş bir saldırıydı 11 Eylül. Ve o zaman da, “Amerika görülmedik bir cevap verecek” diye konuşulmuştu. Hatırlarsan, Usame bin Ladin’in Afganistan’da olduğu bilindiği için, hemen oraya çok büyük bir harekât başlayacağı düşünülmüştü. Ama uzunca bir süre, o öngörülerin çok daha gerisinde, çok yavaş bir takvim işlemişti. Hattâ önce hava saldırıları başlamıştı. Sonra büyük gözaltılar, Guantanamo’ya giden hikâyeler oldu. Ama kara harekâtı, yani işin askerî kısmı biraz ağırdan alınmıştı. Çünkü karşı cevâbın, o görülmemiş cevâbın politik tarafı daha önemliydi. 

Şimdi burada da hızla bir askerî sonuç almak, Gazze’yi işgal etmek, Hamas’ı darmadağın etmek değil. Bence, İsrail’in ve Amerika’nın, bu hâdise vesîlesiyle yaratabileceklerine inandıkları zihnî dönüşüm, yapılacak askerî harekâttan daha kapsamlı bir şey. Bunun işâretlerini de İsrail destekçiliğinin nasıl bir hâl aldığından görüyoruz. Bir yandan, İsrail soykırıma varan katliam sürdürüyor, bir yandan, Amerika fiilî olarak askerî gücüyle bunu desteklemeye ve politik gücüyle de tamâmen arkasında olduğunu îlân etmeye, üstelik de bütün “Batı dünyası” dediğin devletler topluluğunu da buna mecbur bırakan bir süreç hâlinde ilerliyor. Ve giderek, bunun karşısında yer alanların –ki sen de örneklerini söyledin–, evet, birtakım Batılı şehirlerde yine bir barış kamuoyu oluştu. İsrail’de de böyle bir şey oluştu. Ama dünyada, genel olarak kurumsal siyâset zemininde ve aslında sivil toplumda da, hakîkaten sarsıcı, siyâsî iktidarları etkileyecek güçlü bir direnç, güçlü bir îtiraz duyulmadı. Îtiraz duyulmadığı sürece yapılabilirlik sınırlarını test ederek, daha çok ilerleyebileceklerini daha rahat görebiliyorlar. 

O yüzden, hızlandırılmış bir askerî süreçtense, böyle giden bir şey bir sürü açıdan işlerine geliyor. Askerî gerekçeleri de olabilir, ama bence politik gerekçeleri olan bir gecikme.

Ruşen Çakır: Kemal, son olarak, pazar günü kutlanacak Cumhuriyet’in 100. Yılı’nı konuşalım. Bu konu çok tartışılıyor. Filistin’deki durum nedeniyle birçok faaliyet iptal edildi. Bu eleştiriliyor. Ama Erdoğan yarın, yani Cumhuriyet’in 100. Yılı’ndan bir gün önce, o sözünü ettiğimiz “Büyük Filistin Mitingi”ni gerçekleştiriyor. Tabiî Cumhuriyet’in 100. Yılı için böyle büyük kitlesel bir şey yapmayı düşünmedi bile, onu da biliyoruz. Yapması gerekir miydi gerekmez miydi o ayrı bir husus. Onun ötesinde, Cumhuriyet’in 100 Yılı ile ilgili bir şeyler söyleyelim. Açık söyleyeyim: Ben 100. Yılı göreceğimi hiç beklemiyordum. İlginç oldu benim için 100. yılı görebiliyor olmak. 

Kemal Can: Niye göremeyeceğini düşünüyordun ki?

Ruşen Çakır: 70’li yıllarda çok arkadaşımı kaybettim biliyorsun. O târihlerde öyle bir dönem yaşadık ki herhalde ömrümüz uzun olmaz diye düşünüyorduk. Öyle bir şeydi. 75. yıldan kısa bir süre sonra başlayan bir süreçten bahsediyorum. Bunun önemli bir kısmını gazeteci olarak yakından tâkip ettik. Vatandaş olarak da ben şahsen –hadi ilkokulu saymayalım, liseye girdiğimden beri diyeyim– 1972 yılından beri, yani 50 yıldır tâkip ediyorum. Cumhuriyet’in yarısını görerek yaşadım. Çok inişli çıkışlıydı, ama genellikle kötü geçti. Fakat Cumhuriyet’in kendisinin iyi bir şey olduğunu düşünüyorum; özellikle, özgürlük, kardeşlik, dayanışma ve eşitlik ilkelerinin. Ama kendi yaşadıklarımdan da yola çıkarak, Türkiye’de yaşadığımız bütün bu sürecin, o saydığım ilkeler anlamında çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. Özgür değiliz, eşit hiç değiliz; dayanışma yok, kardeşlik yok, tam tersine kutuplaşma var. Aslında 100. yıl için çok da parlak bir final değil. Bir ara değişik dönemlerde umutlandığımız oldu; ama şu anda baktığımızda ben şahsen 100. Yıl’a çok buruk giriyorum. Sen ne düşünüyorsun?

Kemal Can: Bu işin şöyle bir yönü var. Biri, senin hatırlattığın gibi biz 50. yılı da 75. yılı da –özellikle 75. yılı 12 Eylül sonrasına tekabül ediyordu, 75. Yıl o kadar etkili bir şey olmadı–, ama biz 10. yılı dolaylı olarak biliyoruz tabiî. Ama toplama baktığımızda, 100 yıl, bir asır dediğin şey, senin söylediğin gibi başarıları, başarısızlıkları, kazandırdıkları, eksik bıraktıkları bir tarafa, her türlü şey için hakîkaten yüz yıl süren bir şey. Eğer buna bir “parantez” diye bakmıyorsan önemli bir şeydir. Cumhuriyet’in, bunun eksiğini gediğini tartışmak için bile önemli bir eşik olduğunu düşünecek bir vasatı üretememesi… Kurumlarıyla, toplumuyla, siyâsî aktörleriyle ve tabiî ki devlet birimleriyle… Bugün 100. Yıl’ın anlamını sâdece televizyonlarda birtakım firmaların özel olarak yaptırdığı video, reklam spotları ile geçildiği bir gün olarak yaşamak, 100. yılında bu noktada olmak kendi başına bir başarısızlık sayılabilir. 

Tabiî herkes, “Bu iktidar bunu istemedi. Çünkü Cumhuriyet’e ya da bu ülkenin 100 yıllık bir ülke olduğuna zâten inanmıyor, bunu bir ‘parantez’ olarak algılıyor. Aslında Osmanlı’dan ve daha geriden başlayan, daha uzun bir devlet sürecinin bir parantezi olarak görüyor. Bunu 100 yıllık bir hikâye olarak algılamıyor ve önemsemiyor. O yüzden bunu hırpaladı” diye düşünebilir. Ama şunu da kabul etmek ve düşünmek lâzım: Cumhuriyet, evet, bir devlet yönetimi biçimi. Ama aynı zamanda, bir toplumun kendisi için seçtiği ve asıl toplumun sâhipleneceği bir kıymet. Dolayısıyla buradan sorgulandığında, evet, iktidar bunu önemsizleştirdi, ama bu toplumun diğer unsurları ve toplumun kendisi bunun ne kadar sâhibi hâline gelebildi? Bence başarı hikâyesine buradan da bakılabilir. Bir bilanço çıkartıldığında, evet, özgürlük, eşitlik, dayanışma meselelerinde çok büyük bir merhale kaydetmemiş olabilir; ama bu Cumhuriyet’in açtığı, bu Cumhuriyet’in sağladığı hiçbir şeyin olmadığı ya da bugün birilerinin iddia ettiği gibi, sâdece sıkıntılar yaratan ve bu toplumun kendisine yabancı bir sürecin dayatıldığı bir hikâye olduğunu da düşünmüyorum. 

Kadın meselesinden tut da, evet, bugün eşitlik sağlanamamış olabilir, ama Cumhuriyet’in en azından uzunca bir süre fırsat eşitliğini bir ihtimal olarak düşünülebilen bir ülke hâlinde tutabildiğini düşünüyorum. Bunların önemli olduğunu, bunların hatırlatılmasının ve yeniden yorumlanarak tartışılabilir olmasının mümkün olduğunu da düşünüyorum. Ama bugün gelinen noktada, mevcut iktidar uygun bir bahâne bularak… Daha önce de bunun denemeleri oldu hatırlarsan. Her şeyin karşısına kendi zaferlerini, kendi bayramlarını, kendi kutlamalarını koymaya çalışarak, dizilerden tut da, merâsimlere kadar, bir alternatif târih, bir alternatif millî hikâye ya da milli gurur üretme çabasının içinde olduğunu görüyorum. 

Ama açıkçası, 100. yılda, birkaç kurumun, ticârî işletmenin, bankaların reklam filmlerinden ibâret bir Cumhuriyet kutlamasını yapıyor olmak, herhalde diğer eksikliklerin yanında önemli bir eksiklik olarak not düşülecek diye düşünüyorum. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, yayını başladık ve bitirdik. Ama Can Atalay’ın durumunda hâlâ bir gelişme yok maalesef. Umarım bugün bir şekilde tahliyesini duyarız. 

Kemal Can: Saatlerdir bunu görüşüyorlar. Görüşüyorlar mı ne yapıyorlar bilmiyorum ama, zâten bunun görüşülecek bir tarafı yok ki. Açık bir tâne hüküm var. Çok fütursuzsanız, “Anayasa Mahkemesi’nin karârını tanımıyoruz. Biz bildiğimizi okuyacağız” dersiniz.  

Ruşen Çakır: Onu da diyemiyorlar belli ki. 

Kemal Can: Burada neyi tartışıyorlar ki? Hakîkaten burada görüşülebilecek bir şey yok. Delil konuşamazsın. Neyi konuşup görüşüyorlar?

Ruşen Çakır: Çok yazık bir durum. Can’ın bir an önce tahliye olup Meclis’te çalışmaya başlamasını dileyelim ve tekrar Cumhuriyet’in 100. Yılı’nı kutlayalım. “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz, iyi haftalar. 

Kemal Can: İyi haftalar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.