Ayşe Çavdar yazdı: Kurucu travma, kadınların sokağı, esnek emek…

Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanı Mahinur Özdemir Göktaş’ın geçen hafta içi “Kadın Erkek Fırsat Eşitliğinin Sağlanması ve Kadınların Güçlenmesi” başlıklı bir uluslararası toplantıda (Türk Devletleri Parlamenter Asamblesi üyesi ülkelerin ihtisas komisyonlarının toplantısı) söyledikleri karşısında sinir uçlarım gerildi bir miktar. Mahinur Hanım, kadınların evle iş arasında seçim yapmak zorunda kalmalarının önüne geçmek için, kadınlara mahsus hibrit bir esnek ve uzaktan çalışma modeli üzerine çalıştıklarını söylüyordu haziruna ve tabii bizlere. Ne güzel bir buluş değil mi? Kadınlar para kazansınlar, ev işlerini yapsınlar, çocuklara baksınlar. Ama ille de evde kalsınlar. Aman ha sokağa çıkmasın, cemiyette kendilerine bir yer edinmesin, örgütlenmesin, sokağın, şehrin, ülkenin düzeni hakkında söz söylemesin, hak talep etmesin, huzur bozmasınlar.

Erkekler dışarının hakimi olma pozisyonlarını sürdürsünler. Çalışsın tabii onlar da ama evdeki bu esnek modelle kısmen ücretli hale getirilmiş kadın emeğinin üretimine konmaya da devam etsinler. Bakan Hanım konuşmasının devamında mahalle kreşleri kuracakları vaadinde de bulunuyor ama 20 yılını çoktan devirmiş bir iktidar adına konuşuyor en nihayetinde. Eh böyle listeler halinde verilmiş “vaatler”den hangilerinin, hangi hassasiyetlerle yerine getirildiği konusunda mebzul miktarda tecrübe biriktirdik. Bu yüzden “kadınlar evden çalışsın diye uğraşıyoruz”dan gerisi pek aklımızda kalmadı. Haklıyız… Hüsn-ü kabul borcumuz yok kendilerine, her minvalde alacağımız ise arş-ı âlâyı aştı!

Kadınları ve çocukları, yakınları olan erkeklerin şiddetinden koruyacak mekanizmaları düzenlemek ve güçlendirmek amacıyla imzalanmış İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede, üstelik parlamentonun yetkisini hiçe sayarak, üç-beş şeyhin ve zıpçıktı cemaat hocasının gönlünü hoş tutmak için çekilmiş bir Cumhurbaşkanı’nın kabinesinde ne kadar “esnek” olabilir ki Bakan Hanım. Bu arada sürekli gündemde tutulan bir de nafaka tartışması var. Gerçekleri bizzat kendi dilleriyle çarpıta çarpıta yaptırıyorlar o tartışmayı. Kadınları boşanamaz hale getirmenin yollarından biri o tartışma, bilmiyor muyuz sanki? Neden? Çünkü pek kutsalları olan aileyi koruyacaklar… Hadi canım sen de! Aileyi, kadınların ve çocukların hayatlarından daha kutsal yapan ne? Enflasyona, her gün daha da ağırlaşan hayat koşullarına ezim ezim ezdirdiğiniz aileyi, kadınların ellerinden on yıllarca uğraşarak elde ettikleri, üstelik şimdi bile kullandırmadığınız haklarını alarak mı koruyacaksınız? Sahi kendiniz inanıyor musunuz ki bu söylediğinize?

Hal böyle olunca her türlü hakkım(ız) var kadınlara evlerinden çıkmadan para kazandıracak o hibrit düzenlemenin ardındaki niyeti sorgulamaya. Evet efendim, basbayağı niyeti sorgulamaya. İktidarların niyetleri sorgulanır zira. Mazlumları, hakkı ihlal edilmişleri korumak üzere başvuracağımız bir diyalog prensibini rica edeceğim iktidar sahiplerinin hizmetine verip yıpratmayalım.

Kurucu travma: 31 Mart

Bakan Hanım, konuşmasının bir yerinde “Biz, kadın-erkek omuz omuza 100’ncü yılına ulaşmış bir milletiz. İnanıyoruz ki kadınlarımız cesaret, bilgi ve tecrübeleriyle Cumhuriyet’in ikinci asrına da değer katacak” da demiş. Bakın bundan kimsenin şüphesi olmasın. Kadınların cesaret, bilgi ve tecrübeleridir Cumhuriyet’e değer katan. Şaka değil, masal değil, mübalağa hiç değil. Cumhuriyet kadınlar sokağa çıkabildiği ölçüde Cumhuriyet oldu zira.

II. Abdülhamit’in temsil ettiği saltanata haddini (iktidarının sınırlarını) bildirecek Meşrutiyet rejimi ikinci kez ilan edildikten sonraki ilk aylardan itibaren İstanbul’un en önemli meselelerinden biri hacı-hoca taifesinin de bizzat hem de kitaplar, makaleler yazarak haklı bulduklarını ikrar ettikleri kadınlara yönelik sokak tacizleriydi. Çarşafsız, peçesiz çıkmaları değil bakınız. Buna yeltenmiyordu bile Müslüman kadınlar o dönemde. Yanlarında ailelerinden bir erkeğin bulunması halinde sokağa çıkmaları da değildi mesele. Bu halde bile saldırıya uğruyorlardı, hem de bu iş için toplanmış gene gayet Müslüman erkek topluluklarca. Mesele kadınların sokağa çıkmalarıydı. O dönem yeni yeni yaygınlaşmaya başlayan toplu taşıma (vapur ve tramvay) ve fayton yasağını da ekleyince, kapalı kupa arabalar ve sandallarla beraberlerindeki erkek hizmetliler eşliğinde bir yerden bir yere gidebilmek varlıklı evlerin kadınlarının imtiyazı idi. Çok değil, şurada 120 sene kadar öncesinden bahsediyoruz.

31 Mart (13 Nisan 1909) darbesini gerçekleştiren ”muhafazakâr askerler”in talep listelerinin başlarında “Müslüman kadınların sokağa çıkmaması” da bulunuyordu. Asıl mesele “alaylı asker”lerin yerlerini eğitimlilere kaptıracakları korkusuydu ancak bunu böylece söyleyecek halleri yoktu ya. “İttihat-Terakki idaresi Şeriat’ı ihlal ediyor, bakın kadınlar her gün sokakta” diyerekten sözüm ona “meşru” bir temele oturtmuşlardı yaptıkları darbeyi. Ha pardon, bir de fotoğraf çektirilmemesi, meyhanelere Müslüman erkeklerin alınmaması gibi mevzular vardı. İstanbul’u ellerinde bulundurdukları 10 gün boyunca en etkin uyguladıkları “Şeriat kaidesi” de gene Müslüman kadınların sokağa çıkmamasıydı. Zira o dönem ulema içinde tesettürün esasen kadının evinden çok büyük bir mecburiyet olmadıkça çıkmamasından, öyle büyük bir mecburiyet hasıl olduğunda sokağa çıkarken erkekleri kendilerine “ikinci kez” baktırarak günaha sevk etmemesi olduğunu söyleyenler vardı. 31 Mart’çıların Meşrutiyet idaresiyle bir sorunu yoktu. Onlar da sevmiyorlardı II. Abdülhamit’i. İyi de kimin olacaktı o Meşrutiyet? Kanun-i Esasi’nin getirdiği yurttaşlık haklarından Müslüman kadınlar da mı yararlanacaktı yani? Eğer onlar da yurttaş olursa, Müslüman erkekler kime hükmedeceklerdi, değil mi ama?

Aslında Meşrutiyet’in ikinci kez ilanından bir müddet sonra sokaklarda kadınlara yönelik saldırılar artmaya, istibdad döneminin ardından serbestleşen matbuat da bu minvaldeki haberleri yayınlayabilmeye başlamıştı. Ekim 1908 tarihli İkdam Gazetesi’nde, Gedikpaşa Karakolu’nda gerçekleşen bir saldırıdan söz ediliyordu örneğin. İki-üç yüzden kalabalık bir grup -ki aralarında tulumbacılar ve askerler de bulunuyordu- beraberinde erkek kardeşleri olduğu halde bir kupa arabada yolculuk eden iki genç kadını sıkıştırıp çarşaflarını yırtmış ve “saçlarını yolmuşlardı.” Meseleyi gazeteye aktaran olaya tanıklık eden ve polisleri müdahaleye çağıran bir başka kadındı ve karakoldaki polislerden birinden işittiğini şöyle aktarmıştı: “İşine git, işine, bu vakayı biz yaptırıyoruz, bundan sonra hiç bir kadın sokağa çıkmayacak, düşman kapıya geldi, biz de böyle yapacağız! Eski yeni çare zamanı avdet eyledi, şimdi yeni çare bizleriz.” İkdam olayı aktardıktan sonra şöyle yorum yapmıştı: “Kadınlara taarruz etmek, yüzlerini açtırmağa, çarşaflarını çıkarmağa teşebbüs eylemek nazar-ı şeria ve kanunda en şedid cezayı müstelzemdir (gerektirir). …Acaba bir kadının sokağa çıkmasını namussuzluk addeden hayasız ve utanmazların hemşire veya validelerine başkaları tarafından böyle taarruz vuku bulsa hoşlarına gider mi? …Bu nasıl olur, bir kadın biraderiyle, zevciyle veya pederiyle sokağa çıkamayacak mı?”

13 Ekim Tarihli Tanin’deki “Kadınlarımız“ başlıklı yazısında Hüseyin Cahit (Yalçın), konunun kadınların uygunsuz hareketleri değil, herhangi bir şekilde sokağa çıkmaları olduğunu dehşet içinde tespit ediyor: “Muhterem Osmanlı kadınları sokaklara çıkarken bir ihtiraz hissediyorlar. Hatta kardeşlerinin, kocalarının himayesi altında sokağa çıkanlara bile bazı tecavüzler vukua geldiği hikâye olunuyor. …Yapacağımız şey zabıtayı şiddetle ifa-yı vazifeye davet etmektir. …Kanun hepimize hürriyet bahşetmiştir.”

Hangi birini cezalandıracaktı ki Meşrutî hükümet?

Aslında bu vakadan üç gün önce başka bir vaziyet daha hasıl olmuştu. Kör Ali diye bilinen çakma bir vaiz Fatih Camii’nden topladığı bir kalabalıkla Yıldız Sarayı’na kadar yürümüş, II. Abdülhamit’ten şeriate sahip çıkmasını istemiş, saray da onları tekrar Bab-ı Ali’ye göndermişti. Kör Ali ve beraberindekiler Yıldız’a yürüdükleri yol boyunca gördükleri Müslüman kadınlara saldırmış, sokağa çıktıkları için onları cezalandırmaya kalkışmışlardı. Taleplerinden biri tabii ki “kadınların sokağa çıkmamasıydı.” Diğerleri mahallesindeki meyhanenin kapatılması ve tüm memalik-i Osmaniye’de tiyatroların yasaklanmasıydı. Rüya görmüşmüş güya Kör Ali, 8 Ekim 1908 tarihli İkdam’ın aktardığına göre. Bütün bunları yaparken beraberinde medrese öğrencileri de varmış üstelik.

Nitekim cezalandırılmadıkça bir tür modaya dönüştürdüler sokaklarda bilhassa Müslüman kadınları taciz etme işini. Çünkü dertleri sokakları terörize ederek kadınları evlere kapatmaktı. Bunu hiç değilse Müslüman cemaatin hayatında eski düzenin devam ettiğinin işareti olarak görüyorlardı muhtemelen. Kadınları evde tuttukları müddetçe, hiç sahibi olmadıkları koca imparatorluğu kaybetmenin acısını teselli edebileceklerdi kendilerince. Matbuatın en çok konuşulan meselelerinden biri haline geldi Müslüman kadınlara yapılan sokak saldırıları.

Peki Meşruti yönetim ne yaptı? Zabtiye Nezareti matbuata mevzunun abartıldığını, bahsi geçen saldırıların harfendazlıktan, yani “laf atma” diye de bildiğimiz sözlü sarkıntılıktan ibaret olduğunu beyan eden bir ilan verdi. İktidardaki İttihat ve Terakki Fırkası’nın gazetelerinden biri olan Tanin’i bile kızdırmıştı bu ilan. 17 Ekim 1908 tarihli gazetenin ilk sayfasında yer aldı değerlendirme.

“Zabtiye Nezareti’nin şu ilannamesi şayiat ve ifayı tekzib değil tasdik ediyor. Nihayette, ‘esasen harfendazlıktan başka bir şey olmadığı’ temin edildiği halde yukarıda çarşıdan başlayarak koşa koşa bir arabayı Kadırga’ya kadar bazı edepsizlerin takip etmiş oldukları ve arabadaki hanımların ancak karakola dahiliyet suretiyle bu ahlaksız, edepsiz, alçak heriflerin ellerinden kurtuldukları itiraf oluyor. Bu az şey midir? İşe biraz ehemmiyet vermek için Beşiktaş faciası gibi kanlı tecavüzler mi lazımdır?”

Beşiktaş Faciası, yürek burkan korkunçlukta bir felaket. Beşiktaş’ta bahçıvanlık yapan bir adamcağızın, 17 yaşındaki kızı Bedriye’nin, yine aynı bahçıvanın yanında çalışan Todori adlı bir gence aşık olmasıyla başlar her şey. Evlenmelerine izin verilmeyeceğini anlayınca kaçar gençler. Baba durumu Beşiktaş Karakolu’na anlatırken duyanlar mevzuyu ahali arasında yayar ve birkaç saat içinde binlerce kişi toplanır karakolun etrafında. O esnada polis de Todori ve Bedriye’yi yakalayıp getirmiştir. Kalabalığı gören polis müdürlerinden biri askerden yardım ister. Asker gelir ama müdahale etmez. Sonunda ahali karakola dalar, Todori ve Bedriye’yi linç eder. Todori oracıkta, Bedriye ertesi gün ölür. Rum ahali haklı olarak tedirgin ve kızgındır. Matbuat ve ileri gelenler hep bir ağızdan bu mevzunun Müslüman ahalinin Rum ahaliye olan hissiyatını yansıtmadığını, katliamın II. Abdülhamit’in hafiyeleri eliyle kışkırtılıp bir kısım cahilin eliyle gerçekleştirildiğini anlatırlar. Polisler ve askerler de dahil olmak üzere herkes hakkında soruşturma açılır. Hükümetin derdi polis ve askerlerin neden işlerini yapmadıkları, böylesi bir lincin şehrin bu kadar merkezi bir yerinde, Beşiktaş Karakolu gibi istibdad döneminin, insanların önünden geçerken bile kısık sesle konuşacak denli korktukları bir resmi dairede gerçekleştiğidir. Todori’nin cenazesine ve hatırasına Rum ahali sahip çıkar. Beyan-ül Hak, 19 Ekim 1908’de vakayı şer’i açıdan değerlendiren bir yazı yayınlar. Bu yazıya göre şeriat bu gibi bir vakada gayrımüslim gencin öldürülmesini kat’iyen emretmez. Öldürülecek tek kişi Bedriye’dir, onu da ahali değil, yargıladıktan sonra devlet yapmalıdır. Beyan-ül Hak der ki: “Bazı gazeteler(in) bir taraftan hadiseyi… bir eser-i vahşet göstermek diğer taraftan da beş-on edepsizin cüretleriyle hasıl olan şu cinayeti bütün İslamlara yüklemek istemeleri… haksızlıktır.” İttihat ve Terakki’nin yayın organlarından Şura-yı Ümmet ise 18 Ekim 1908 tarihli haberinde “Merhume Bedriye’nin Çingene olduğu rivayet ediliyor” diyerek herkesin kendini temize çıkarma cehdine katkıda bulunur bir bakıma: ‘Her kim ki kimsesizdir, bizden değildir. Hadiseyi büyütmenin alemi yoktur.’

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

31 Mart Darbesi esnasında gerçekleşen saldırıların tamamını bilmiyoruz İstanbul matbuatının o esnadaki tedirginliği dolayısıyla. 16 Nisan’da gazetelere ilan verir darbeci askerler. Çarşılara “bilmecburiye” çıkacak olan İslam kadınlarının “adab-ı şeriat dairesinde” hareket etmelerini isterler. Fakat bu yetmez, ertesi gün bu defa İslam kadınlarının çarşıya, sokağa çıkmalarının Şeriat’e aykırı olduğuna dair bir varaka gönderirler matbuata. Osmanlı Gazetesi isyan eder bu işe. 18 Nisan tarihli sayısında duyuruyu da yaptıktan sonra der ki, “Malum olduğu üzere her kadının erkeği olamaz. Nice aileler vardır ki bir ana ile kızdan ibarettir. Bazı kadınlar vardır ki yalnız ve duldurlar.” Ardından ulemadan bazı muhterem zevata müracaat ederek bu uygulamanın şer’i olup olmadığını soracaklarını ve cevapları gazetede yayınlayacaklarını söyler.

O cevaplara rastlamadım henüz. Ancak 19 Nisan günü, yalnız Osmanlı Gazetesi’nde değil, hemen her yerde Sultanzade Mehmed Sabahaddin’in (Prens Sabahaddin) “Asker Kardeşlerimize” hitabıyla bir “rica”sı yayınlanır. Darbeci askerlerden rütbesiz olanlara artık taleplerinin anlaşıldığını, birliklerine teslim olup haklarındaki kararı beklemelerini, bu durumda kendilerine hakkaniyet ve merhametle davranılacağından şüphe duymamalarını telkin eder. Kadınlara yönelik sokağa çıkma yasağına ve saldırılara uzun bir paragraf ayırmıştır. Askerleri Şeriat’e önce kendilerinin uyması gerektiğini hatırlatır: “Hiçbir Müslüman sokakta edeb ve namusuyla yürüyen bir kadının üstünü başını parçalamak şöyle dursun ona fena bir gözle bakmak hakkını bile haiz değildir.”

Yine Osmanlı Gazetesi’nde, 22 Nisan 1909 günü “Acı bir levha” başlığıyla anlatılan hikâye Prens Sabahaddin’in neden bahsettiği hakkında hayli fikir verir. Kadıköy, Kuşdili Çayırı’nda askerler “temizce telebbüs etmiş” (giyinmiş) bir kadınla karşılaşır ve ona “İslam kadınlarının sokaklara çıkmalarının men edildiği”ni hatırlatırlar. Ardından “hele bak saçları da meydana çıkmış” diyerek “üzerine hücum edip yere yatırır, bayılana kadar döver“ ve oracıkta öylece bırakırlar.

Sonrası ve daha sonrası

31 Mart distopyası 10 gün sürer ama hemen bitmez, hatta hâlâ da bitmiş sayılamaz. İttihat ve Terakki Fırkası’nın sonraki politikası bir bakıma teslim olmaktır. Hareket Ordusu’nun müdahalesiyle anayasal düzen tekrar tesis edildikten sonra Meşruti hükûmetin öncelikli derdi bir daha böyle bir ayaklanmaya meydan vermemek, yani iktidarını korumaktır. O kadar zavallı bir yol seçer ki bunun için. Kadınlar yüzünden kaybedemeyecekleri kadar değerlidir iktidarları. Düzenli olarak kadınları “tesettüre riayet” etmeye çağıran ilanlar yayınlamaya başlarlar.

Bütün o ilanlar arasında İttihat ve Terakki Fırkası’nın kadınlarla, 31 Mart Darbesi’nin işaret ettiği hayaletler arasında nasıl bir denge kurmaya çalıştığını en iyi gösterenlerden biri 5 Şubat 1914’te Darüssadet Merkez Kumandanlığı’ndan yapılan tebliğdir. “Her memleketin kendine mahsus” bir “ahlak-ı umumiyesi” olduğu “tespitiyle” başlayan tebliğde, kadınlara tacizde bulunan erkeklerin Duyun-u Harb’e (sıkıyönetim mahkemesi) sevkedildikleri, buna karşılık “muhadderat-ı İslamiye”den (yani Müslüman kadınlardan) “kıyafet ve etvarı şekl-i meşru ve marufu tecavüz edenler” (yani kıyafet ve davranışları itibariyle meşru ve geçerli ölçüleri ihlal edenler) hakkında da lakayt kalınmamasının, tedbir alınmasının “tabii” olduğu söylenir. Kabaca şunu tebliğ etmektedir Kumandanlık: “Müslüman kadınlar siz düzgün giyinin/davranın ki erkekler size saldırıp Sıkı Yönetim Mahkemesi’ne gönderilmesinler.” Daha bile öz tercümesi: “Bizi kendinizle meşgul etmeyin.”

Bir yandan bakınca korkaklık, diğer yandan bakınca halen hükmü süren şeriatle, hükmü yerleştirilmeye çalışılan anayasa arasında sıkışmışlık. Çok hukukluluk denilen nanenin iyi bir şey olabileceğini söyleyenlere iyice belletilmesi gereken türde bir zavallılık.

O günleri kadınlar gözünden okuyunca Cumhuriyet’i kuranların kadınların sokağa çıkmasını neden bunca önemsedikleri daha iyi anlaşılıyor sanırım. Zira kadınların “Cumhuriyet’e değer kattıkları”na dair cümlelerin altı tıklım tıklım mücadele dolu.

Yalnız sokağa çıkma ve kılık-kıyafet değil, kadınların hangi eğitimi, kimden, nerede göreceklerinden hangi sağlık hizmetlerinden nerede, nasıl yararlanacaklarına kadar doğrudan doğruya hayatlarını ilgilendiren her meselede uzun uzun ve gayet kararlı bir mücadele sürdürmeleri gerekti. Bitmedi ki… Bitmeyecek de. Sokakta ezildikçe evdeki krallığını pekiştirmeye çalışan erkeğin hakimiyetiyle devletin onu bir yandan sınırlamak suretiyle sözüm ona koruyan hakimiyeti arasında bir savaş meydanı oldu kadınların bedenleri, her bir hareketleri, ihtiyaçları, kararları, arzuları, itirazları…

Şimdi evin padişahı olmak isteyen erkekle devletin farklı saiklerle aynı fikirleri savunduğu bir acayip zamandayız. Devlet sokakta ezip karizmasını yerle yeksan ettiği erkeğin gönlünü evde almaya çalışıyor. Bir dolu yolla otonomisinden ettiği her bir erkeği, evine her zamankinden daha hakim olduğu ilüzyonuyla sakinleştirebilmek için ona kendi karısını, kızını, bacısını, anasını teba/köle/hizmetçi olarak sunma yolunu seçiyor. Devletin tarikat-cemaat tayfasına verdiği tavizlerle kimi, kime, ne olarak sunduğu sorusunun cevabını da aynı yolu takip ederek verebiliriz sanki.

Çok enteresan değil mi? Bu tavizler verildikçe devletin şiddeti artıyor ama hakimiyeti geriliyor, şatafatı artıyor ama iktisadiyatı çöküyor! Hayır, hiç enteresan değil… Neden enteresan olmadığını da biraz hak mücadelesi vermiş hangi kadına sorsanız anlatır…

Neyse… Bakın aklıma ne geldi? Diyorum ki, Bakan Hanım’dan kadınlar için yaptıkları hibrit çalışma modelinin bir benzerini de erkekler için geliştirmelerini istesek. Kadınlar yüzyıllar boyunca yeterince evlere kapandılar. Boş oturmadılar o evde, hayatı çekip çevirdiler. O evlerden kendi hüviyetleriyle çıkabilmek, emeklerinin karşılığını alabilmek, saygın ve eşit birer yurttaş olabilmek için çok uğraş verdiler. Halen de uğraşıyorlar ve uğraşmaya devam edecekler. Biraz da erkekler kalsın evde. Hem çalışsın, hem temizlik yapsın, hem çocuk büyütsün, hem ihtiyarlara baksınlar. Görün bakın, çocukların sorumluluğunu erkeklere verirseniz emin olun kreşler konusunda da elinizi çabuk tutarsınız. Yok yok zorunlu olsun demiyorum. Biz kadınlar o kadar zalim olamıyoruz malum. Sadece isteyen erkekler yararlansın bu alternatiften, “kariyerleriyle evleri arasında bir seçim yapmak zorunda kalmak” istemeyen erkekler mesela. Aklınıza bile getirmiyorsunuz değil mi bu alternatifi? Neden ki? Yok yok, fıtrat bahanesine sarılmayın hemen… Birkaç dakika bile düşünseniz gerçek sebebi bulursunuz.