Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır’ın konuğu Murat Sevinç: Akademisyenlerin sekiz yıldır süren KHK mücadelesi

Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilen Barış Akademisyeni Doç. Dr. Murat Sevinç, Ankara 22. İdare Mahkemesi tarafından görevine iade edildi.

Bin 128 akademisyenin imzaladığı, 11 Ocak 2016’da yayımlanan Barış İçin Akademisyenler Bildirisi’ne Murat Sevinç, 7 Şubat 2017’de Ankara Üniversitesi’ndeki görevinden KHK ile ihraç edildi.

Murat Sevinç tüm bu süreci, neler yaşandığını, akademisyenlerin sekiz yıldır süren KHK mücadelesini Ruşen Çakır’a anlattı.

https://open.spotify.com/episode/5LQHAZjQEcUSCHIFgGZejE?si=nFiYWmiqQjaKsCLHs4M7JA

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Türkiye üniversitelerinde yüzlerce öğretim üyesinin başına gelen, kanun hükmünde kararnâmelerle görevden alınma olayını yaşıyoruz son 8 yılda. Barış Akademisyenleri Dâvâsı’yla birlikte başladı. İmzâyla, bildiriyle birlikte başladı. Şimdi geçen süre içerisinde bâzı öğretim üyeleri mahkemeye başvurdular ve geri dönme karârı aldılar. Bâzıları alamadı, hâlâ bekliyorlar. Daha doğrusu reddedildi. Bütün bunları –çok karışık bir süreç aslında– Doç. Murat Sevinç’le konuşacağız. Hoş geldiniz.

Murat Sevinç: Hoş bulduk.

Siz mahkeme karârıyla Ankara Üniversitesi Siyâsal Bilgiler Fakültesi yani Mülkiye’ye dönme hakkını elde ettiniz. Ama henüz dönmediniz galiba.

Murat Sevinç: Henüz dönmedim. Bir başvuru yapılıyor ve karar tebliğ ediliyor üniversiteye; hem dâvâcı hem üniversiteye. İşte, bir aylık bir süre var. Ankara Üniversitesi, bugüne kadarki örneklere bakılınca o bir aylık süreyi kullanıyor ve bir ayın sonunda yeniden görevlendirme yapıyor.

Bâzılarının istînâfa başvurduğunu duyuyoruz. 

Murat Sevinç: Hepsi istînâfa başvuruyor. Bâzıları, örneğin Ankara Üniversitesi, bildiğim kadarıyla Marmara Üniversitesi, böyle birkaç üniversite yürütmeyi durdurma talebiyle başvuruyor. Dolayısıyla döndükten çok kısa bir süre sonra bâzı arkadaşlarımız, işte 9-10 civârında arkadaşımız, meslektaşımız –ki bizim fakültede de var– çok kısa bir süre sonra yeniden görevden alındılar. Tazmînatlarını iâde etmek zorunda kaldılar ve başa döndüler. Dolayısıyla evet, yürütmeyi durdurma talebiyle gitmenin böyle bir sonucu var. Yani dönenlerin de hepsi o yüzden aslında dönemiyor. İşte bir kısmı da meselâ istînafta uzun süre bekliyor. Hangi istînâfa düştüğünüz de önemli. Bu başından beri çok parçalı bir hikâye. Hangi idâreye düştüğünüz, o idârî yargının karârından sonra hangi istînâfa düştüğünüz önemli. Bâzı istînaf mahkemeleri onayladı, bir kısmı bekletiyor. Örneğin benim kürsü arkadaşım Dinçer Demirkent 10 aydır istînaf karârı bekliyor. İşte biri, özellikle istînaf mahkemelerinden yürütmeyi durdurma vererek tekrar bir iki ay içinde görevden aldı. Bir de onaylananlar var. Onların konusu da Danıştay’a gitti. Tahmin ediyorum bütün bu süreç 80’lerde o 1402’likler atıldıktan yaklaşık 7 yıl sonra, parçalı kararların ardından Danıştay bir içtihâtı birleştirme kararı vermişti ve sorun çözülmüştü. Herhalde eninde sonunda Danıştay bir karar verecek ve o karârın ardından herkes için çözülecek. Çünkü şu anda aslında kamuoyundaki izlenimin aksine, çoğu meslektaşımız, 400’ün üzerindeydi atılan, işte 360-370 civarında dâvâ açıldı vs., onların aslında yarısından fazlası henüz dönmedi. Dönenlerde de durum bu. Bir de işte başlatılanların üniversitelerde yaşadığı sorunlar var. 

Ama genellikle şöyle olduğu için hani: İyi haberler, insanlar sevinmek istiyor. 

Murat Sevinç: Tabiî.

Ve sanki şöyle de bir hava oluştu; herkes dönüyor gibi. O bir kere olmuyor. 

Murat Sevinç: Hayır.

Yarı yarıya neredeyse, değil mi?

Murat Sevinç: Yarı yarıya ve tekrar söylüyorum; dönenlerin de bir kısmı tekrar görevden alındı yürütmeyi durdurmayla ve bekleyenler var. Yani henüz istînaftan karar çıkmadığı için, o kılıç sallanıyor tepelerinde. Yani her an görevden… Ders veriyorsunuz filan, bir program yapıyorsunuz ve her an yeniden görevden alınma ihtimâliniz var. Yani çözülmüş bir şey yok; ama iâde edilenler var. İşte ben onlardan biriyim. Biliyorsunuz bir komisyon kurdular önce, bir olağanüstü hâl şeylerini, bu ihraçları incelemek için. O komisyon 5 yıl düşündü bizim durumumuzu. İdârî yargıya geç başvuralım diye herhalde. Çünkü idârî yargıya gidebilmeniz için önce o komisyonun bir karar vermesi gerekirdi. 5 yılın sonunda herkesi reddetti. Sonra o reddedilenler işte idârî yargıya gittiler, ben de içindeyim. İdârî yargıda meselâ birisi hemen 40-50 kişi için red verdi filan. Şimdi hepimizin yaptığı şey de aynı. Ortada bir metin var, metne atılmış bir imzâ var. Red verdi. Niye red verdiğini anlamak mümkün değil. Sonra bâzı idârî yargı, işte 21 filan meselâ, kabul vermeye başladı. Hem kabul hem red vermeye başlayanlar oldu filan ve durum karıştı. Benim de dâvâmı gören 22. İdâre Mahkemesi, Ankara, 2 yıl bekledi meselâ. 3-4 ay içinde karar alanlar olduğu gibi, işte benim gibi 2 yıl bekleyenler de var. Dolayısıyla 2 yılın sonunda karar verdi. Yani orada da bir düzen yok. Hangi karârı kimin niye verdiğini, vermediğini ya da beklettiğini de tam kavrayamıyorsunuz. Ama şöyle bir şey yapıyor şu anda idârî yargı; ortada bir Füsun Üstel Karârı var. Yani Anayasa Mahkemesi, Üstel Karârı’nda, imzâlanan metni ifâde hürriyeti kabul etti 9/8’lik o zorlu kararda. Onun ardından zâten artık bu işin bitmesi gerekiyordu. Ama yine, mâlûmunuz, Anayasa Mahkemesi kararları Medyascope’u bağlar, Ruşen Çakır’ı bağlar, beni de bağlar filan; ama bâzen yargı organlarını bağlamayabiliyor. Değil mi? Meselâ günlerdir konuştuğumuz Can Atalay meselesinde olduğu gibi. Hâlâ serbest bırakılmadı.

Bugün yine Devlet Bahçeli tekrar doğrudan başkanı hedef alarak çok ağır lâflar da etti.

Murat Sevinç: Ama yani herkes tadacak bunu. Herkes tadacak, yani doğru iş yapmaya çalışan ya da hukuka uygun işler yapmaya çalışan herkes, bize nasıl o imzâcılık sürecinde ağza alınamayacak hakaretler edildiyse, hedef gösterildiyse çok sayıda akademisyen; gün geliyor Anayasa Mahkemesi Başkanı’na da çok benzer şeyler söylenebiliyor. Herkese söylenebilir. Belki size de söyleniyordur. Yani bundan kaçış yok. Dolayısıyla o karârın ardından zâten bu sürecin tamamlanması gerekirdi. Ama şimdi bakıyorum, örneğin Anayasa Mahkemesi karârını yok saymıyor idârî yargı. “Ama” diyor, bir başka arkadaşımız, siz de tanırsınız: Erhan Keleşoğlu, bilmem kaç yıl önce bir tweet’i retweet yapmış. Ona dayanarak red karârı veriyor. Şimdi tabiî böyle şeyler için “matrak” demek pek doğru değil belki; ama yani niye yargılandığınız, sizin niye dâvâ açtığınız belli. Diyor ki: “Tamam, bu şey de olmayabilir. Bu da ifâde hürriyeti kabul edilmiş olabilir. Ama canım bak, işte o da bilmem ne derneğine üyeymiş. Filanca metne de zamânında imzâ atmış” ya da işte, “Bir retweet yapmış. O retweet’te de feşmekânın fotoğrafı varmış”. Şimdi buna bakınca da, “Demek ki yani bir iltisâkı var” filan diyor. Böyle hukuk mantığı içinde, hukuk kuralları içinde doğrusu açıklamanın pek mümkün olmadığı şeylerle karşı karşıyayız ve hâlâ da karşı karşıyayız.

Başa dönecek olursak, 400’e yakın kişiden bahsediyoruz. Bunların içerisinde profesörler de var, araştırma görevlileri de var; ama en önemlisi, bu kişiler hayat tercihlerini, planlarını akademi üzerinden yapmışlar. Üniversitede bunun için çalışmışlar, bunun diplomalarını almışlar ve birden “Hayır” denip kapı önüne konuluyor çok açık bir şekilde.

Murat Sevinç: Evet.

O günleri düşününce çok büyük bir şok olduğunu tahmin ediyorum ve biliyorum da. Sonra insanlar nasıl var kaldılar? Yani çünkü ellerinden ekmek paraları da meslekleri de alındı. Yaşam tarzlarına da el konulmuş oldu ve çok büyük şeyler de oldu herhalde. Birlikte hareket etmeler oldu, ama herkes sonuçta kendi başının çâresine bakmak zorunda kaldı, değil mi?

Murat Sevinç: Bir ölçüde. Çünkü bu öyle bir şey ki, kararnâme… Şimdi bir gece adınız arkadaşlarınızla birlikte Resmî Gazete’de yayınlanıyor. Bizimki 7 Şubat 2017’ydi. Şunu da parantez içinde söyleyeyim; hocalarımızın hocası olan rahmetli Prof. Bahri Savcı, 61 Anayasası’nı yapan, o da bizim kürsüden atılanlardandı 12 Eylül’de. Biz 34 yıl sonra onunla aynı gün, o da 7 Şubat 1983’te atılmış, biz de 7 Şubat, yani geleneği bozmadık ve aynı gün atıldık. Adınızı görüyorsunuz listede. Meselâ bir tebliğ yok, gerekçe yok. Yani tahmin ediyorsunuz. Diyorsunuz ki; şimdi Ankara Üniversitesi’nden 100 kişi birden bu listeye girdi. Bakıyorsunuz bir kişi dışında herkes imzâcı. Herhalde diyorsunuz imzâcı olduğumuz için o listeye girdik. Çünkü bu 15 Temmuz’un ardından kararnâmeler süreci başladığında yine görünen o ki bu konuda da bir açıklama yapılmadı derli toplu. İdârelere yetki verdiler. Yani işte, “Tespit edin” dediler “kimse sizin kurumlarınızda” filan. Örneğin 1128 ilk imzâcının dışında benim de içinde olduğum ikinci imzâcılar. Yani ilk imzâcılara destek atan, o kavga çıktıktan sonra, büyük gürültü çıktıktan sonra destek olan imzâcılar vardı. Bizim toplamımız ikinci 1000’i de sayarsak işte 2200 civârında imzâcı var. Meselâ 2200 civârında imzâcının yalnızca 405-406’sı atıldı, KHK’ya girdi. Allah’tan diğerleri girmedi. Pek çok üniversite, işin doğrusu biraz îtibârına düşkün ve üniversite olduğunun farkında olan kurumlar tenezzül etmediler bu işe. 

Sonuç olarak üniversitelerin talebi üzerine çıkan kararlar.

Murat Sevinç: Tabiî. Şimdi ne bileyim Bilkent’inden tıtun da Sabancı’sını, Koç’unu, Boğaziçi’ni, Hacettepe’yi; insanlar ihraç edilmedi. Başka kurumlarda farklı uygulamalar oldu. Örneğin istifâ etmek zorunda bıraktılar. KHK yazmadılar. Ama emekliye ayrılmak zorun kalan arkadaşlarımız oldu. Şimdi 400 küsur diyoruz, ama 150-200 kişi de ayrılmak zorunda bırakıldı. Onlar kararnâme listesine yazılmadı. Şimdi bizim üniversitenin rektörü de bizi yazdı. Bu program kapsamında bunları anlatmaya şey yok, ama zâten problemli bir grup olarak görüyordu doğrusu. İşte onları…

Fırsattan istifâde etti.

Murat Sevinç: Fırsattan istifâde o listeye yazıldık, atıldık. Şimdi bunun ardından, şöyle bir şey kararnâmeli olmak; birdenbire ne kadar borcum var acaba ya da bankada ne kadar para kaldı diye düşündüğünüz bir an oluyor atıldığınızı duyduğunuzda. Çünkü öğretim üyesisiniz ya da asistansınız, öğretim elemanısınız bir yerde. Orada bir gelir elde ediyorsunuz ve yaşam sürdürmeye çalışıyorsunuz ve birdenbire “Hepsi bitti” deniyor. —“Niye bitti?” filan… “O ciddî sorulara gerek yok. Bitti. Çünkü canımız istedi, listeye yazdık gönderdik.” Eh peki sonra? “Türkiye’de herhangi bir üniversitede çalışmanız yasak.” A, işte o zaman Kıbrıs’ta çalışabilir misin acaba, Kıbrıs’taki üniversitelerde? Size Kıbrıs’ı anlatmaya gerek yok herhalde. Elbette Kıbrıs’taki üniversitelerde de çalışmamız yasak. Dolayısıyla Türkiye sınırları içinde çalışmak yasak. Yurtdışına gidilebilir. Fakat 2-3 yıl yine nedeni belli olmayan yurtdışı yasakları konuldu. Benim 2 buçuk 3 yıl sürdü. Niye konulduğu belli değil. Sonra niye kaldırdıkları da belli değil o yurtdışı yasağını. Dolayısıyla oraya gitmek de problemli. Ha, ne oldu? Yurtdışı yasakları kalktıktan sonra çok arkadaşımız yurtdışına gitti. Almanya’da, Amerika’da, Kanada’da filan işler buldu ve oralarda çalışmaya başladılar. Onların da bir kısmı zâten dönmeyecek. Yani bir anda yine bu câmia içindeki bâzı arkadaşların, insanların kendilerine yakıştırdığı “sivil ölüm”, işte “ağaç kemirsinler” filan gibi bir terminolojiyle de karşılaştık. Şimdi bunlar soldan atılanlar için, yani bizim câmia, işte imzâcı olarak bilinen kitle için belki çok önemli, ciddîye alınabilir, can sıkıcı şeyler değildi. Çünkü sol içinde diğerlerinde olmayan bir dayanışma var. Şimdi biz hep imzâcılardan söz ediyoruz; ama bir de binlerce başka akademisyenler, işte FETÖ listesi filan diye atıldı. Onlar da aynı şeyleri yaşadılar, aynı mağdûriyetleri yaşadılar. Ve bir hukuka aykırılık söz konusuysa, bizim için olan hukuka aykırılık elbette diğer arkadaşlar için de geçerli. Ne bileyim, benim başıma gelmedi; ama çok insanın çocuğunu gönderdiği okulda sorun çıkıyor. İşte, “Bak bu teröristin çocuğuymuş” diyorlar. İş bakmaya gittiğinizde sorun çıkıyor; çünkü KHK’lısınız, sizi almıyorlar filan. İnsanlar bambaşka alanlarda işler yapmaya çalıştılar. Bizim câmia bu sorunu çok fazla yaşamadı. Ama adını anmak istiyorum, içimdeki en büyük acıdır ve bu toplumun utançlarından biridir: Mehmet Fatih Tıraş. Çukurova Üniversitesi’ndeki arkadaşımız imzâcı olduğu için dersleri elinden alındı, başka yerlerde iş bulmaya çalıştı, önce kabul ettiler, sonra reddettiler. “Hayır” filan deyip birdenbire red cevapları gelmeye başladı ve 2017’nin Şubat sonunda yaşamına son verdi. Şimdi biz bir şekilde hayatta kalmayı başardık. Eşimiz dostumuz var, âilemiz var, onlar bize yardım etti, baktılar, işte idâre ettiler. Bir yerlerde yazılar yazmaya çalıştık. Dayanışma akademileri kuruldu. Ben Moda Sahne’de 17-18 hafta Anayasa târihi anlattım. Bugüne kadar yaşadığım en hoş, en güzel deneyimlerimden biriydi. Ve Türkiye’deki pek çok üniversiteyle karşılaştırdığımızda, aslında “Hah! Üniversite işte böyle bir yer olmalı” dediğim bir deneyimdi Moda Sahne’de yaşadığım. Böyle şeyler yaşadık. İnsanın canının sıkıldığı oluyor, üzüldüğü oluyor, âsâbınızın bozulduğu oluyor birdenbire sivil ölüm filan gibi şeyleri duyduğunuzda. Ama yine de bir biçimde insanlar hayatta kalmayı başardı. İşte, emekli olan arkadaşlarımız oldu. Bambaşka işlere giren, lokanta açanlar oldu. Çok başka işlere girdiler.

Biz meselâ 3 genç arkadaşı istihdam ettik. Medyascope’ta yıllarca bize katkıda bulundular.

Murat Sevinç: Tabiî. Kamuoyunun tanıdığı meselâ Mühdan Sağlam çok iyi bir habercilik yapmaya başladı, enerji konusunda çünkü çok birikimli bir arkadaşımızdı. Yani insanlar hayatta kalmanın bir yolunu buldular. Bana acı gelen, ben –bu “ben”i siz “biz” olarak kabul edin, yani ben bunu çok insan adına aslında söylüyorum; kimseyi temsilen buraya çıkmadım, ama çok insan için bu aynı şey geçerli– devlet okullarında okumuşbir insanım. Hırka-i Şerif’te doğup, işte, Rami’de Eyüp’te, Taşlıtarla’da filan büyüyüp devlet okullarında okumuş bir insanım. Yani yoksul halkın vergileriyle okudum ve hasbelkader şansım da yaver gitti, bir yerlerde akademisyen oldum. Mülkiye anayasa kürsüsünde, bunu çok onurla söylüyorum, öğretim üyesi oldum. Ve sonunda birileri sırf onların tepesini attırdınız diye sizi alıp kapının önüne koyabiliyor. Bu kamu kaynağının isrâfıdır. Ben o güne kadar hep kamu kaynaklarıyla okudum ve kamuya borcum var ve bizler yaptığımız işi kamuya borç duygusuyla, bu topluma borç duygusuyla yaptık ve yapmaya çalıştık. Aldılar, dışarıya koydular. Eh ne oldu? Ben aç kalmadım. Yazılarımı yazmaya devam ettim. Kitap okumaya devam ettim. Bunun zarârı kime? Toplumun bunlar üzerinde düşünmesi lâzım. O toplum dediğimiz her kimse, kimlerden oluşuyorsa.

Yani sizi cezâlandırma derken aslında toplumu cezâlandırıyorlar.

Murat Sevinç: Tabiî, kendi kendilerini cezâlandırıyorlar. Kurumları cezâlandırıyorlar. Bir de geçenlerde Işın Eliçin, sağ olsun, programına dâvet etti, Skype ile katıldım. Orada bir üniversite tasfiyesi târihi anlattım, kısa üniversite tasfiyesi. 33 tasfiyesi, Dârülfünûn’dan İstanbul Üniversitesi’ne geçerken, çokpartili yaşama geçerken… 45-48 arası koskoca isimlerin, Behice Boran’ların, Pertev Boratav’ların atıldığı tasfiye, 50’lerde Demokrat Parti’nin yaptıkları, 27 Mayıs ardından yaşana büyük tasfiye, 12 Mart ardından yaşanan tasfiye ve işkenceler. Benim hocalarımın bir kısmı işkenceden geçirilmiş insanlardır. 12 Eylül’den sonra yaşanan büyük rezâlet; 1402’likler, atılanlar. Şimdi bunları yapan insanların sıkıntı çektiği 28 Şubat süreci. Daha küçük çapta olmakla birlikte orada da bir tasfiye süreci yaşandı. Birtakım aklıevveller iknâ odaları kurdu. Değil mi? Çünkü sopanın elinde olduğunu düşünüyordu. Bizde sopayı eline alan sağa sola savurmaya başlıyor. O zaman da onlar güçlü olduklarını düşünüyorlardı. İşte, iknâ odaları kurdular. Türbanlı çocukları kapılardan sokmamaya çalıştılar filan. Gücün kendilerinde olduğu vehmiyle bütün bunları yaptılar. Ama bir süre sonra zâten aslında öyle bir güce sâhip olmadıklarını da anladılar. Yani bu ülke zâten tasfiyeler târihine sâhip. Şimdi bu arkadaşların, bu “sivil ölüm” filan gibi Nazi hukukunda geçmiş… “Medenî ölüm” kavramı orada geçer. 36-37’de Alman Nasyonal Sosyalistler’in mahkemelerinde filan geçer bu kavramlar. Şimdi bu tasfiyeleri yapanlar bu ülkenin târihinde nasıl anılıyorlar? Saygıyla mı anılıyorlar? Hoş mu anılıyorlar? Onlar hakkında neler yazılıyor? Peki ilerleyen yıllarda kendileri hakkında neler söyleneceğini ve neler yazılacağını düşünüyorlar? Bu çok acıklı bir şeydir. Hem bu işleri yapanlar açısından hem de bu toplumun geldiği yer, bu ülkenin geldiği yer açısından bu çok üzücü bir şeydir. Atılan yaşamanın yolunu buluyor, onu söyleyeyim. Bir biçimde ayakta kalıyor. Ama yazık, günah. Hem bu ülkeye yazık, hem de bu insanların kendilerini düşürdüğü durum da doğrusu üzücü. Evet, can yakıyorlar bir yandan; ama diğer yandan da keşke bu duruma düşmeselerdi. Bir insanın diğerine “Ağaç kemirsinler” demesi, söyleyen için çok vahim bir durumdur, çok acıklı bir durumdur. Keşke kendilerini bu duruma düşürmeselerdi. 

Dayanışmadan bahsettiniz. Ben açıkçası genel olarak ülkede akademisyenlerin, KHK’da mağdur olanların özellikle hak ettikleri desteği aldığını düşünmüyorum.

Murat Sevinç: Almadılar tabiî. Orada da bir ayrım yapmaktan yanayım. Tek tek çok meslektaşımız üzüldü ve bize destek oldu. Hiç haklarını yiyemem. Yani Türkiye akademisinde, her kurumda, her akademisinde, en beğenmediğinizde bile bu duruma aslında tepki gösteren; ama kendisini çâresiz hisseden çok meslektaşımız var. Bize de bu insanlar çok destek verdiler. Ama kurumsal destek olmaması bizim akademinin durumunu gösteriyor. Bu çok vahim bir şey. 200’ün üzerinde üniversite var Türkiye’de. Herhangi bir üniversitenin bildiğim kadarıyla herhangi bir kurulundan; akademik kurul olur, fakülte kurulu olur, herhangi bir yerinden, “Yahu ne yapıyorsunuz? Nasıl olur? Bunlar insan, eşyâ değil yani. Listelere yazıp bu kadar insanı atabiliyorsunuz. Ve bunun 15 Temmuz’la ne ilgisi var? Bu darbe girişimiyle ne ilgisi var bu insanların? Nasıl olur da bunu fırsata çevirirsiniz? Nasıl olur da akademiye bunu yaparsınız?” diyemedi bu ülkenin üniversitelerinin herhangi bir kurulu. Bunu söyleyemedi. Ama her kurum kendi edip kendi buluyor biliyorsunuz. Yani basının bu halde olmasının nedeninin aslında basın olduğunun, basın mensupları olduğunun siz de farkındasınız. Akademinin bu durumda olmasının nedeni de akademik kurumlar. Ha bir kurum; “Ben üniversiteyim” dedi: Boğaziçi Üniversitesi. Onun da başına neler geldiği, neler yapıldığı, nasıl yıpratılmaya çalışıldığı ortada ve bu da bakın bu toplumun gözünün önünde oluyor. Ama birisi çıktı, “Bir dakika” dedi; “Öyle bana canının istediğini yapamazsın. Burası üniversite, ben akademisyenim” ve bunun gereğini yaptılar. Tabiî ki bedelini de ödüyorlar. Çünkü her tercihin bir bedeli var. Ama üniversite biraz böyle bir yerdir. Benim hocam Cem Eroğlu, 1402’liktir, o da 12 Eylül’de atılanlardan. Hep şey der: “Hep insanoğlu böyledir. Biri atılır, biri de lacivert takım elbisesini giyer ve görev bekler. Böyle bir yerdir.” Yani herhalde hem insan böyle bir varlık hem de bizim üniversitelerimiz biraz da doğrusu tutucu yerlerdir. Ayrıca 200’ün üzerindeki üniversitenin çoğunda evet, çok aklı başında tanıdığım, ettiğim, okuduğum insanlar var; ama çok muhâfazakâr, milliyetçi bir yapılanma da var artık üniversitelerde biliyorsunuz. Füsun Üstel Karârı çıktıktan sonra 1071 dediler, sonra 1065’e düştü. Meslektaşımız, “Nasıl olur da böyle bir karar çıkar? Bu adamların yeri üniversite değil, bunların yeri cezâevi” filan diye tepki gösterdiler. Yani öğretim üyelerinin, kendi meslektaşlarının beraat etme ihtimâli karşısında ürktüler, çok üzüldüler. Çünkü bizi cezâevinde görmek istiyorlar ya da sokakta görmek istiyorlar. Yani üniversitede görmek istemiyorlar ve böyle bir bildiri hazırladılar. Ve tahmin ediyorum bir mahcûbiyet duymayacaklar ömür boyu.

Ya da en azından şu iktidar döneminde başlarına herhangi bir şey gelmeyecek.

Murat Sevinç: Doğru. Ama Gazete Duvar’da geçen yıl bir söyleşi yayınlandı. İzmir’deki bir üniversitede –şimdi adını tam hatırlamıyorum– çok güzel ve etkili bir söyleşiydi. Birtakım imzâsı olan ve bu işi yapanlarla söyleşi yapmışlar ve onlar da nasıl olduysa kabul etmiş. Çok hüzün verici şeyler söylüyorlardı; “Ben yapmadım aslında. Tam ne oldu? Baskı vardı. Farkında değildik” filan. Çünkü yani haksız olduğunu ve adâletsizlik yaptığını bilerek bir iş yapmak sizi olmasa çoluğunuzu çocuğunuzu mahçup eder. Ama birilerini mutlaka mahçup eder. Yani birileri mutlaka utanır. Siz utanmıyorsunuzdur, günü gelince utanırsınız ya da işte başkası.

Peki dönenlere yönelik şimdi anlattıklarınızdan anladığım, fiilen tekrar üniversitede hocalığa başlayabilenlerin sayısı bayağı az.

Murat Sevinç: Evet, az.

Hâlâ birçok süreçler sürüyor. Dönenlerin öykülerine baktığımız zaman bir tür mobbing’e vs.ye mâruz kalıyorlar mı?

Murat Sevinç: Çok farklı hikâyeler var. Oda verilmiyor, uzun süre sonra çok kötü bir oda veriliyor. Hakları hâlâ… meselâ maddî tazmînat, – ki o tazminat da zâten çok gülünç yani, hak ettiğinizin üçte biri dörtte biri filan o hesaplamalarla veriliyor– onu henüz alamayanlar var. Mustafa Kemal Coşkun, bizim Dil Tarih’te; bilmiyorum verdiler mi? Uzun süre oda vermemişlerdi. İşte, bahçede çalışıyordu filan, orada bilgisayarını koyup… Böyle şeyler oluyor, yapıyorlar. Ama her yerde yaşanmıyor. Meselâ bâzı taşra üniversitelerine giden arkadaşlar, “Yok” dediler. Zâten sayıları çok az olduğu için muhtemelen pek kimse dokunmadı. Hani işimizi yapıyoruz, gidiyoruz, geliyoruz ama… Şöyle bir durum var Ruşen Bey, yani biz insanız. Eşyâ değiliz. Eşyâyı bile evde bir yerden bir yere koyduğunuzda, “Eşyâ yerini yadırgadı. Burada olmadı” filan denir. Şimdi 7 yılın ardından herkes bir hayat kuruyor kendisine. Ne bileyim? Ben İstanbul’a taşındım. Eşim, çocuğum, burada bir hayâtımız var. Birdenbire “Hadi” diyorlar. 7 yıldır girmediğim bir kampüse gireceğim. Ne hissedeceğimi bilmiyorum. Ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum. Bu hayâtı nasıl devam ettireceğimi bilmiyorum. Dolayısıyla hem psikolojik yükü var hem de günlük yaşamdan kaynaklanan sorunlar var. Ama burası öyle bir ülke ki… Şimdi rahmetli annem, ben atıldığımda, “Aman sıkma canını evlâdım. Bak hiç olmazsa hapse atmadılar” demişti. Muhtemelen hapse girenlere de birileri, “Ya, hiç olmazsa yaşıyorsunuz” diyor. Şimdi bu ülkede mağdûriyet anlatmak çok zor bir şey. Ben 7 yıl boyunca kararnâmelerle ilgili 3 yazı filan yazdım — ki birisi dalgacı bir yazıdır; ama 3-4 yazı yazdım. Sonra Kerem’le ve Dinçer’le 2 uzunca makale yazdık bu konuda, bu Olağanüstü Hal kanun hükmünde kararnâmelerinin hukuk dışılığını ve anayasa dışılığını anlatan. Meselâ onun dışında pek fazla bir şey yazmadım. Çünkü siz bunu yazdığınızda, aslında kendi sorununuzu anlatıyorsunuz. Bu size ayıp geliyor. Çünkü başka bir sürü dert yaşayan, cezâevinde olan insan var filan. Fakat sizin bunu yapmamanız için, biraz önce sorduğunuz soruya döneyim; birilerinin konuyu gündeme getirmesi ve yazması lâzım. Ne bileyim Kavala’nın, Demirtaş’ın kendi derdini anlatmasına gerek yok; çünkü biz yazıyoruz. Bu sürekli gündemde, gündeme geliyor. Can Atalay hep gündeme geliyor. Ama şimdi kararnâmeler için bu olmadı, olamadı. 2 yıl boyunca OHAL süresince bu ülkede herhangi bir hukuk fakültesi OHAL toplantısı yapmadı. Şimdi bu kadar ürkme, bu kadar korkma, çekinme –ki bunun sonu yok– sonucunda çok insan tabiî kendisini yalnız hissetti. Ben hissetmedim. Şımarıklık yapacak hâlim yok. Bâzı meslektaşlarımız –yazıyoruz, çiziyoruz filan– hissetmedi. Ama herkes aynı durumda değil. Örneğin karı koca işsiz kalanlar oldu. Çocuğunu okuldan almak zorunda kalanlar oldu. Ve tekrar söylüyorum: Bu sorun, kararnâme sorunu yalnızca bizim sorunumuz değil. Cemaatçi olduğu gerekçesiyle, sempatizan, bilmem ne, oraya para yatırmış, gazeteye aboneymiş filan diye atılan insanların da çok canı yandı ve bunu kendi câmialarına yaptılar üstelik. Sol içindeki dayanışma orada çok fazla yaşanmadı. Bir de tabiî siyâsetçilerin ilk bana kalırsa 3-4 yıl bir endîşesi, korkusu vardı. Bu konuyu gündeme getirmediler doğru dürüst. Çok vahimdi. OHAL kanun hükmünde kararnâmelerinin anayasa karşısındaki konumunu ve hukuksal sorunlarını gündeme getirmediler. Siyâsal olarak da getirmediler hukuksal olarak da getirmediler. Korktular, “Aman bizi de suçlarlar” diye. Biliyorsunuz bizim muhâlefet temel olarak, “Aman, ne derler?” üzerine siyâset yapıyorlar. “Ama işte bizi suçlarlar” filan diye gündeme getirmediler. Son yıllarda partiler durumun vahâmetini kavradı ve biraz daha her partiden, DEVA’dan, Saadet’ten, CHP’den filan sesler duymaya başladık. 

Daha az fatura çıkacağını da düşünüyor olabilirler. 

Murat Sevinç: Tabiî tabiî. Yani öyle de düşünüyorlardır muhtemelen. 

Ben o anlamda, meselâ biz gazeteci olarak tâkip ediyoruz; Ömer Faruk Gergerlioğlu dışında, bu KHK meselesini ısrarla gündeme getiren yok. Çünkü özellikle Fethullahçılık bahsi nedeniyle ayrıca bir zorluk katsayısı artıyor. 

Murat Sevinç: Tabiî.

Çünkü KHK sâdece sizin gibi durumlarda değil; esas olarak orada olan bir hikâye ve hakîkaten “ateş topu” derler ya…

Murat Sevinç: Tabiî. Anayasa Mahkemesi de o karârı o yüzden verdi. Şimdi ilk KHK’lar çıktığında biliyorsunuz Anayasa Mahkemesi’ne gitti. Ve Anayasa Mahkemesi oybirliğiyle içtihat değiştirdi. 90’larda “Olağanüstü hal kanun hükmünde kararnâmelerini anayasada inceleyemez’’ demesine rağmen; “Ben adına bakmam, içeriğine bakarım. İçeriği eğer OHAL’i ilgilendirmiyorsa incelerim” deyip inceliyordu. İptal ediyordu ya da etmiyordu. Ama içtihat değiştirdi birdenbire keskin bir dönüşle. Bence tabiî onlar da çekindiler. Yani o koşullarda, “Biz bunları inceleyebiliriz” dese, bütün bir kararnâme rejimi çökecekti. Ama Anayasa Mahkemesi şimdi birtakım olumlu kararlar veriyor, övüyoruz, “Tamam, güzel” filan diyoruz; ama aslında şeyin müsebbiplerinden biridir, “Hayır, biz bunu inceleyemeyiz” dediler. Çünkü böyle düşünen anayasa hukukçuları da vardı, biraz ondan yararlandılar. Yani lafzına uydular anayasanın. Ve içtihat değiştirerek incelemeyi reddettiler. Herkesin bu olup bitende katkısı var. Vahim, ama derseniz ki işte bir tek bizde de değil. Medyascope’tan da tâkip ediyorum, işte başka pek çok yerden. Yani dünyanın hâli de değil mi yani? Amerika’da 4 üniversitenin rektörünü Kongre’deki eğitim komisyonu karşısına çekip Filistin meselesinde, “Vay efendim, sizin üniversitelerinizde nasıl olur da Filistin yanlısı gösteriler yapılır? Nasıl olur da İsrail’in bölgede yaptığı katliama sessiz kalmaz bu çocuklar, bu hocalar, bu öğrenciler?” filan diye sorguya çektiler rektörleri. Ve rektörler –ben seyrettim o komisyon şeyini– hep hukuka vurgu yaptılar. Anlatabiliyor muyum? Yani o korunaklı alan içinde kalmak ve fazla bu konuya girmek istemediler. İşte, ifâde hürriyetidir, üniversiteler… Ama meselâ hiç olmazsa bunu yapabildiler. Yani biri dışında hiçbiri istifâ etmek zorunda kalmadı, bunu yapabildiler. Bizde hikâyenin başından beri, bu Türkiye’de çok fukara olan; bu demokrasi, düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğünün sonuçlarını yaşıyoruz aslında. Yok bunlar Türkiye’de. Bunu üniversite orada yaşıyor. Basın başka bir mecrâda yaşıyor. Sizin dünkü programınızı seyrettim, bu en son olup bitenlerle ilgili. Ne kadar yutkunarak konuştunuz ve bâzı cümleleri kurarken nasıl da “Şimdi bunu söylüyorum ama…” diyerek kurdunuz. Düşünce özgürlüğü olmayan yerde demokrasi yok. Yani bunun tartışılacak bir tarafı yok. Onun ölçüleri vardır, sınırları vardır; ama o kadar da muğlak değildir. Şimdi böyle bir sorun yaşıyoruz. Bunu dünya, işte Amerika bizim kadar vahim boyutta yaşamıyor, Fransa yaşamıyor filan; ama onlar da yaşıyor böyle sorunları. Bakın İtalyan Başbakanı bir anayasa değişikliği için uğraşıyor; başbakanı halk seçsin, seçimde çoğunluğu elde eden partiler %55 temsil edilsin filan diye böyle anormal bir anayasa değişikliği talep ediyor filan. Amerika’da Trump’ın yeniden seçilme ihtimâli var. Fransa’da Le Pen’in seçilme ihtimâli var. Şimdi her yerde ceberrutluk 60’lardaki 70’lerdeki dalganın aksine şu anda popüler, bu höt zöt yönetim tarzı popüler. Dolayısıyla bu düşünce özgürlüğü sorunu farklı ölçülerde oralarda da yaşanıyor, yalnızca bizde değil. Ama bizde tabiî böyle “devletin sürekliliği esastır” diye bir ilke vardır. İşte bu tasfiye târihine bakıyorsunuz ve diyorsunuz ki: “Evet, biz bugün dönebiliriz, ama muhtemelen 20 yıl sonra başkaları başka gerekçeyle üniversitelerden ya da memuriyetten tasfiye edilecek.” Hep bunu yaşıyor. Düşünce özgürlüğüyle aramız iyi değil bizim. Temel hukuksal ilkelerle de aramız pek iyi değil. Adâlet ilkesiyle aramız pek iyi değil. Şimdi bizim imzâladığımız metin, benim ve 1000 kişinin destek imzâsı verdiğimiz metin –çocuk değiliz elbette, neyi imzâladığımızı da biliyoruz– sert bir metin, tamam. Ve iktidârı kızdırması olağan da anlaşabilir de. Kızar iktidarlar. Birisi böyle bir metin –ki benim gördüğüm en sert metin de değildi; ben başka pek çok imzâ metni de gördüm işte bugüne dek–, sert bir metindi. İktidar da kızar, tamam; ama kızgınlığın ardından bizim düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğü dediğimiz, hukuk dediğimiz, anayasal ilkeler dediğimiz o set devreye girer. Kızarsınız, ama yapabileceğiniz şeylerin sınırı vardır. Yani bir kararnâmeye fırsat bu fırsat deyip binlerce insanı, imzâ attılar diye yüzlerce insanı yazamazsınız, “Nasıl olsa başımıza bir şey gelmez, hesap vermeyiz” diye. Hukuk orada devreye giriyor. Bizde bunu sâhiplenen insan sayısı çok az. Bakın birkaç milletvekili evet, bunu gündeme getirdi. Ama meselâ en çok Gergerlioğlu sağ olsun gündeme getirdi, değil mi? Onun dışında pek çok siyâsetçi, sanki böyle bir sorun hiç yaşanmamış gibi –âileriyle birlikte 3-4 milyon insandan söz ediyorum– 120-130 bin insanın atılması demek, değil mi? Milyonlarca insanın mağdûriyeti demek, yani çevreleriyle birlikte — bu hiç yokmuş gibi davrandılar. Ama bunun için bir adâlet ilkenizin olması gerekiyor. Ve “Adâlet bir gün bana da gerekir” diye savunulmaz adâlet. Adâlet saygıdeğer bir ilke olduğu için savunulur. Hayâtınız boyunca hiç mahkemeye düşmemiş olabilirsiniz ve düşmeyecek olabilirsiniz. Ama ahlâklı olduğunuz için ve bir toplum içinde yaşadığınızın farkında olarak o ilke savunulur. Yekdiğerinin hakkını o yüzden savunursunuz. Bir gün bana da gerekir diye değil. Bu çok korkunç bir problem Türkiye’de hakîkaten ve hep vardı. Hah! Şahtık şahbaz olduk. Şu anda işte eskiyi de arar haldeyiz. 

Kötü bir lâf ama, Cioran’ın o meşhur, “En büyük zâlimler kafası kesilmemiş mazlumlardan çıkıyor” meselesinin sınandığı bir yeriz. Neyse, çok geçmiş olsun. 

Murat Sevinç: Şimdilik… Teşekkür ederim. Ve umuyorum herkes için. 

Artık yeni yılda üniversiteye dönersiniz diye düşünüyorum.

Murat Sevinç: Herhalde bir yürütmeyi durdurma çıkmazsa Şubat’ta deneyeceğim. Bir bakacağım.

Bayağı bir heyecanlı olacak herhalde.

Murat Sevinç: Bilmiyorum. Hiç bilmiyorum ne hissedeceğim, ne olacak, ne yaşayacağım hiç bilmiyorum. Çünkü bıraktığım yer mi orası? Biz gittiğimizde bildiğimiz yer mi? — herhangi bir yer için aynı şeyi söyleyebilirim — bundan emin değilim. Ama tabiî benim 30 yıl geçirdiğim ve evim gördüğüm bir yerdir Mülkiye. Gidip deneyeceğim. Umuyorum bütün meslektaşlarımız bu saçmalıktan bir an önce kurtulurlar ve bunu herkes için diliyorum, herkes için diliyorum. Yani yalnızca imzâcı akademisyenler için filan değil; anayasaya aykırı ve hukukun genel ilkelerine aykırı bir biçimde hayatları karartılmaya çalışılan ve haklarına çökülen, yoksun bırakılan, haklarından; temel yurttaşlık haklarından söz ediyoruz, onlardan yoksun bırakılan herkes için doğrusu aynı şeyi diliyorum. 

İnşallah. 

Murat Sevinç: İnşallah.

Evet, Doç. Murat Sevinç’le KHK’yı, akademisyenleri konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.