Türkiye, “büyük resmi görenlerin” ve “vatanlarının bölünmesine izin vermeyenlerin” ülkesi… Gündem ve sorunlar ne kadar çeşitlenirse çeşitlensin, en nihayetinde birileri çıkar, büyük resmi gördüğünü, bayrağın asla inmeyeceğini, vatanın asla bölünmeyeceğini kitlelere haykırır. Hatta bazen, o kadar alakasız diyalogların içinde bu vatanperver sözlere denk gelirsiniz ki ne diyeceğinizi, nasıl yorumlayacağınızı bir an bilemezsiniz. Peki, gerçekten büyük bir resim var mı, ya da vatanın bütünlüğü gerçekten bu denli tehdit altında mı?
Düşüncelerim bu ve benzeri soruların arasında dolaşırken, aklıma Prof. Franz Ruppert’in travmatik parçalarla ilgili ortaya koyduğu düşünceler geldi. Özetle;
İnsan, travmatik bir deneyim yaşadığında ve onu çözümleyemediğinde, o yaşadığı şeyin duygusu ve bedensel duyumsaması kişiye fazla gelir ve sindiremez. Sindiremediği için, o yaşantıyı bir dolaba kaldırır ve saklar. Bunu, bir çeşit “bölme”, “koparma”, “disosiyasyon” gibi de düşünebiliriz. Kişinin kendiliği parçalara bölünür.
1.Travmaya uğramış parça
2.Hayatta kalan parça
3.Sağlıklı parça
Travmatik parçalar, bilince çıkarılmaz, hiç yaşlanmaz, onlar için zaman sanki travmanın olduğu zamanda durmuştur. Hızlıca tetiklenip, sistemde dağılmaya yol açabilirler. Travmatik yaşantıyı bizzat deneyimleyen bu parçalar, birer sürgün gibi kenarda tutulur ve günlük hayata karışmamaları için benliğin “hayatta kalan parçaları”, çeşitli savunma mekanizmaları geliştirir.
Bu “hayatta kalma parçaları”nın amacı, travmatik parçaların açığa çıkmasını engellemektir. Böylece, sistemin dağılması da önlenmiş olur. Hayatta kalma parçaları, sanki travma hiç yaşanmamış gibi, geçmişteki travmatik anıları ve acıları inkâr eder, onları yüzeye çıkarmamak için ne gerekiyorsa yaparlar. Sert bir kontrol ve güç istenci, bağımlılık geliştirmek, dikkati dağıtmak için çeşitli problemler çıkarmak, yanılsamalar ve düşmanlar yaratmak, itaat ve saldırganlık arasına sıkışmak vb. Hayatta kalma parçalarının stratejileri çöktüğünde, o çöken stratejinin sistemi dağıtmaması için onu da böler ve bastırırlar. Böylece, sistemin enerjisi sürekli bu bölünmeleri ayrı alanlarda tutmaya çalışarak harcanmış olur.
Bütün bunların yanında, insanın, travmadan hiç etkilenmemiş sağlıklı bir parçası da bulunur. Bu sağlıklı parça, olayları gerçeklik zemininde değerlendirebilen, uygun düzeyde güvenen, güvenilen, geleceğe dair umut besleyen, çözüm için sorumluluk alan, hakikati duymakla ilgili cesur olan parçamızdır: “İçimizdeki sağlıklı ruhsal parça, gerçekliği olduğu haliyle görüp kabul edebilir, kendi istediği gibi görmeye çalışmaz. Önemli olayları, acı verici ve korkutucu olsalar da hatırlayabilir.” (Ruppert, sf.90)
Her ne kadar, Ruppert bu teorisini bireyin travmatik yaşantılarının çözümlemesi için oluşturmuş olsa da ben, milletlerin, toplulukların ya da daha küçük sosyal birimlerin travmalara benzer tepkiler verdiğine inanıyorum. Nitekim, Ruppert’in saydığı, travmatize olmuş toplumların semptomlarının hemen hemen tamamının bizim toplumumuzda görüldüğünü fark ettim.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Türkiye halkı, son 100 yıllık serüveninde, her anlamda, büyük bir değişim ve dönüşüm gerçekleştirdi. Çok uluslu bir imparatorluktan, “tek uluslu” bir Cumhuriyete giden yolda, tabi ki halkı travmatize edecek çok fazla kayıp yaşandı. Önce 200 yıla yayılan toprak kayıpları, ekonomik gücün ve itibarın yitirilmesi, imparatorluğun kalbi olan Balkanlar’ın kaybı, anavatanın ve başkentin işgali, saltanat ve hilafetin kaldırılması (bir durumun gerekliliği, sonucunun müspet olması toplumun bazı kesimlerinin bu değişimden olumsuz etkilenmeyeceği anlamına gelmez), kaybedilen milyonlarca can ve daha niceleri… Her biri başlı başına travmaya yol açabilecek bunca kaybın, bir toplum tarafından sadece bir-iki nesil içinde deneyimlenmesinin yarattığı yıkımın büyüklüğü konusunda hepimizin hemfikir olduğunu düşünüyorum.
Atatürk’ün icracı ve dönüştürücü liderliği ve Türkiye halkının değişimi taşıyabilme gücü, genç Cumhuriyetin kısa zamanda büyük adımlar atabilmesini sağlamıştır. Lakin, bugün, daha objektif bir gözle geriye dönüp baktığımızda tıpkı Ruppert’in tanımladığı gibi, “devlet” toplumun travmatize olmuş bazı parçalarını, sistemden ayrı tutup, bir nevi sürgüne göndermiştir. Buradaki mantık, travmatik parçaların yüzeye çıkarak, zor bir zeminde dengelenen sistemin tekrar istikrarsızlaşmaması, halk diliyle “vatanın bölünmemesi” için mutlaka engellenmesinin gerekli olduğu fikridir. Vatan zaten (geçmişteki Osmanlı toprakları) defalarca bölünmüş, birtakım bileşenleri tarafından defalarca ihanete uğramış, kırılgan ve korunması gereken bir yapıdır onlar için. Bu yaklaşım, çoğunlukla bilinçdışı süreçlerle gelişir. Yani, bu tezi savunanlar her zaman vatanın ne kadar güçlü ve sarsılmaz bir olgu olduğundan bahsederler. Ancak her daim, onların korumasına muhtaçmış gibi hareket ederler.
Genç Türkiye’de devlet ya da devlete hâkim olan yapılar, Ruppert’in teorisindeki “hayatta kalan parçalar” olarak şekillendi. Yani, hakim güç, bir hayatta kalma stratejisi olarak, travmatik parçaların sürgün edildikleri yerde kalmalarını esas kabul etti. Bunu sağlayabilmek için de Kemalist inkılaplara katı bir bağlılık (neredeyse körce), lokal ve etnik birçok sorunun yok sayılması, tarihin bir noktada yeniden yazımı, itaate dayanan bir güvenlik yapılanması, ulusal yanılsamalar (dış mihraklar vb.), gizli şiddet (cezaevi olayları, devlet-mafya iş birliği, aydın cinayetleri vb.) gibi çok farklı savunma mekanizmaları geliştirdiler. Özellikle Atatürk sonrasında, bu bahsettiğimiz stratejiler, neredeyse devletin tüm gücünü/enerjisini sömüren ve başka bir şeye (ekonomik refah, toplumsal barış, teknolojik ilerleme vb.) imkân tanımayan amansız ve sonuçsuz mücadeleler haline geldi. Ancak yine de travmatik parçalar zaman zaman yüzlerini göstermeye devam ettiler.
Geçmişe (ve pek tabi şimdiye) dair ortak bir anlatının ve geleceğe dair ortak bir idealin olmaması, bu muazzam baskılayıcı güce rağmen (devletin içindeki hayatta kalma parçalarının işlevini gören yapılar, genel olarak “derin devlet”), toplumda çatlaklar yaratmaya devam etti. Sağ-sol kavgaları, gizlice örgütlenen cemaat ve tarikatlar, yolsuzluklar, faili meçhuller, “Kürt Sorunu” ve bunlarla beraber gelen askeri darbeler…
Halbuki, bu sistemde, devletin üstlenmesi gereken rol, hayatta kalan parçalar rolü değil, (travmadan etkilenmeyen) sağlıklı parça rolü olmalıydı. Bu ne demek: devlet, barındırdığı tüm parçaları tanımalı, hepsinin üstünde ve ötesinde bir yerde kendini konumlamalı, hiçbir parçasıyla özdeşleşmemeli ve tüm parçalarının acılarını ve ihtiyaçlarını görerek, onlarla asgari müşterekte buluşabilmeliydi. Tabi, bunun için, toplumsal travmaların çözülmesi ve yasların layıkıyla tutulması elzemdi. Olamadı. Travmalar çözülmeden yas tutulma aşamasına geçilmesi zordur. Tutulamayan her yasın, gerilimi boşaltılamayan her travmatik parçanın günümüzde bir karşılığı ve (yukarıda saydıklarım gibi) bedeli vardır. Geçmiş, şimdide çözüldüğünde (çözelti gibi), şimdinin gerçekleriyle yaşamaya başlarız, geçmişte takılı kalmayız.
Bunun için hala geç değil. Nitekim, sürekli olarak “yeni” bir siyaset arayışı da (20 yıl önce mevcut iktidarın doğmasına da sebep olan ve bugün yeniden başlayan) bir nevi sağlıklı parçaya ulaşma çabasıdır. Ülkemizin geldiği nokta ve içinde bulunduğu durum, bu parçaya ulaşmayı her zamankinden daha kıymetli ve gerekli bir hale getirmiştir. Hayatta kalma parçasının bir stratejisi olarak, toplumu hemen hemen ortadan ikiye bölmüş olan kutuplaşmanın çözümü için, geçmişiyle yüzleşecek kadar cesur, hakikat için istekli, geleceğe dair umutlu, sorumluluk almaya hazır bir devlet yapısı kurulmalı. Bunun için, son yıllarda, geri dönülemez şekilde tahrip edilen kurumların tekrar yapılandırılması, güçler ayrılığı ilkesine geri dönülmesi ve diğer sağlıklı parçalardan (gerçek STK’lar, yasını tutmuş anneler, kutuplaşmamış aydınlar, ilmi kendisine rehber edinmiş gençler vb.) destek alınması gerekir. İşte o zaman, içsel çatışmalarını çözmüş, tutarlılığını tesis etmiş ve dünyanın geri kalanıyla kendi çıkarları doğrultusunda ilişki kurmaya hazır bir Türkiye inşa edebiliriz.
*Ruppert, F. (2008). Sembiyoz ve Otonomi, Travmatik Yaşantılar (Fatma Zengin, Çev.). Kaknüs Yayınları.