Ruşen Çakır değerlendirdi: Can Atalay olayının gösterdiği Türkiye gerçekleri

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) hakkında iki kez “hak ihlali”kararı vermesine rağmen tahliye edilmeyen Türkiye İşçi Partisi (TİP) Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesine neden olan hüküm Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Genel Kurulu’na geldi ve okundu.

Atalay’ın vekilliğinin düşürülmesinin ardından çok sayıda hukukçu yorum yaptı. Onlardan biri de eski AYM Başkanı Haşim Kılıç’tı. Medyascope‘tan Gülseven Özkan’a konuşan Kılıç, “AYM ihlal kararı verse de uygulanmayacak” dedi.

Akla gelen bir diğer soru da şu: Atalay, CHP İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu ve DEM Parti Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu formülüyle milletvekilliğine dönüp dönebilir mi?

Ruşen Çakır, tüm bu tartışmalardan yola çıkarak “Türkiye gerçeklerini” değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Merhaba, iyi günler. Türkiye İşçi Partisi Hatay milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliği dün düşürüldü. Önce AKP’nin grup başkanvekilleri fezlekenin okunacağını duyurdular. Ardından AKP’li eski Adâlet Bakanı Bekir Bozdağ’ın yönettiği tartışmalı ve gergin oturumda bu okundu ve Can Atalay’ın milletvekilliği düşürüldü. Usûl hatâları yapıldığı yolunda birtakım îtirazlar var; ama sonuç olarak bu karar verildi. Siyâsî iktidar, bir süre geciken, geciktirilen bu olaya sonunda noktayı koydular. Tabiî ki yine avukatları başvuracaklar Anayasa Mahkemesi’ne. İki ayrı başvuru olacağı söyleniyor ve bunun sonucunda yine Can Atalay meselesi bir şekilde bir kısırdöngü olarak devam edeceğe benziyor. Fakat şu atılan adım başlı başına Türkiye’de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın bizzat ülkeyi yönetenler tarafından tanınmadığını bize gösterdi. Ve Türkiye’nin en önemli kurumu olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin de bu ihlâlde tam anlamıyla işbirliği yaptığını gösterdi. Yani Can Atalay’ı milletvekili olarak kabul etmeyen Yargıtay ve iktidar partileri olabilir; ama Meclis bunu resmîleştirerek onlarla birlikte hareket ettiğini gösterdi. Meclis derken, tabiî ki Meclis’teki iktidar yanlıları. 

Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş bunu istemediğini bir şekilde söylemişti. Ama sonunda Erdoğan tarafından Külliye’ye çağrılıp kabul edildiğinde, aynı gün Devlet Bahçeli de gitmişti ayrıca. Orada belli ki bu olayla ilgili düğmeye basıldı. Herhalde Numan Kurtulmuş bunun kendisi yurtdışındayken yapılmasını tercih etti. Yurtdışı dediğim de: Birleşik Arap Emirlikleri — buna Müyesser Yıldız dikkat çekmiş, gerçekten çok çarpıcı. Birleşik Arap Emirlikleri düne kadar iktidar tarafından 15 Temmuz darbe girişiminin ana sponsoru olarak görülüyordu. Meclis Başkanı oradayken, orada bir meclis varmış demek ki, yani bir emirlik olduğunu biliyoruz, ama cumhuriyet olmadığını da biliyoruz. Orada bir meclis varmış herhalde, Meclis Başkanı Birleşik Arap Emirlikleri’ndeyken bu oldu. Dün karardan kısa bir süre sonra yaptığım kısa değerlendirmede bunun Can Atalay üzerinden tüm topluma yönelik bir meydan okuma ve bir gözdağı olduğunu söylemiştim. Ve maalesef daha karârın alındığı günün akşamından îtibâren iktidârın bu konuda ne derece mesâfe katetmiş olduğunu gördük. İstanbul’da ve Ankara’da protestolar oldu. Can’ın –Can diyorum, çünkü çok yakından tanırım ve arkadaşım, çok sevdiğim birisidir gerçekten; milletvekili olmadan önceden beri tanıdığım ve takdir ettiğim birisidir– yargılandığı dâvâ Gezi Dâvâsı. Gezi’de yaşananları, Gezi’deki katılımı düşünürsek, Gezi üzerinden yapılan bir haksız cezâlandırmaya karşı, alenen anayasa ihlâline karşı ne kadar insanın nasıl bir tepki gösterdiğini gördük. Ve bu da bize iktidârın, bu otoriter rejimin kitlelerin protesto hakkını nasıl sönümlendirdiğini gösterdi. Sonuçta yapılan protestolara çok ciddî müdâhaleler olmadı, ama zâten iktidârın gözünü korkutacak bir protestoya tanık olmadık. 

Neden böyle oluyor? Bu uzun bir süredir yaşanan bir olay aslında. İnsanlar muhâlif de olsalar, yaşananlardan rahatsız da olsalar birtakım duyarlılıklarını yitiriyorlar, yitirmeyi tercih ediyorlar. Yani kimseyi bu konuda suçlamak doğru olmaz. Ama bir örnek vereyim, çok çarpıcı, çok can acıtıcı bir örnek: Tayfun Kahraman, Can’la berâber iki yıla yakın süredir cezâevinde olan bir başka Gezi tutuklusu. Biliyorsunuz kendisi şehir planlamacısı, doktorası var ve iki yıla yakındır hapiste. Bugün eşi –ki meslektaşı aynı zamanda– Meriç Kahraman sosyal medyada şöyle bir şey yazdı: “Bugün çok bilindik bir televizyondan bir gazeteci Tayfun’u telefonundan arayıp yerel yönetimlerle ilgili görüş almak istediğini söyledi”. Düşünebiliyor musunuz? Tayfun iki yıldır içeride ve bildik bir televizyonun bir gazetecisi telefonunu alıyor — ki eskiden bu konularda görüş verirdi, tabiî tutuklu olmadığı zamanlarda, belki o zamanlardan kayıtlı telefon. Bir konuda uzman görüşüne ihtiyaç var ve Tayfun Kahraman aranıyor. Yani o bilindik televizyon hangisiyse –yazmamış adını Meriç– Tayfun’un iki yıldır içeride olduğunu bilmiyor gazeteci. Yani siz bunun devâmını getirin. İnsanlarda bir ilgisizlik var ve özellikle son seçimlerden sonra bu çok daha kabardı. Neden kabardı? Dünkü yayında biraz bahsetmiştim. Daha önce yaşanan hak ihlâllerine karşı, çok büyük haksızlıklara karşı, ekonomide yaşanan onca soruna karşı vs. muhâlefet partileri, özellikle CHP ve eski lideri Kemal Kılıçdaroğlu insanları şöyle yatıştırırdı: “Sıkın dişinizi. Bir şey kalmadı. Seçimlerde her şey değişecek.” Ve kendini muhâlif hisseden birçok insan da inandı, inanmak istedi ve gerçekten bir şeylerin değişeceğini düşünüp kendisi yapacağı bir şey varsa da frenledi. Ve sonunda çok büyük bir yıkımla karşı karşıya kaldı. Bu yıkım da aslında Türkiye’de kurumsal muhâlefetin iflâsı anlamına geliyordu. Altılı Masa söz konusuydu. Altı parti vardı muhâlefette. Ayrıca o zaman seçime girdiği adıyla Yeşil Sol Parti’nin –bir önceki adı HDP, şimdiki adı DEM Parti–, cumhurbaşkanlığı seçiminde onun da desteği olmasına rağmen yaşanan çok büyük bir hezîmet. Ve o hezîmetin ardından, kurumsal muhâlefetin bu çöküşünün ardından çok da fazla bir şey değişmedi; değişen tek şey CHP’de yönetim oldu. Kemal Kılıçdaroğlu gitti, Özgür Özel geldi. Tabiî ki Ekrem İmamoğlu daha öne çıktı. Ama o CHP’nin de temel önceliği esas olarak yerel seçimler oldu, olmaya devam ediyor. Bu anlaşılır bir şey belki; ama Can Atalay olayı bu kadar herkesi ilgilendiren, bütün partileri, bütün ülkeyi ilgilendiren bu olay, göstere göstere yaşanan bu olayda –ki bayağı bir evveliyatı var, daha seçim öncesinden başlayan bir süreç bu– gördük ki muhâlefet hiçbir şeye hazırlıklı değil. Bir ara biliyorsunuz Cumhuriyet Halk Partisi anayasayı savunmak için Ankara’da miting yapacaktı, sonra terör saldırısı nedeniyle o miting ertelendi, anladık. Ama sonra bir daha yapılmadı. En son Özgür Özel tüm Türkiye’yi direnmeye çağırdı. Diyelim ki insanlar direnmeye karar verdiler. Ne yapacaklar? Nasıl yapacaklar? Hangi alanda? Vatandaşa nasıl bir alan sunuluyor? Ve özellikle de tabiî çağıran kişilerin bir şeyler yapması gerekiyor, bir şeyler göstermesi gerekiyor. Bunlar yok. CHP şimdi ne ile meşgul? Aday belirlemelerle meşgul. CHP’nin en sona bırakılan yerlerine bakın, İstanbul’da meselâ: Bakırköy, Kadıköy vs.. Kazanması garanti olan yerlerin adaylarını seçmekte zorlanan, onu geciktiren bir partiden bahsediyoruz. Yani başa baş olan yerlerin adaylarını çok daha önce açıkladılar İstanbul’da ve Türkiye’nin gündemini çok da fazla önemsediklerini söylemek mümkün değil. 

Diğer muhâlefet partilerine baktığımız zaman, hemen hemen hepsi, meselâ Ahmet Davutoğlu da Saadet Partisi adına bugün grupta konuşanlar da Meral Akşener de, tabiî ki DEM Parti de, hepsi Can Atalay konusunda çok açık net îtirazlar dile getirdiler. Meral Akşener’in konuşma metnini okudum. İlk bölümü uzun bir CHP ve Ekrem İmamoğlu eleştirisi. Eleştirinin de ötesinde suçlaması — ki çok uzun ve çok sert, onu da bir not etmiş olalım. Ortada Can Atalay, en sonunda sığınmacı karşıtı söylem. Üçe ayrılmış bir konuşma yapmış. Can Atalay’la ilgili olarak –hakkını vermek lâzım– başından îtibâren Meral Akşener bunun anayasaya aykırı olduğunu ve Can Atalay’ın milletvekilliğinin tanınması gerektiğini söyledi, ısrarla bunu vurguladı. Her biri kendi başına bunu dile getiriyor, bütün muhâlefet partileri; ama birlikte bir hareket yok. Belki Meclis’teki oturumlarda bunu yapıyorlar, ama birlikte bir hareket görmüyoruz. Ama işin ilginç tarafı: Ne yapabilirler? Bunu biz de bilmiyoruz, onlar da bilmiyor. İşte Türkiye’de bu Can Atalay olayının bize gösterdiği en çarpıcı durum bu. İnsanlar îtirazlarını nasıl dile getireceklerini bile artık bilemez duruma geldiler. 

Enis Berberoğlu’yla ilgili olarak Kılıçdaroğlu’nun yaptığı bir “Adâlet Yürüyüşü” vardı ve Kılıçdaroğlu liderliğindeki CHP’nin ilk ciddî büyük çıkışıydı, iktidârı rahatsız eden çıkışıydı. Çok da etkili olmuştu. Benzerini Türkiye İşçi Partisi Can Atalay için yaptı. Ama çok az ilgi gürdü. Bunun birçok nedeni var. En önemli nedeni tabiî ki Türkiye İşçi Partisi’nin CHP ile kıyaslanmayacak ölçüde daha az bir kitleye hitap eden üye sayısı, oyu vs. ile ilgili; bir de tabiî ki açık sol sosyalist bir kimliğe sâhip olması ve bu nedenle de toplumun önemli bir kesiminin sempati duysa da ya da empatik baksa da, çok da yanında yer almadığı bir parti olduğu için diyelim. Ama orada meselâ, o yürüyüşe de başka çevrelerden destek veren pek olmadı. Türkiye İşçi Partisi büyük ölçüde burada yalnızlaştı. Can’ı saymazsak 3 milletvekili daha var, İstanbul’dan seçilmiş milletvekilleri, onlar da ellerinden geleni yapıyorlar sürekli olarak. Meselâ bugün yine Erkan Baş Meclis’te bir basın toplantısı yapacak bildiğim kadarıyla. Ama onların gücünün bir sınırı var. Onların harekete geçirebilecekleri kitlenin bir sınırı var. Ve burada baktığımız zaman tam bir tıkanıklık var. Bu tıkanıklığın birinci derecede sorumlusu — tekrar söylüyorum: Kurumsal muhâlefet. Ama burada da şunu özellikle vurgulamak lâzım; son dönemde benim kafamı çokça kurcalayan bir mesele bu: Türkiye’de muhâlefet var mı? Kim muhâlefet? Neye muhâlefet? Ne istiyorlar? Nasıl istiyorlar? Bütün bunlar aslında her geçen gün giderek flulaşıyor ve bu nedenle de iktidârın önü açıldıkça açılıyor. İktidârın önünün açılması Türkiye’de siyâsetin alanının daralması anlamına geliyor. Yani muhâlefetin esas yapması gereken: İktidârın bütün uygulamalarına karşı siyâsetin alanını genişletmek, iktidârın çizdiği sınırlar içerisinde kalmaya râzı olmamak. Bu konuda dönem dönem demin sözünü ettiğim o Adâlet Yürüyüşü gibi örnekler yaşadık. Ama muhâlefetin, özellikle kurumsal muhâlefetin bu konuda çok da yaratıcı olmadığı bir gerçek. Kurumsal muhâlefetin yaratıcı olmadığı bir yerde, toplumsal muhâlefet diye adlandırılabilecek şeyden, Gezi’den bu yana çok da fazla bir şey kalmadığını görüyoruz. Gezi’de toplumsal muhâlefet kurumsal muhâlefetin çok üzerinde bir performans sergilemişti. Kurumsal muhâlefet onu uzaktan ya da biraz yanına gelerek izlemekle yetinmişti. Daha sonra bunu bir alarm olarak gören Erdoğan –haklıydı Erdoğan kendisi açısından, çünkü toplumun kendisine meydan okumasıydı– elinden gelen her şeyi yapıp Gezi’yi kriminalize etti ve bunun faturasını şu anda cezâevinde olan kişilere kesti. Onlar üzerinden aslında hepimizi cezâlandırdı, tüm ülkeyi cezâlandırdı. Şimdi bu cezânın tüm ülkeye giydirilmiş bir gömlek olduğunu kabul etmek istemeyen bir toplumsal kesim var, kendini muhâlif olarak gören; ama ürken, ne yapacağını bilmeyen bir kesim var. O kesim neyi nasıl yapar? Şu hâliyle bakıldığı zaman, Türkiye’nin gerçekten, kurumsal muhâlefet başta olmak üzere toplumsal muhâlefet alanında da tam bir kriz içerisinde olduğunu görüyoruz. Burada son seçim çok ciddî bir şekilde rol oynadı. Eğer yerel seçimlerde muhâlefet belli bir varlık gösterirse… yine “muhâlefet” diyorum, ama çok da fazla kimi kastettiğimi ben de bilmiyorum. Meselâ İYİ Parti artık çok da bir muhâlefet partisi gibi değil. DEM Parti yine belli ki Güneydoğu’da çok sayıda belediyeyi alacak. Ama hepimiz biliyoruz ki o belediye başkanlıklarının sürüp sürmeyeceği Erdoğan’ın keyfine kalmış bir durum. Yani seçilen, seçilecek olan Diyarbakır, Batman, Van gibi yerlerin belediye başkanlarının ömrünü, onu seçenler belirleyemiyor maalesef. Çünkü Türkiye’nin sağının –şu anda ülkeyi yöneten kesim ve muhâlefetin de bir bölümü öyle–, en büyük iddiası millî irâde olan sağın, “Yeter söz milletindir!” gibi lâflara, işine gelmediği zaman hiçbir şekilde îtibar etmediğini görüyoruz. Bunu daha önce de gördük. Kayyum olayında zâten defalarca gördük. Şu anda Can Atalay olayında da bir kere daha görüyoruz. Ve “Erdoğan ne zaman insâfa gelir?” diye bekliyoruz. Biliyorsunuz bir ara bu tür haberler sızdırıldı: “Bahçeli bastırıyor, ama Erdoğan istemiyor” diye. Ama gördük ki Erdoğan da Can Atalay’ı asılsız bir şekilde terörist olarak yaftalayabildi. Evet, böyle bir tıkanıklık hâlinde, ülkede demokrasi, hukuk, özgürlük isteyenler ne yapacaklarını bilemez bir durumda kaldılar, kalmış durumdayız, öyle diyelim. Söyleyeceklerim bu kadar, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.