Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Haftaya Bakış (202): İstanbul’da adaylar belli oldu | Erdoğan ve Sisi buluşması | İliç’te adım adım facia

Yerel seçimlere az bir süre kala siyasi partiler gözünü İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne (İBB) çevirdi. Mevcut belediye başkanı Ekrem İmamoğlu’nun karşısında iktidarın yanında muhalefetin de adayları yarışacak. AKP, CHP, Zafer Partisi, Saadet Partisi ve İYİ Parti’nin adaylarını açıklamasının ardından Halkların Eşitlik ve Demokrasi Partisi (DEM Parti)’de İBB Başkan adaylığı için Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni’yi duyurdu. Yeniden Refah Partisi (YRP) İstanbul adayının YRP Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Altınöz oldu.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 14 Şubat’ta Mısır Cumhurbaşkanı Abdulfettah es-Sisi ile görüştü. Türkiye ile Mısır arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi toplantılarının yeniden gerçekleştirilmesi için Erdoğan ve Sisi, ortak bildiriye imza attı.

Erzincan-İliç’teki Çöpler Altın Madeni’nin etrafında biriktirilen toprağın kaymasının dördüncü günündeyiz. İşçilerden bazılarının telefonlarından sinyal alındığı açıklansa da dokuz işçiden hâlâ haber alınamıyor.

Ruşen Çakır ve Kemal Can Haftaya Bakış’ta değerlendiriyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ile haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Kemal, merhaba. 

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Bazen çok şikâyet ediyoruz gündemde pek bir şey yok diye, ama bu hafta bayağı konuşulacak şey var. En kötüsüyle başlayalım: Erzincan İliç’teki mâden ocağında yaşanan toprak kayması nedeniyle dokuz işçi göçük altında kaldı. Buna fâcia mı diyeceğiz, katliam mı diyeceğiz, artık ne diyeceksek, dokuz kişi hâlâ kayıp. İçişleri Bakanı, kayıp olan 6 kişinin bir bölgede, diğer 3 kişinin de başka bir bölgede olduğunu açıkladı. Tabiî olayın birçok boyutu var. Mâden daha önce 2022’de kapatılıp kısa süre sonra açılmış. Murat Kurum’un bakanlığı dönemine denk gelen boyutu var. Bu fâciayla birlikte Murat Kurum da bir şekilde gündeme geldi. Toprakların, mâdenlerin yabancı sermâyeye peşkeş çekilmesi var. Ayrıca meselenin çevre boyutu da var. Göz göre göre olan bir olay. 

Dün gece muhâbir arkadaşımız Gülseven Özkan çok iyi bir haber yaptı. İşçiler toprak kaymasından saatler önce çektikleri fotoğraflarla saptamışlar çatlak ve yarıkları. İşlerini kaybetmekten korktukları için adlarını vermek istemiyorlar. Hattâ yarıklardan bir tânesine iş makinesi girmiş, fotoğraflarda çok net görünüyor. Ona rağmen oralar boşaltılmamış. Dokuz kişi kayıp. “Çok daha fazlası olabilirdi” diyorlar ve korkunç şeyler anlatıyorlar. 

Bu dokuz kişinin artık kurtarılma umudu pek yoktur herhalde; ama en azından âilelerine bir şeyler söyleyebilmek gerekiyor. Olay başladığından beri şu geliyor aklıma: “Bakalım Türkiye bunu kaç gün sonra unutacak?” Bu olay birçok boyutuyla çok önemli. Aslında AK Parti iktidârını da bize çok net bir şekilde gösteren bir örnek bu. Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür, olayın özellikle ekonomik boyutuyla ilgili olarak Medyascope’ta bir yayın yaptılar. Mâdenden elde edilen altının çok az bir kısmı Türkiye’ye kalıyor. Birileri, burada ucuz işgücüyle, az yatırımla çok kazanıyor. Yabancı sermâye gelmiş oluyor, ama getirdiğinin kat kat fazlasını götürüyor — acayip bir sömürü. Amerika’daki Bloomberg TV’nin,Türkiye’de faaliyet gösteren bir altın şirketi yöneticisiyle yaptığı bir röportaj var. Adam açık açık, “Türkiye’de çok ucuz” diye anlatıyor. Hakkını yemeyeyim, röportajın bir yerinde de, “Aslında fiyat istikrârı olsa daha iyi olur” diyor. Çünkü ilk girdikleri târihte dolar 7 liraymış. Şimdi dolar 50 lira olmuş. Spiker, “Siz ödemeleri ne olarak yapıyorsunuz?” diye soruyor. “Tabiî ki Türk lirasıyla” diyor. Böyle acayip bir durum. 

Kemal Can: Senin de işâret ettiğin gibi, olay birkaç katman hâlinde. Orada ölen işçiler, daha önceki mâden hâdiseleri, toplam olarak iş cinâyetleri işin ayrı bir boyutu. Uyarılar yapılmış olmasına, işçilerin, hattâ bazı sorumluların ve âmirlerin de fark etmesine rağmen gereğinin yerine getirilmemesi. Bu “çarkların dönmesi önceliği”ni daha önce başka iş cinâyetlerinde, başka mâden hikâyelerinde de çok net biçimde gördük. Mâdencilerin uyarılarına rağmen kazının devam ettiğini ve sonunda büyük fâciaların ortaya çıktığını gördük. Dolayısıyla “kazâ”, “fâcia” gibi, sanki dışarıdan gelmiş, engellenemez bir şeymiş gibi bunları konuşuyoruz. Burada da kapasite artırımından bahsedildi ve Murat Kurum o vesîleyle tartışıldı. Birtakım uyarıların dikkate alınmaması, kâr ve üretim hırsıyla ortaya çıkan açık iş cinâyetleri var. Bunları inşaatlarda, mâdenlerde çok sayıda görüyoruz. Sen “Ne zaman unutulacak acaba?” diye hatırlattın. Pek çoğunu sildiler. Zamânında, ölmüş mâdencilerin yakınlarının tekmelendiği hâdiseler yaşadı bu ülke; onlar bile unutuldu. Hattâ o tekmeyi atan kişi o başarılı hamlesinden dolayı ödüllendirildi. Şikâyetçi oldu ayağa burkulduğu için filan. Bu iş hiç bitmiyor. Mâdenler dolayısıyla önümüze çok geliyor bu mesele. Çünkü mâdenler, çok sayıda işçinin genellikle kötü koşullarda çalıştığı işletmeler. Kontrolleri de pek çok örnekte gördüğümüz gibi eksik yapıldığı için, orada açık cinâyetler şeklinde işçilerin öldüğü hâdiseler görüyoruz. Bu, işin bir tarafı. 

Diğer taraftan, mâden meselesi ve genellikle yerli ortaklarıyla birlikte yabancılara peşkeş çekilen ülke toprakları ve kaynakları meselesine gelirsek, burada geometrik bir sıçramayla karşılaşıyoruz. Cumhuriyet’in ilk yıllarında, yabancılara, neredeyse yarısına kadar verilmiş olan mâden ruhsatlarının 10 katının, 100 katının, çok kısa bir aralıkta, özellikle son 20 yıllık dönemde verildiğini biliyoruz. Bâzı illerde, ilin toplam yüzölçümün çok önemli bölümünün maden sâhası olarak ayrıldığı biliniyor. Mâden aramaları için bütün doğal alanların, su kaynaklarının, zeytinliklerin, tarım alanlarının imhâ edildiğini ve pek çok insanın bundan mağdur olduğunu biliyoruz. Sâdece orada, o mâdenin yakın çevresinde yaşayan insanlar mağdur değil. Çünkü mâden faaliyeti, çevresel etkileri bakımından fabrika ya da benzeri kirleticiler gibi sâdece yakın çevresine zarar vermiyor, çok büyük bir alana zarar verebiliyor. Bu hâdisede de siyanür yüzünden çok daha geniş bir alana yayılma riski var. Tarıma ayrılması gereken zeytinliklerden, limon bahçelerine kadar pek çok alanın mâden sâhası îlân edildiğini, buralara olağanüstü sayıda arama ruhsatı verildiğini, bu işletmelere verilen kapasite artırımı ve denetimsizlikler nedeniyle büyük yıkımlara neden olduğunu görüyoruz. Üstelik mâden sâhası îlân edilen alan, daha sonra tekrar kullanılabilir olmaktan da çıkıyor. Meselâ bu olayda yaşadığımız hâdisede, siyanür havuzlarından çıkan toprağın yığıldığı yapay bir tepe çöktü aslında. İlk günlerde heyelan diye anlatıldı, ama burada bir doğal felâketten bahsedemeyiz. Oraların artık tekrar kullanımı mümkün olmayacak. Yıllar sürecek çevresel etkileri var. 

Bütün bunları berâber düşündüğümüzde, ekonomiye ve doğaya zararları, iş cinâyetleri boyutuyla, her tarafı zararlı, kontrolsüz durumlar var. Buna karşı çıkan herkes, ülkenin ilerlemesinden, kaynaklarının artmasından memnûniyet duymayan kişiler olarak îlân ediliyor. Üstelik mâdenler yabancılara satılırken, bunlara direnen çevrelerin de, tâlîmatlarının yurtdışından geldiği iddiası var. Diyorlar ki “Fonlarla çevrecilik yapıyorsunuz. Memleketin kaynaklarının kullanılmasını, gelişmesini, mâdenlerinin çıkartılmasını engelliyorsunuz.” Ama sonra o mâdenleri o yabancılara verip, senin anlattığın o ekonomiyi üretiyorsunuz. Yani, çok az bir parçasını alabildiğiniz kaynakları, buradan çok kârlı biçimde kazanç sağlayanlara satarak güya ekonomiyi ilerletiyorsunuz. 

Ruşen Çakır: İşçileri de boğaz tokluğuna çalıştırıyorlar.

Kemal Can: Ama bu hâlâ kullanılabilen bir argüman. Bergama bunun en sembol hâdiselerinden biriydi. Orada işçiler, “Organize biçimde yurtdışından kışkırtılan…” Orada bir sürü köylü de direniyordu. Onların bir kısmı o işletmelere işçi olarak alınıp direniş kırıldı. Şimdi burada da yine benzer bir durumun olduğunu görüyoruz. İşçilerin hem baskı altında olduğunu hem de süreç içerisinde para dağıtıldığını biliyoruz. Bu kârlı bir iş.

Ruşen Çakır: Meselâ Anagold Mâdencilik Erzincanspor’un sponsoruymuş. Erzincan’daki Binali Yıldırım Üniversitesi’ne fon aktarmışlar. Ama oraya aktarılan fonlarla, alıp götürdükleri arasında dünya kadar fark var. Tam “Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” durumu.

Kemal Can: Evet. Dolayısıyla, kaybedilen canlar ve çevre felâketi unutulacak ve bu çark tartışılmadan yine bir kenara kalkacak.

Ruşen Çakır: Yeni kazâları bekleyeceğiz 

Kemal Can: Sâdece o kazâların olduğu ândaki tartışmasıyla sınırlı kalacak. Türkiye hiçbir meselesini konuşamadığı gibi bunu da tartışamıyor, konuşamıyor.

Ruşen Çakır: İstersen yine çok konuşulmayan bir konuyu konuşmaya çalışalım. Erdoğan çarşamba günü Mısır’daydı. Kırmızı halıyla karşılandı. Sisi ile 40 yıllık dost gibiydiler. O da Nisan ayında gelecekmiş Türkiye’ye. Şimdi hemen, “Reel politik bunu gerektiriyor” lâfları başladı. Sanki 10 yıl önce Türkiye’de reel politik bir şeyler gerektirmiyor muydu? Ben Mısır’ı çok severim, gitmişliğim var. Sevdiğim bir ülkedir. Sisi’den de hiçbir şekilde hazzetmeyen birisiyim şahsen. Bu olanlar ağrıma gidiyor. Ama yıllardır Râbia işâreti yapan, “Darbeci, zâlim Sisi” diyen insanların ağrına gitmiyor Kemal.

Kemal Can: Artık Râbia da demiyorlar zâten.

Ruşen Çakır: Diyelim ki Erdoğan devlet adına bunu yapıyor. Dün devlet adına bunu yapıyordu. Peki, bireylere ne oluyor? Sisi o kadar insanı katletti, hapse attı, seçimle işbaşına gelmiş birisini devirdi. Müslüman Kardeşler’i olumlamak için söylemiyorum. Sonuçta Mursî de çok kötü bir yönetim sergiledi. Darbeyle indirildi ve sonra da mahkeme sürecinde cezâevinde öldü; bedeli de buydu. Peki, bizi niye kandırdınız? Şimdi bugün “Gazze” deniyor, ama yarın İsrail’le ilişkiler düzelecek. Tıpkı Mavi Marmara’da olduğu gibi. Erdoğan ne demişti Mavi Marmara olayında? 

Kemal Can: “Bana mı sordunuz?”

Ruşen Çakır: Sürekli bir yerlerde bir şey olsun biz de bundan faydalanalım hâlindeler. İşe de yarıyor. 

Kemal Can: Geçenlerde konuşmuştuk burada. S-400, İsveç meselesi ne oldu? 

Ruşen Çakır: O konular reel politiğe daha yatkın. Çok da uzatmak istemiyorum, ama ortada o kadar büyük bir sahtekârlık var ki. Erdoğan Cumhurbaşkanı olarak gitti Sisi’ye. Ya da Cumhurbaşkanı olarak gitti Muhammed Bin Selman ile görüştü. Hani Cemal Kaşıkçı olayının peşini bırakmayacaktın? 

Geçenlerde “İslamcı aydınların sağcılaşması” başlığıyla bir yazı yazdım. Şimdi adını söylemeyeceğim birinden bahsettim. Bana iki yazı ile cevap verdi Yeni Şafak’ta. Onun Cemal Kaşıkçı’nın yakın arkadaşı olduğunu biliyorum. Erdoğan, Kaşıkçı’nın dâvâsını savunduğu zaman, o da savundu. Erdoğan sustu, o da sustu. Ne oldu? Kaşıkçı’yı kim öldürdü? Ben mi öldürdüm? Muhammed Bin Selman öldürtmedi mi? Asitle dolu bidonlar, ses kayıtları, hepsi ortada değil mi? Tamam, Erdoğan reel politik için bunu yapıyor da, senin ne alâkan var reel politikle? Ne geçiyor eline? Eline geçen bir şey var: İktidardan nemâlanmak. İnsanlar devletle devlet oluyorlar, bunu görüyorsun. Neyse.

Kemal Can: Sen geçenlerde Bahadır Türk’le, yeni çıkan kitabı AKP-101 üzerine bir yayın yapmıştın. Bu tutarlılık-tutarsızlık meselesi çok gündeme geliyor. Gündelik politikada U dönüşleri, “Erdoğan bir öyle dedi, bir böyle yaptı” tartışmaları çok sık gündeme geliyor. Muhâlefet bu tür buluşları çok seviyor; bunun çok sarsıcı olduğunu düşünüyor. Bahadır Türk’ün o kitapta çok net biçimde belirttiği bir şey var: AK Parti, özellikle de Erdoğan, asıl olarak, neyin söylendiği değil, neyin ne zaman söylendiğini yöneterek siyâset yapıyor. Bu, reel politik olarak da böyle, kendi politik çizgisi açısından da böyle, uluslararası politika açısından da böyle. Hadi diyelim Erdoğan bunu kullanıyor, tamam. Ama bunu o zaman da satın alan, şimdi de satın alan, o zaman da söyleyen, şimdi de söyleyen ve buna iknâ olan kalabalık var. Ama o, karşılıklı birbirini belirleme süreciyle oluştu. 

Bu aslında çok yeni bir şey değil. “Sağ” meselesinde çok gündeme geliyor. Senin seneler önce Metis Yayınları’nda hazırladığın “Siyahbeyaz”güncel kitaplar dizisinde Vatan Millet Pragmatizm kitabı vardı. Bu pragmatizm meselesi, tam da bu zaman kullanımı ile ilgilidir. Yani neyi ne zaman söyleyip ne zaman öne çıkartacaksın meselesi. Bunun tillahını Süleyman Demirel “Dün dündür, bugün bugündür” sözüyle söylemiştir. Bu konuda Erdoğan’ın tutarsızlığını ileri sürerek yapılacak eleştirilerin çok bir karşılığı yok. Çünkü ne bunlarla ilgili bir tutarlılık arayışı var, ne onunla ilgili desteğin bununla bir alâkası var. AKP-101 kitabına referansla söyleyeyim: Asıl olarak, tutarlılık, ideolojik siyâsî bir süreklilik arz eden kuvvetli bir lâf değil. Önemli olan, zamânı yöneten, zamânın ihtiyaçlarına göre o lâfı söylemek. Bu, dış politikada çok önümüze geliyor. İsveç’i bir bahâneyle NATO’ya almıyor, S-400 konusunu rafa kaldırıyor. F-35 programından atılıp, F-16’ya satış iznini zafer olarak sunuyor filan. Tam da eşeğini kaybedip buldurma hikâyesi gibi. Bu, iç politikada da böyle. Milliyetçiliği ayaklar altına alırken de, fâizi çıkartırken de, fâize Nas dediğinde de, Mehmet Şimşek’i getirip fâizi düşürmeye başladığı târihten daha yükseğe taşıdığında da böyle. Her alanda böyle. Ama her alanda böyle olmasını sağlayan şey, o zaman dediğinde alıcısının bulunacağının bilinmesi ve bu zaman dediğinde de alıcısının bulunacağının bilinmesi.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir sorun var. Muhâlefet bu 180 derece dönüşlere takıyor. Orada muhâlefetin şöyle bir sorunu var. “Yine muhâlefeti eleştiriyorsun” diyecekler, ama öyle. Senin doğrun ne? Meselâ muhâlefet Sisi konusunda ne düşünüyor? Muhâlefet Gazze konusunda ne düşünüyor? Önce kendini koyacaksın, pozisyonunu alacaksın, ondan sonra Erdoğan’ın dün ve bugün yaptıklarını eleştireceksin. Yoksa, “Erdoğan dün bunu diyordu, bugün bunu diyor” şeklinde eleştiri yaparsan hiçbir anlamı yok. Meselâ yarın öbür gün Erdoğan Suriye ile görüşecek. Muhâlefetin Suriye konusunda görüşünü az buçuk biliyoruz, ama çok net bir şey yok. Muhâlefet Suriye ile konuşmayı istiyor mu? Herhalde istiyor. Peki o zaman iktidârı buna zorluyor mu? Hayır. Şöyle bir hal var muhâlefette: “Esad ile konuşmak lâzım, ama Erdoğan konuşmaz” diyor; ama bir muhalefet yapmıyor. Erdoğan konuştuğu zaman da, “Hani konuşulmazdı?” diyecek ve muhâlefet yapacak. Kendi önerdiği şeyi ortaya koyarak tartışmak yerine, Erdoğan’ın yaptıkları üzerinden bir eleştiri geliştiriyor. Meselâ muhâlefet, “Sisi bir diktatördür. Onunla görüşmemen lâzımdı” demiyor. Ama “Niye dün böyle diyordun da bugün böyle diyorsun?” diyor. Ya da zamânında, “Reel politika bunu gerektiriyor olabilir. Sisi diktatör olabilir. Ama Türkiye Mısır’la iyi geçirmek zorunda. Oraya bir an önce büyükelçi yollamamız gerekir” diyecektin. Ama bunlar söylenmedi. Oradaki en büyük sorun, sâdece izlemek. 

En çok dert ettiğim ve hafta sonu anlatmayı düşündüğüm şey de şu: Devleti bir kenara bırakalım. Bunlar tanıdığımız insanlar. “Sisi hakkında ne düşünüyorsun? Erdoğan iyi mi yaptı kötü mü yaptı?” sorusuna, “Erdoğan ne yapsın? Devlet…” üzerinden yapılan bir açıklama bana artık çok uyduruk geliyor. “Sen ne düşünüyorsun vatandaş olarak ya da birey olarak, insan olarak?”  “Ben Mısır hakkında bir şey bilmiyorum” dese anlarım. Düne kadar “Katil” deyip, bugün “Katil ama…” diye başlayan cümle kuran insanlara özel olarak alerjim var.

Kemal Can: Türkiye’de dış politika hassâsiyetleri iç politikada kullanılır; ama çok dikkatle dünyayı tâkip eden bir kamuoyu yok Türkiye’de. Dış politika konularının yer alma biçimi, ancak iç politikaya uyarlandığında gündeme gelebiliyor medyada. Hatırlarsan 2019 İstanbul seçimlerinde bile Erdoğan, İmamoğlu için Sisi benzetmesi yapmıştı. O demagojinin parçası olduğunda dikkat çekiyor. Yani kamuoyu çok hassas değil dış politika konusunda.  Senelerdir hep tekrar edilen bir konu vardır muhâlefette: “Biz DEM Parti ile görüşüyoruz diye lâf ediyorsun, ama İmralı’dan mektup getirdin.” Bunu 150 bin kere söyleseniz de artık bir karşılığı yok. Erdoğan açısından da bir karşılığı yok. Zamânında Erdoğan öyle derken de desteklemiş, şimdi de böyle derken destekleyenler açısından da bir karşılığı yok. Çünkü bir şeyin tutarlılık ve ilkesel perspektifinin olabilmesi için sâbitelerin olması lâzım. O ülkenin sâbitlerinin olması lâzım.

Ruşen Çakır: Ben sana Gürsel Tekin’in sabitesini sorayım. Gürsel Tekin, “İmamoğlu’nun kazanmasını istemiyorum. Oy vermeyeceğim” dedi. 

Kemal Can: Evet, “Desteklemiyorum” demiş. 

Ruşen Çakır: CHP’den ayrıldı. Önce Kadıköy’ü istedi. Sonra Esenyurt’a döndü. Esenyurt’ta olacakmış da son anda olmamış. Olsaydı, tam da Muharrem İnce’nin dediği gibi, Karşıyaka’yı alsaymış aynı dünyanın insanı olacaklarmış. Karşıyaka’yı alamayınca, ayrı dünyaların insanları oldular. DEM Parti ile kurulan ilişki hakkında küfürlü lâflar etti. Birtakım insanlar aday gösterilmeyince değişiyorlar. Sonunda CHP en ballı yerleri sona saklayarak adaylarını açıkladı. Şimdi de isyanları görüyoruz. Çok sürer mi isyanlar bilmiyorum. Battal İlgezdi, Ataşehir Belediye Başkanı olmuştu. Sonra etkisi pek kalmadı diye görüyorum. Aday olacak mı? Gürsel Tekin başka bir yerden aday olacak mı bilmiyorum. Sonuçta CHP’nin durumu sanki çok parlak değil gibi. İçeride çok ârıza var. İçerideki o ârızanın birtakım sonuçları olur mu? Şişli, Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy’de nasıl olsa CHP kazanacak. Esas, yeni kazanmak istediği ilçeler var İstanbul’da. Üsküdar’ı, Fatih’i, Eyüp’ü, Beyoğlu’nu almak istiyorlar.  Onlar zora girebilir. “İzmir’de bütün ilçeleri alacağız” deseler de, ilçe kaybedebilirler. CHP’nin hâli birçok açıdan çok parlak gözükmüyor. Diğer taraftan, Yeniden Refah aday çıkartma kararı aldı. Son âna kadar beklediler, ama Erdoğan belli ki bir şey yapmadı.

Kemal Can: Son âna hâlâ biraz vakit var; dört gün daha var. 

Ruşen Çakır: Evet. Onu söyleyenler var. Cumartesi günü yapılan salon toplantısına kadar çözülür diyorduk. Şimdi adayları açıkladıktan sonra vazgeçilir mi bilmiyorum.

Kemal Can: Hattâ bunu seninle konuştuk. Biraz farklı düşündük. Sen “Karşısına çıkmaz neden çıksın?” dedin. Ben de “Çıkacaksa ne zaman çıkacak?” dedim. 

Ruşen Çakır: Ben hâlâ inanamıyorum. Salı günü Yeniden Refah Partisi İstanbul adayı Mehmet Altınöz ile yayın yapacağız.

Kemal Can: İşte o zaman son an bitmiş olacak. Bu ayın 20’sinde aday bildiriminin son günü. Bir tek yapabilecekleri şey, aday bildirip sonra çekilebilirler. O son an, her zaman devam eden bir şey zâten. 

Ruşen Çakır: Bu arada, İstanbul’da DEM Parti adayları Meral Danış Beştaş ve Murat Çepni. Gördüğüm kadarıyla, Ekrem İmamoğlu’nun çevresi, önce Başak Demirtaş’ın adaylıktan çekilmesinden memnun oldu.

Kemal Can: Bâzı anketlerde küçük bir fark varmış gibi görünüyor. Şu anda bu sıcaklıktaki anketlere biraz ihtiyatla bakmak lâzım.

Ruşen Çakır: Yine de anketlerde iyi gözüküyor sanki. Çok emin değilim açıkçası. O bilinmezlikler, en azından şimdilik bitti. Yeniden Refah ve DEM Parti aday gösterdi. Adana ve Mersin’de göstermiyorlar. Vahap Seçer ve Zeydan Karalar’ın hoşlarına gitmiştir. Lütfü Savaş meselesi artık kesinleşti galiba. Son âna kadar belli olmaz tabiî. Gökhan Zan da TİP’ten aday oldu. Ona da birileri “TİP’ te ne işi var!” diyerek îtiraz ediyor. Gökhan Zan milliyetçi miydi?

Kemal Can: Bence öyle bir angajmanı yok. İYİ Parti de ona adaylık teklif etmişti. Birtakım kulis bilgilerine göre aslında Meral Akşener, “Gökhan Zan’ı CHP’ye aday yapın” diye önermiş. Olmayınca, İYİ Parti’den aday olmuş. Sonuçta politik angajmanı çok yüksek biri değil. Zâten sorun Gökhan Zan ile ilgili de değil. Bir yıl içerisinde İYİ Parti’nin ve TİP’in aynı ismi popüler aday göstermesi garip bir durum. Bu aslında adaylarla ilgili değil. Aday meselelerindeki tartışma ve karışıklık, tıpkı çevre felâketlerinin özel bir durum, o âna, o yere âitmiş gibi tartışılması gibi, politikadaki tuhaflıkların çoğunun da bir kişinin zaafı, garipliği, hırsı, o hâlin özel bir çıktısı gibi değerlendirilmesini problemli buluyorum. Çok ekstrem örnekler çıkabilir, Çok tuhaf aktörler siyâsetin içerisinde yer alır, bir yerde çok özel durumlar ortaya çıkabilir. Ama birbirinden farklı bir sürü yerde benzer problemler çıkıyorsa, “O insan yamukmuş, bu insan da şeytanmış, diğeri de çok özel biriymiş” gibi yorumların biraz ihtiyatla ele alınması gerekir. Çünkü bu kadar çok tuhaflık varsa, bu kadar çok hâdise çıkıyorsa, başka bir yapısal sorun var demektir. 

2019’da, üstelik ittifakla ve başka partilerle pazarlığın yürütüldüğü bir süreç vardı. İstanbul, Ankara, Antalya, Adana, Mersin gibi birçok büyükşehir belediyesi iktidarın elinden alındı. Ama ben bu kadar çok problem çıktığını hatırlamıyorum. Üstelik İstanbul kamuoyu, Ekrem İmamoğlu’nu tanımıyordu; sınırlı bir çevre biliyordu. Çünkü bir ilçe belediye başkanıydı. Hepsi kendi yerlerinde ilçe belediye başkanlığı yapmış isimlerdi üstelik. Bir konsept vardı. Adana, Mersin, Ankara, İstanbul, İzmir’de hepsi kendi illerinin bir ilçesinde dikkat çekmiş, başarılı olmuş belediye başkanlarıydı ve genel siyâsetin biraz dışında tutuluyorlardı. Dolayısıyla, bir tutarlılığı, bütünlüğü olan bir şey yaratıldığında bu tür ârızalar özel kalıyor. Bir yerde, “Daha iyisini bulamadık”, bir yerde “popüler adam”, bir yerde “transfer”, bir yerde “kazanacak isim”, bir yerde “anket”, bir yerde “önseçim” gibi dağınıklık yapılınca, seçmenin de kafası karışıyor, olduğundan fazla gürültü çıkıyor.

Ruşen Çakır: Biz gazeteci olduğumuz için hepsine bakıyoruz. İnsanlar genellikle kendilerini doğrudan ilgilendiren adaylara bakıyorlar. Geçen sefer bu kadar çok sorun olmamasının bir nedeni, kazanma ihtimâlinin çok yüksek görülmemesiydi. 

Kemal Can: Doğru, herkes ilindeki adaya bakıyor. Ama şu anda muhâlefet seçmeninin büyük bir kısmı, 2023’te kaybettiği “iktidârı yenme” fikrini yeniden canlandırıp canlandıramayacağı üzerinden bakıyor. Aktörler de böyle kurguluyor. Kimse kimseyi kandırmasın. Evet, bütün partilerin belediye kazanma amacı var. Üstelik belediyelerin kazanılmasının sâdece siyâsî kariyerle ilgisi olmadığı da ortalığa çıkmış durumda. Bu da başka bir mesele. Bunu hiç konuşmuyoruz. Ama dediğim gibi, şu anda herkesin, özellikle muhâlefet seçmeninin baktığı şey, tabiî ki kendi ilinde kimin kazanacağı, ama çıkacak toplam sonuçtan nasıl bir tablo görüneceği. Bu, bir yandan küsmüş, sıkılmış, 2023’te demoralize olmuş seçmeni yeniden motive edebilecek bir konsolidasyonu çağırabilir. Ama bir yandan da riskli bir şey. Çünkü öbür tarafa baktığında, AK Parti’de muhtemelen yerel düzeyde çok sayıda ârıza çıktı. Hattâ “Cumhur İttifâkı içerisinde yine MHP ile sorunlar, çatlaklar, patlaklar çıkıyor, MHP ile ne olacak?” dendi.  Anayasa Mahkemesi ile ilgili düşüncelerde fark mı var diye konuşuldu. O işin de öyle olmadığı anlaşıldı zâten. Erdoğan Mısır dönüşü uçakta, “Biz Cumhur İttifâkı olarak Anayasa Mahkemesi’ne gereğini yapıyoruz” diyerek oradaki fark iddialarına da bir tür cevap vermiş oldu. Ama bütün çatlak-patlak meselesinin sonunda, çok az ârıza ile bir şey çıkarttılar. 

Ama temel motif şu: Bunu bugün de söylemiş; Hatay’da da söylemişti. “Merkezî yönetimle yerel yönetim birlikte olmalıdır. İktidar dediğin yekpâre bir şey. Hizmet istiyorsanız böyle yapacaksınız.” Bu işte de Murat Kurum’u göstererek ve hemen öncesinde bu kentsel dönüşüm yasasını çıkartarak, “Biz bu rant işinden hem para kazandık hem para kazandırdık. Hem oy kazandık hem oy kazandırdık. Bu bitti zannediyorsunuz, ama biz bunu bir daha yaparız.” Temel motif bu. Erdoğan, bunun daha önceki alıcısının karşılık vereceğine inanan bir kampanya yürütüyor. Murat Kurum’un aday yapılmasının özeti de bu aslında. Geçenlerde Prof. Seda Demiralp’le yaptığın yayında, onun da anlattığı temel şey şuydu: Yirmi yıllık hikâyeyi, bir yeni versiyon olarak tekrar etme önerisiyle geliyor. Erdoğan’ın da Murat Kurum’un da anlattığı bu: “Bu kentsel dönüşüm hikâyesi hâlâ bitmedi. Hâlâ bu şehirlerden süzülecek bir rant var. Onu ben yine dağıtım şebekesine çeviririm. Bu ekonomik darboğazı da böyle atlatırız.” Hikâye bu. Bunun karşısına koyduğun alternatif de, “Orada onu kazandırmak, burada bunu kazandırmak”tan daha bütünlüklü bir çerçeve konmuyor. Ama sonuçta seçmen buna bakacak. 

Ruşen Çakır: Sonuç olarak esas hikâye, “Murat Kurum mu kazanacak Ekrem İmamoğlu mu kazanacak?” konusuna indirgenen bir seçim olacak. En önemli mesele o olacak ve onun üzerinden 2028 konuşulacak. 

Kemal Can: Ama işte bugenel iktidârın devâmı meselesine bakan bir olay. Yerelle çok az ilgisi var bunun.

Ruşen Çakır: Geçen gün buradan eve araba ile iki saatte gidebildim. Son zamanlarda gördüğüm en korkunç trafikti. Bunu kim, nasıl düzeltecek? Konuk ettiğim adayların hepsi de “önce ulaşım ve trafik” diyor. Neyi nasıl çözecekler açıkçası çok emin değilim.

Kemal Can: Bu hem bir avantaj hem risk. Ekrem İmamoğlu açısından bakarsak, böyle bir perspektifin adayın olması, “Ekrem İmamoğlu’nu seçtirelim ki sonradan iktidârı yenmenin kapısı açılsın” fikriyle, genel siyâset aktörü olarak pozisyon almanın, şehirde yarattığı bir risk var. Birtakım araştırmacılar, “Eğer genel siyâset belirleyici olursa, bu, aleyhe çalışabilir, biraz projelere ağırlık vermeli” diyor. O yüzden Ekrem İmamoğlu da şimdilerde kent hikâyelerini anlatıyor. Kanal İstanbul’u anlatıyor. İstanbul’u anlatmaya çalışıyor. Bu biraz zorlu bir denklem yaratıyor.

Ruşen Çakır: Evet, burada bitirelim. Sizleri Medyascope’a destek olmaya çağıralım. Seçime 43 gün var. Bakalım ne olacak? Bu haftalık da bu kadar diyelim. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İyi günler. 

Kemal Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.