Ruşen Çakır’ın konuğu H. Bahadır Türk: AKP-101

AKP, Türkiye esnaflığının parti formunda vücut bulmuş halidir. Kelimenin geniş anlamıyla zanaatkârlığı da kapsayan bir haldir bu. Seçmenin oyunu, dükkânı ayakta tutacak asli velinimet ve kâr olarak gören bir hal. AKP’nin karmaşık kâr mekanizmasından sağa sola saçılmış kablo kalabalığını sabırla takip ederseniz, aslında tüm kabloların ucunun iktidarda kalmaya çıktığını görürsünüz.

Ruşen Çakır’ın konuğu H. Bahadır Türk, İletişim Yayınları’ndan çıkan AKP-101 kitabından hareketle AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın partisiyle ilişkisini, AKP’nin hikayesini, partinin gidişatını anlatıyor.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba iyi günler. Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Siyâset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Hasan Bahadır Türk’le, İletişim Yayınları’ndan çıkan son kitabı AKP-101 üzerine konuşacağız. Aslında AK Parti’yi konuşacağız. Bahadır, merhaba.

H. Bahadır Türk: Merhaba Ruşen ağabey.

Öncelikle tebrikler. Kitap başlığındaki 101, üniversitede giriş derslerinin kod numarasıdır. Ben de Boğaziçi Üniversitesi’nde, bütün derslerde 101’in ötesine geçememiş birisi olarak çok iyi biliyorum. AKP-101, bir anlamda AK Parti’yi anlamak için bir giriş kitabı. Ama aslında Türkiye’nin öyküsünü anlatıyorsun. Çok önemli tespitler var. Bununla ilgili konuşacak çok şey var, ama öncelikle şunu sormak istiyorum: Artık AKP yerine Erdoğan diyoruz. Yani “Erdoğan’dan başka AK Parti’de ne var?” diye sorulduğunda, isimlerini Google’dan arattığımız birtakım bakanları eskiden ezbere bilirdim, artık grup başkanvekillerini bile doğru dürüst tanımıyorum — ki ben bu kadar ilgili birisiyim. Erdoğan mı, AK Parti mi, hangisi hangisi?  Parti hâlâ var mı? 

Türk: Çok güzel bir soru. Cevâbı da benim açımdan şöyle: Hem parti var, hem Erdoğan’ın ağırlığı gün geçtikçe katlanarak artıyor. Burada temel dinamiği iyi görmek lâzım. Temel dinamikten kastım da şu: Parti bir bürokratik mekanizma olarak var, ancak Erdoğan da karizmatik bir otorite. Herhangi bir anlamıyla karizmanın müşahhas hâli olarak var. Dolayısıyla ben burada karizmatik otoriteyle bürokratik otorite arasında hâlâ güçlü bir işbirliği olduğunu düşünüyorum. Parti, sağladığı bürokratik mekanizmaları, karizmanın tesisine, tahkîmine, bir biçimde devam ettirilmesine ve mutlaklaştırılmasına bağlamış durumda. Bunun hem seçmen nezdinde bir karşılığı olduğunu görüyor, hem de kendi bürokratik işleyişinin bu türden “karizmatik” etkiyle daha güçlü ve etkili olduğuna inanıyor. 

Öte yandan, Erdoğan çok güçlü bir lider. Ancak ne kadar güçlü olursanız olun, sâha çalışmalarından tutun size dâir kamusal imajın inşâsına kadar pek çok safhada, her şeye rağmen ve her durumda bir bürokratik mekanizmaya ihtiyaç duyarsınız. Dolayısıyla bence AKP’yi hâlâ ve her şeye rağmen bu kadar güçlü kılan şeylerden biri, bürokratik mekanizmanın işleyişiyle karizmatik mekanizmanın işleyişinin birbiriyle güçlü bir biçimde ilintilendirilmesi. Bir bakıma bu iki otorite biçiminin birbirini beslemesi. 

Erdoğan, geçtiğimiz cumartesi günü İstanbul’da düzenlenen AK Parti İstanbul İlçe Adayları Tanıtım Toplantısı’nda, İstanbul’da göstereceği belediye başkan adaylarını açıkladı. Ben de oradaydım. Erdoğan, bir buçuk saati aşkın bir süre sahnedeydi. Önce İstanbul İl Başkanı, ardından İstanbul Belediye Başkan adayı Murat Kurum konuştu. En son Erdoğan konuştu ve sonra tanıtımlar yapıldı. Ama dönüp baktığımda –ki birçok kişi için aynı şey geçerlidir herhalde– orada Erdoğan’dan başka kimse yoktu aslında. Salon doluydu, adaylar da vardı. Adayların fotoğrafları, yaşamöyküleri yansıtıldı. Ama tanıtım toplantısı Erdoğan’la başladı Erdoğan’la bitti. Yani Murat Kurum’un konuşmasından geriye hiçbir şey kalmadı. “Erdoğan’ın konuşmasından geriye ne kaldı?” diye sorarsan, “Erdoğan’ın konuşması” olarak da bir kavram kaldı.

Türk: Doğru, bunun birkaç nedeni var. Ama nedenlerden önce, bu altını çizdiğiniz manzaraya dâir ben de şu tespiti eklemek isterim. AKP’nin büyük ölçüde anlatacağı hikâye kalmadı. Kalmadığı için de işe yarar olana, diyelim ki okur kitlesinin hâlâ okumak istediği şeye, yani Erdoğan’a odaklanıyor. Hikâyesinin politik serüveninin nihâî ufku Erdoğan. Erdoğan’ı bir zorunluluk olarak öne çıkarıyor aynı zamanda AK Parti. Şunu da unutmayalım: Türkiye’de yerel seçimler büyük oranda Erdoğan odaklı genel seçimlere dönüşmüş durumda. Dolayısıyla, İstanbul özelinde son genel manzara da bu genel eğilimle uyumlu bana kalırsa. 

Kitapta çok çarpıcı benzetmeler, târihler var. Meselâ esnaf benzetmesi. AKP’yi esnafa benzetiyorsun. Ben okuduğum için tekrarlamayayım, ama sen izleyiciler için kısaca ne kastettiğini anlatır mısın?

Türk: Burada kastettiğim şey temelde şu: Ben kitabı hazırlarken, partilerin, özellikle de AKP’nin ethos’unu, yani kurumsal şahsiyetini anlamaya çalıştım. Nasıl düşünüyor? Nasıl hareket ediyor? Dünyayı ve çevresini nasıl algılıyor? Bunlar benim temel sorularımdı. Bu sorulardan hareket ettiğimde şunu gördüm: AK Parti gerçekten de bir memleket esnafı profiline yakın. Bunun birkaç nedeni var. Birincisi, bütün hareketleri, bütün stratejileri, bütün siyâsaları, bir biçimde sürekli, kesintisiz devâsâ bir fayda-mâliyet analiziyle şekilleniyor: “Bana günün sonunda ne fayda sağlar? Bu faydayı sağlamak için katlanmam gereken mâliyet nedir?” gibi. AKP’nin tüm politikaları, tüm siyâsal ufku, nihâyetinde bu fayda-mâliyet analizinden bağımsız değil. Bu da bana kalırsa esnaflığın varoluşsal hâliyle örtüşüyor. 

Bir başka husus, yine esnaf-AKP analojisini güçlendiren bir husus olarak kaydetmek istiyorum bunu: “Temas” fikri. AKP, her vasatta, her durumda, her koşulda, belki çok daha önemlisi her vesîleyle seçmenle, vatandaşla temas etmek istiyor. Yaptığı yollar, inşâ ettiği köprüler, özellikle daha koyu renklerle vurguladığı güvenlik retoriğiyle bir temas etme durumu söz konusu. Bunun dışında ve buna bağlı olarak bir görünür olma, her zaman gündelik hayâtın hemen her veçhesinde bir biçimde tabelasıyla orada olma fikri var. Sokağınızda yürüdüğünüzde esnafların sizde yarattığı âşinâlık hissini düşünün. Bir anlamda, muğlaklık, târif zorluklarıyla iç içe ilerleyen bir görünümü var. Bir anlamda da benim çok önemsediğim bir şey: Kısa vâdeli katlanmak zorunda kaldığı tercihlerle, uzun vâdeli planlar programlar arasında, yine esnafvâri diyebileceğim bir zemin üzerine inşâ edilmiş bir ruh hâlinden bahsediyoruz. Buna ek olarak, ne olursa olsun kâr etmek, bir başka deyişle ne olursa olsun, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak gibi bir kaygının çok varoluşsal bir kaygı olarak karşımızda durduğunu görüyoruz. Bir “biz” hissi var, bir mahalle duygusu var. Hattâ milletvekili kompozisyonuna baktığınızda ya da partinin taşra teşkîlâtına ve diğer teşkîlât yapısına baktığınızda, hâkim kadrolarda bu serbest meslek odaklılığı, iş insanı odaklılığı çağrışımları var. 

“İktidarda kalmak” dediğin bu husus kitabın birçok yerinde geçiyor. AKP’nin, dolayısıyla Erdoğan’ın temel motivasyonu iktidarda kalmak. Burada çok müthiş bir pragmatizmden bahsediyorsun.

Türk: Kesinlikle. Memleket esnafımızı incitmek istemem. Genel alınganlığı akılda tutarak, iyi esnafları tenzih ederek söylüyorum: Memleket esnafının ruh hâlini belirleyen şeylerden biri şudur aslında günün sonunda: Ondan alışveriş yaptığınız sürece iyisinizdir. AKP’nin, popülist reflekslere de uygun olarak halkın ya da milletin sâdece bir kısmını, “gerçek, hakîkî millet, otantik değer” olarak görmesinin ardında da bence bu esnaf bakışının izlerini görmek mümkün bu açıdan.

 “Yerli ve millî” kavramı üzerine bayağı güzel tespitler var. Burada esas vurgununyerlilik”te olduğunu söylüyorsun değil mi? 

Türk: Evet, kesinlikle öyle. Bence millîliği de belirleyen şey bu yer. Aslında AKP’nin burada yapmak istediği şey şu: Bu retorikle basit bir direktif veriyor ve diyor ki: “Yerli ve millî” olan, benim “yerli ve millî” olduğunu söylediğimdir. Bu böyle karmaşık bir retorik formülasyon filan değil. Şunu söylemeye çalışıyor: “Medyada mısın? Yerli ve millî medya benim için makbul medyadır. Akademide misin? Yerli ve millî akademi makbul akademidir”. Muhâlif misin? Muhâlifin bile yerli ve millî olanıyla olmayanını ayırıyor ve kendisi için makbul olanı tercih ediyor. Yerlilik, AKP’nin “burası” dediği yerdir ve millîliği belirleyen şeydir. Bu hâliyle de muhayyel, tahayyül edilmiş bir tür ideal çerçeve sunar. Bu çerçevenin arkasındaki mantık da aslında oldukça buyurgan bir mantık. 

Tabiî bunlar Erdoğan’ın bütün konuşmalarında, AKP’lilerin bütün açıklamalarında her gün karşımıza çıkan şeyler. Meselâ bir diğer kavram: “Dış güçler”. O da çok kullanışlı bir kavram ve o da muhayyel bir kavram, değil mi? Kimi zaman öyle anlatıyorsun, kimi zaman “şu ülke”, kimi zaman “bu ülke”, kimi zaman hepsi birlikte bu kavramın içinde yer alıyor.

Türk: Doğru. Dün de gördük NATO ve İsveç tartışmalarını. Ben Türkiye’deki muhâliflerin önemli hatâlarından birinin şu olduğunu düşünüyorum: Tabiî onları da kırmak istemem, ama bir tür, AKP’ye dâir bir tutarsızlık kaydı oluşturma refleksi var. “Bakın iki ay önce ne diyorlardı şimdi ne diyorlar”; “Bakın geçen sene ne diyorlardı şimdi ne diyorlar”. Oysa ki AKP politikalarını değerlendirirken bu kritere hiç bakmamamız lâzım. Çünkü AKP hiçbir zaman tutarlılık gibi bir kaygıyla hareket eden bir parti olmadı. Partinin kurumsal kimliği de şahsiyeti de liderinin liderlik anlayışı da buna asla cevaz vermiyor zâten. Dolayısıyla kendimize sormamız gereken soru şu: Tüm bu tutarsızlıklar neden dış güçler retoriğinde olduğu gibi bir dizi müphemlik, belirsizlikle işâretlenmiş ve sürekli değişen düşman kategorileri değil, neden bu retorik, bütün bu bilindik klişelere dayanmasına rağmen hâlâ ve her şeye rağmen işe yarıyor? Soru “Neden tutarsız?” değil, “Neden bu tutarsızlığı meselâ seçmen desteğini hiçbir durumda azaltmadı?” olmalı bence. 

O bağlamda, yine meselâ fâiz meselesi de benzer bir şekilde, değil mi? Kimi zaman fâizi indirecek kadrolar ve söylemler, kimi zaman fâizi artıracak kadrolar ve söylemler var. Muhâlefetin de, “Dün böyle diyordunuz şimdi böyle diyorsunuz” demenin dışında yaptığı pek bir şey yok galiba.

Türk: Kesinlikle. Bu zâten âşikâr olanı söylemek ya da âşikâr olanın siyâsetini yapmak, eğer iyi bir zamanlama hissiyle yapılmadıysa, korkunç bir yerinde sayma hâlidir aslında. Yani bir AKP seçmenini şu şekilde AKP’ye oy vermemeye iknâ etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum: “Zamânında Birleşik Arap Emirlikleri’ne ne diyorduk, Suudi Arabistan’a ne diyorduk, şimdi ne diyoruz?” türünden bir hatırlatmanın, belgelere dayansa da, herhangi bir karşılığı olmadığını düşünüyorum. Kezâ sözünü ettiğiniz fâiz hassâsiyeti meselesi de öyle. Az önce sözünü ettiğim bu esnaflık refleksinden çok uzak bir şey değil bence burada karşımıza çıkan. Bir yanda uzun vâdeli planlar, kesintiyle de olsa sıkça vurgulanan bir fâiz hassâsiyeti, öbür yanda da, “Durum neyi gerektiriyorsa onu yapabiliriz” diyen, gayet pragmatik, gayet oportünist, bence Türk sağının bile sınırlarını zorlayan bir bakış açısı. 

Bitmek bilmeyen mağdûriyet meselesine bir değinelim. Her durumda, özellikle otoriterlikle berâber, toplumun birden fazla kesimini aynı anda mağdur eden bir iktidar, sürekli bir yerlerden mağdur oluyor ve buna da karşılık buluyor sanki.

Türk: Ben de öyle düşünüyorum. Hâlâ veher şeye rağmen karşılık bulmasını da AKP’nin bir tür seçmen üretim bandı gibiçalışmasına bağlıyorum. AKP her durumda mağdur, ama bir yanıyla da her durumdamuktedir olma refleksini geliştiren kendine has milyonlarca küçük AKP yarattı.Bakın AKP’li demiyorum. Bence bu da çok gözden kaçan bir husus. Türkiye’de, muhâlefet cephesinde, diyelim ki CHP’ye oy veren, diyelim ki muhâlif yayınorganlarını tâkip eden, dolayısıyla bunları yaptığı için AKP’li olmayan, ama tam olarak hayâta bakışı, çevresine bakışı, kendini düşünme ve ortaya koyma biçimi, iletişimi, küçük hesaplarıyla, AKP’li değil ama AKP gibi davranan, AKP gibi düşünen insanlar var. Bu ülke artık çoğunlukla böyle bir ülke oldu. Dolayısıyla bu mağdûriyet hissi ve retoriği –burada “ulusal habitus” diyeceğim– hem bizim Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş hikâyelerinde karşımıza çıkan, genel atmosferden ve hissiyattan bağımsız değil –yani bunu var eden târihsel, toplumsal, kültürel dinamikler var– hem de politik olarak AKP, güçlü olduğunu vurgulamak için mağdur olduğunu vurgulamak zorunda; çünkü gücünü ancak, belirttiği ve düşündüğü gerekçeler üzerinden hâlâ ve her şeye rağmen hatırlatabiliyor ve geçerli kılıyor. 

İktidar aynı zamanda bir hatırlatma mekanizması. Bir şeyi hatırlatırken bir yere referans vermeniz lâzım. AKP kendi iktidârının gücünü ve zaman zaman mutlaklığını hatırlatmak için mağdûriyete referans veriyor. Bu basitçe bir “Bakın biz mağduruz, bize ne yaptılar?” çâresizliği değil. Bence yine Türkiye’de muhâlefetin gözden kaçırdığı dinamiklerden biri bu. AKP’nin bir korku iklimi yarattığı, bir tür korku siyâsetinin tâkipçisi olduğu ya da tâkipçisine dönüştüğü çokça söylenir biliyorsunuz. Ama bence o kadar basit değil. AKP korkuyu bir politik enstrüman olarak kullanıyor, ama çok daha önemli bir şey yapıyor: Yarattığı korkuyu nasıl sâkinleştireceğini, nasıl giderebileceğini, korkuyu sunduktan sonra korkunun çâresi olarak neyi üretebileceğini ya da sunabileceğini de “başarıyla hesap eden” bir politik hareketle karşı karşıyayız. 

Şunu da sormak istiyorum: AKP’den kopanlar iflâh olmuyor. Meselâ Abdullah Gül’de gördük bunu. Meral Akşener’le berâber, bir aday olamama meselesi var. Olsaydı ne olurdu bilmiyoruz tabiî. Ama Gelecek ve DEVA partilerinin, özellikle DEVA Partisi’nin, kurulmadan önce yarattığı bir ilgi vardı. Bu ilgi sâdece muhâlefetin ona yüklediği bir ilgi değildi. Elimde birtakım veriler ve gözlemler de var. Ama sonra, bu iki parti hiçbir şekilde etkili olamadılar. Bence, Erdoğan’ın uzun bir süre onları muhâtap almaması, onlardan bahsetmemesi de etkiliydi. Olay sâdece “Taş yerinde ağırdır” şeklinde özetlenebilecek bir olay mı?

Türk: Değil tabiî, hiç değil. Bunun altında yatan çok çeşitli dinamikler var. Ama hem sizi hem izleyicilerimizi sıkmamak için benim en önemli gördüğüm dinamiğin altını çizeyim: Partiden kopma hikâyelerinin politik zamanlamayla çok doğrudan bir ilişkisi var. Türkiye siyâsî târihinde herhangi bir partiden kopup başarı hikâyesine dönüşmüş, benim bilebildiğim kadarıyla iki ana örnek var: Birisi CHP’den kopan kadronun başlattığı Demokrat Parti hikâyesi. 1950’den îtibâren doğan zafer iklimini düşünün. Öbürü de, her şeye rağmen, Millî Görüş’ün içinden kopan AKP. Erken dönemde Millî Görüş gömleğini çıkardığını iddia etmesine rağmen öyle; yapısal olarak da öyle, kadro anlamında da öyle. Bu iki hareketi de mümkün kılan, yani hem Demokrat Parti’yi hem AKP’yi mümkün kılan bir dizi ekonomik sosyal ve kültürel faktör vardı; Üüstüne üstlük, Demokrat Parti’nin yükselişini de, AK Parti’nin yükselişini de mümkün kılan şey, aslında CHP’ye –AK Parti özelinde de– mevcut ya da bilindik aktörlere duyulan öfkeydi.

Bence Gelecek ve DEVA partilerinin temel sorunu, AK Parti kitlesinin ve seçmeninin, partilerine, Demokrat Parti ya da AK Parti’nin doğuş evresindeki türden bir öfke ya da kızgınlık duymuyor olması. Bence Gelecek ve DEVA partilerinin bunu iyi hesap etmesi gerekiyordu, iyi hesap edemediler.

İkinci bir husus da şu: Ben bu partilere muhâlefet cephesinden, kendi bulunduğum cepheden bakıyorum. Medyascope izleyicilerini de buna dâhil edebiliriz belki. Pek çok kişi için de böyle bu. Az önce, “Siyâset bir hatırlatma mekanizmasıyla da ilgilidir” dedim ya? Ben bu partilere ve liderlerine baktığımda, aklıma doğrudan AK Parti geliyor. Dolayısıyla, bir yandan, AK Parti seçmeninin kendi partisine duymadığı bir öfke hâli var; bir yandan da diğer seçmen kitlesinin AK Parti’ye duyduğu öfke ve o öfkenin bu iki parti için yarattığı olumsuz iklim var. Çünkü muhâlifler bu iki partiye ve liderine baktığında hiç hoşlanmadığı AKP’yi ve AKP’ye dâir olan her şeyi hatırlıyor. Bu da bu iki partinin ve liderinin yürüyeceği yola bir dizi önemli engel koyuyor bence. 

AKP, sistemin çözülmesinin sonucu ya da bir şeylerin yürümemesi sonucu ve İslâmî bir şeyi öne çıkartarak iktidâra geliyor. Ama sâdece o değil; “yolsuzlukla, yoksullukla, yasaklarla mücâdele” gibi kavramlarla geliyor. Ama zamanla sistemi kuşatıyor ve sanki sistem de onu kuşatıyor. Yani “AKP mi kaleyi fethetti, kale mi onu fethetti?” sorusunda olduğu gibi, sanki ikisinin de birbiriyle bir mutâbakatı olmuş gibi. Meselâ aklıma, Tansu Çiller’in ya da Mehmet Ağar’ın yıllar sonra Erdoğan destekçiliği yapması gibi çok çarpıcı örnekler geliyor. Medyada da bunun örnekleri var: Meselâ Hulki Cevizoğlu’nun ya da Mehmet Ali Çelebi’nin bugün kalkıp AKP’den milletvekili olmaları ya da aynı şekilde eski Baro Başkanı Metin Feyzioğlu’nun Lefkoşa Büyükelçiliği’ne atanması gibi örnekler de var.Derin devlet Erdoğan’ı esir aldı” diyenler var; ama Erdoğan’dan bağımsız bir derin devlet olmadığını düşünenler de var, benim gibi. Böyle acayip bir durum söz konusu şu anda. Erdoğan’ın, rejimi “Tek Adam rejimi”ne dönüştürdüğü doğru; ama sonuç olarak, devletin her şeyi kontrol ettiği mekanizma büyük ölçüde duruyor sanki.

Türk: Doğru, ben de buna katılıyorum ve buradaki “acayip” nitelemesine ekstra katılıyorum. Bence AK Parti şu açıdan da çok ayrıksı bir örnek: Türk sağında bir devlet fetişi olduğunu biliyoruz; AKP bu devlet fetişini hem kendinde zâten içselleştirmiş bir politik hareketti hem de bu fetişi yeni bir noktaya taşıdı. Taşıdığı noktada da, Türkiye sağında diğer hiçbir politik aktörün başaramadığı bir şeyi başarıp, devletin kendisi olmaya en çok yaklaşan parti oldu. Bugün AKP’nin dönüştüğü şeyi, devletin temel kodlarından ve târihsel hikâyesinden bağımsız düşünemeyiz. Ben burada örtük bir müzâkere olduğunu düşünüyorum. Erdoğan hareketini devletin merkezine taşıdı. Devletin öyle ya da böyle Erdoğan’a, “Ancak bundan sonra sana zâten açık olan kapıdan girebileceğini fark ettiğin için girebilirsin” diye bir Kafkaesk izin verme durumu söz konusu bence. Dolayısıyla hâlâ bir yerlerde bu müzâkerenin sürdüğünü, bu müzâkerenin Türk devletinin târihsel kodlarına uygun olarak onun kıskanç alanını paylaşmak konusunda son derece agresif kodlarına uygun olarak tamamlanmamış bir müzâkere olduğunu ve yapısı gereği asla tam olarak tamamlanmayacağını düşünüyorum. Buna rağmen, Türkiye sağındaki diğer tüm aktörlerden farklı olarak, AKP’nin, devletin kendisi olmaya en çok yaklaşan parti olduğunu düşünüyorum. 

Bence sorunuz önemliydi. Bu derin devlet vurgusu da AKP’yi konumlandırmak ve onun serüvenini anlamak için bence çok önemli. Bir açıdan baktığınızda, AKP’nin hikâyesi zâten bir derin devlet hikâyesi. Bu arada, benim durduğum yerden bakıldığında, AKP’nin iyi ve kötü dönemleri, erken dönemi, geç dönemi gibi ayrımların çok bir anlamı yok; çünkü AKP’nin farklı dönemleri olsa da, nihâyetinde az önce konuştuğumuz reflekslere başından beri sâhip tek bir AKP var. Bu parantezi kapadıktan sonra şunu söyleyebilirim: AKP kuruluş aşamasında, yine birtakım pragmatik hesaplarla, Avrupa Birliği gibi dış aktörlere mesaj vermek, toplumsal mutâbakat zeminini liberallerden Kürtlere uzanan bir hatta genişletmek gibi, negatif, “öteki” şeklinde özetleyebileceğimiz bir ilişki kurmak istedi derin devletle. “Ben, 90’ların derin devlet, Susurluk hikâyelerinden farklı bir yerde duruyorum” demek istedi ve bu doğrultuda bâzı somut adımlar da attı. Ancak, iktidârının ilerleyen yıllarında yine demin sözünü ettiğim esnaflık mantığından ve fayda-mâliyet analizinden bağımsız olmayan bir biçimde, derin devletin aynı zamanda bir “kutsal devlet” anlayışına işâret ettiği, bu kutsal devlet anlayışıyla da o devlet anlayışının özüne, merkezine yaklaştığınız sürece aslında bir problem yaşanmayabileceğini fark etti. Bence, Türkiye’deki İslâmcıların devlet fikriyle olan bağını da hatırlatan bir hikâye bu. Ama bu türden bir ikili ilişki tesis ettiğini ve AKP’nin hikâyesinin derin devlet fikriyle kurulan bu ikili ilişkiden bağımsız okunamayacağı kanaatindeyim.

Dün burada Özer Sencar’la bir yayın https://medyascope.tv/2024/01/23/rusen-cakirin-konugu-prof-ozer-sencar-imamoglu-mu-kurum-mu-yavas-mi-altinok-mu/ yaptım. Özer Sencar Erdoğan’ın tek rakibi olarak Ekrem İmamoğlu’nun ismini veriyor. Sen kitapta tek tek diğer partilerle AKP’nin ilişkisini ve sorunlarını ele alıp değerlendiriyorsun. Ama anladığım kadarıyla, onunla doğrudan ve gerçekten rakip olabilecek tek başına bir parti yok şu anda. Hep birlikte oldukları zaman da olmadığını son seçimde gördük. Çok ilginç bir öykü oldu. İmamoğlu meselesini Erdoğan üzerinden karşılaştırırsak… AKP ile CHP’yi karşılaştırmak çok adâletsiz olur, çünkü baştan ne olacağını söyleyebiliriz. Ama İmamoğlu hakîkaten bir aktör olabilir mi önümüzdeki dönemde?

Türk: Buna ancak ihtiyatlı bir şekilde “evet” diye yaklaşabilirim. Eğer bu seçimi de kazanırsa, İmamoğlu’nun gücünü katlayacağı ve Erdoğan’ın karşısındaki en güçlü rakip konumunu tahkim edeceğini düşünüyorum. Bu yerel seçim bunun için çok önemli olacak. Yerel seçimlerde alacağı bir yenilgi, İmamoğlu için CHP Genel Başkanlığı gibi başka kariyer yollarının kapısını açacak olsa da, Erdoğan karşısındaki bu olası “en güçlü rakip” titrini önemli oranda aşındıracaktır. 

İmamoğlu’nun profiline baktığımda, memleketin son 10 yılına, 20 yılına, 30 yılına damgasını vuran kimi karakteristikler gözüme çarpıyor. Bu karakteristikler belki biraz onu Erdoğan’la yan yana getirmeyi mümkün kılan şeyler. Karadenizlilik, inşaat sektörü hikâyeleri ya da kitleyle kurulan ilişkiler vs.. İmamoğlu’nun bir başarı hikâyesi yazılacaksa, bunlar belki o hikâyenin unsurları olabilir. Ama dediğim gibi, İmamoğlu’nun politik kariyeri için, yaklaşan yerel seçimlerin çok çok kritik olacağını, ancak o seçimlerin sonucunda bu türden bir muhâsebeye yeniden girişmenin anlamlı olacağını düşünüyorum.

Son soru olarak tanıtım ve halkla ilişkiler başarısını sormak istiyorum. Kitapta rahmetli Erol Olçok’a da göndermeler var. Erol, benim de çok iyi tanıdığım ve sevdiğim birisiydi; çok değişik birisiydi gerçekten. Meselâ kitapta Ekmeleddin İhsanoğlu kampanyasıyla karşılaştırma bölümü var — ki o kampanya tamâmen Süper Lig takımıyla Amatör Lig takımının maçı gibiydi. Ama olay sâdece ondan ibâret de değildi. Kitapta çok ilginç örnekler veriyorsun: Şarkı seçimleri, popüler kültürden istifâde etme biçimleri gibi ve bu anlamda, diğerlerine kıyasla AKP’de ilginç bir başarı olduğundan söz ediyorsun.  

Türk: Kesinlikle öyle. Bunun büyük ölçüde Erol Olçok’un yeteneğine ve vizyonuna bağlı olduğunu düşünmekle birlikte ve genele baktığımda Olçok sonrasında bu yeteneğin tökezlediğini düşünmekle birlikte, İYİ Parti, DEVA ve Gelecek partileri gibi yeni kurulan partilerin ve ana muhâlefet olarak 2002’den beri AKP’nin karşısında duran CHP’nin reklâm mantığına baktığımda, AKP karşısında belirgin bir başarısızlık görüyorum. Burada da aslında Millî Görüş geleneğine de göz kırpan, teknolojiden istifâde etme, duygular siyâseti, lider odaklı bakışı doğru konumlandırma gibi pek çok önemli dinamiğin altını çizebiliriz. 

Ama bâzı şeyler de çok karmaşık değil bana kalırsa. Bir reklâm filmini izleyen bir genel başkan, ortalama bir dizi, film, reklâm filmi görmüşlüğü varsa, ekran karşısında sizin, benim gibi “Kızılcık Şerbeti” dizisinin izleyicileri olarak duruyorsa, diyelim ki 2 dakikalık bir reklâm filmini izlediğinde neyin iyi neyin kötü olduğunu tâyin edebilmeli. Meselâ DEVA Partisi’nin “Gel dayı. Sen de gel dayı” şeklinde özetleyebileceğim, DEVA’lı bir sembole girmek için izin isteyen bir dayının olduğu reklâmın çok da parlak bir reklâm olmadığını, partinin genel başkanı olarak Babacan’ın fark etmesi gerekiyordu. Ya da “Ömer’in Yolu” türünden kampanyaları, “Haydi Erenler! Merkez sağı diriltiyoruz” mantığına bağlı bir tür politik nekrofili olarak görüyorum ve işe yaramayacağını düşünüyorum. İYİ Parti’nin bu “Ömer’in Yolu” reklâm kampanyasına ve reklâm filmine onay vermesi, izlediği şeyde neyin iyi ve neyin kötü olduğunu görememek gibi basit bir zevk meselesine iniyor. Gerçekten de bir reklâm ve kampanya mantığı açısından, AKP ve diğerleri arasında bir büyük uçurum var. Siz değindiğiniz için söylüyorum: 2014’te, AKP’nin etkileyici kampanyasının karşısında, MHP ve CHP’nin çatı adayı Ekmeleddin İhsanoğlu’nun, Ziraat Bankası’yla yulaflı bisküvi reklâmı arasında gezinen bir reklâm filmiyle çıktığını ve “Ekmek için Ekmeleddin” diye, bugün bile çok düşünmemiz gereken bir slogan kullandığını hatırlatmak isterim. Tabii ki kaynaklar arasında bir uçurum var, ama her şey de maddî kaynak değil. “ ‘Ekmek için Ekmeleddin’ çok iyi bir slogan olmayabilir arkadaşlar’’ denmiş olmalıydı bence. 

Bahadır, çok teşekkürler, çok keyifli bir söyleşi oldu. 

Türk: Umarım öyle olmuştur sizin için ve izleyiciler için. Ben teşekkür ederim. 

Gayet iyi ve aydınlatıcı bir yayın oldu Bahadır. Hacı Bayram Veli Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Bahadır Türk’le, İletişim Yayınları’ndan çıkan AKP-101 kitabını konuştuk. Kendisine çok teşekkür ediyoruz. Sizlerden de Medyascope’u Patreon ve YouTube üzerinden desteklemenizi ricâ ediyoruz. Bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.