12 Eylül anayasasından kurtulmak istermiş gibi yaparız ama 1 Mayıs’ta (2010’larda kendi açtığımız) Taksim’i bu defa AYM kararını da hiçe sayarak yasaklarız. Soran olursa, “her yer açık, tek Taksim kapalı, kötü niyetlisiniz” deriz. Cumhurbaşkanlığından danışman, İstanbul’dan vali halka parmak sallar, gider yapar.
Kamuda tasarruf deriz ama cumhurbaşkanlığı uçak filosu vızır vızır uçar, Diyanet İşleri Başkanı’nı Audi A8’ten aşağısı kesmez, KÖİ/YİD sözleşmeleri gözden geçirilmez, sarayın harcamaları kısılmaz, aleni vergi kaçağının peşine düşülmez kaçamayacak ücretlinin ensesine binilir, açık uçlu Somali vb. askeri serüvenlerin maliyeti hiç sorgulanamaz, soran olursa “yerelleri ikna edemedik” denir.
Hamas’a (yok artık Lebron James) “Filistin’in Kuvayı Milliye’si” deriz, 2006’da seçim kazandığını anımsatır, seçime girenin “terörist” olamayacağını iddia eder, aynı Hamas’ın 2007’de El Fetih mensuplarını işkenceyle öldürdüğünü, o gün bugün Gazze’yi silâh zoruyla yönettiğini, 7 Ekim’de İsrail’e saldırıp büyük çoğunluğu sivil, kadın-çocuk-yaşlı demeden 1400 kişiyi katlettiğini unuturuz.
Vaşington’a gitmek için değil aylarca senelerce randevu kovalarız, randevu verilir giderayak Hamas lideri Haniye’yi cumhurbaşkanı düzeyinde ağırlar, ziyareti erteleriz. Kendi kendimizi F-35 üretim zincirinden attırıp, envanterlere ilk kez 1974’te alınmış F-16’ları güç bela edinmeyi başarı addeder, Exxon-Mobil’le LNG anlaşması yapar, (Airbus’un yanı sıra) Boeing’le de 235 ilave yolcu uçağı alımı için görüşürüz.
ABD’yi YPG’yi PKK’nın uzantısı olarak tanımamakla, İran’ı ise PKK’yı PJAK’ın kökü olarak tanımamakla eleştiririz. Bağdat’tan PKK’ya karşı destek verecek denli güçlü olmasını talep eder, aynı Bağdat’ın zayıflığından yararlanarak Irak içinde PKK’ya karşı kalıcı askeri harekât yürütürüz. ABD’yi Suriye’den çıkarmak uğruna İran’a karşı asker yazılmaya dahi gönüllü olur, İran’ın İsrail’e yönelik saldırısını ise kınamayıp görmezden geliriz.
AB Dışişleri Bakanlarının gayrıresmi toplantısına 6-7 yıl sonra ilk kez çağrılırız, ona da sert yapar gitmeyiz. Neden? 2004’te GKRY’nin adanın tamamını temsilen AB’ye üye kabul edilmesinin 20. Yıldönümüymüş, ondan. Savlarımızı muhataplara anlatacak daha iyi diplomatik platform mu olur -ama nerede bizde o özgüven?
AYM’yi takmayız, AİHM’yi hiç tanımayız, sonra gider İsrail’e karşı UAD davasına müdahil oluruz, ama günün birinde Yunanistan’la olan meseleler UAD’na getirilecek olsa haşa çıkacak kararı da kabul edemeyiz, UCM ise bizden uzak olsun, hiç sevmeyiz -ne olur, ne olmaz.
SAMP-T hava savunma sistemi alımına İtalya taş koyar, Eurofighter savaş uçağı alımına Almanya, Ukrayna’ya gönderilecek Türkiye yapımı SİHA ve 155mm obüs mermilerin AB aracılığıyla alımına Fransa; vize kuyrukları uzar gider, Airbus’tan 355 yolcu uçağı sipariş ederiz.
Böylesine örneklerle bezeli listeleri her hafta yeniden güncelleyebilir, 2028’e dek seçim olmayacağını da varsayarsak, dört yıl daha her hafta paylaşabiliriz de. Ne bir ses gelir, ne bir değişiklik olur. Ses gelmesini, anlamlı değişiklik olmasını beklemek de abesle iştigal. Öyleyse ne yapmalı, ne yapılabilir?
Valla hayatım, anlam ifade edecek hiçbir şey yapılamaz açıkçası. Şu irili ufaklı belediyelerin topluca el değiştirmesi, birkaç yüzbin kişilik illerde, ilçelerde bile ortaya dökülen kepazelik, görgüsüzlük, açgözlülük, yolsuzluk, işbilmezlik yeterli bir yordam -veya mecaz mı demeli belki- oluşturuyor sanki. Varın düşünün siz gelecek seçimden sonra Milli Savunma Bakanlığı’ndan, Dışişleri’nden, istihbarattan ortaya dökülecekleri yahut oralarda karşılaşılacak dosyaları, dosya bile açılmadan yürütülmüş nice işleri.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Daha başka ne yapılabilir? Herhalde iktidara gelmeye hazırlananlara dış politika ve daha geniş anlamıyla ulusal güvenlik politikaları alanlarında bugünden kendilerine zor sorular yöneltmeleri önerilebilir. Öncelik sırası gözetmeksizin birkaç örnek sıralayalım:
Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanı atanmak için tam karine teşkil etmesi uygulamasından vazgeçilerek, sivil ve sivil kökenli bir bakan atanacak mı?
Savunma sanayisinde kayırmacı değil rekabetçi ve düzenleyici bir tutum benimsenerek, kamu ile özel sektör arasında yeni bir uyum kurulacak mı?
Kıbrıs’ta hiç yoktan “BM parametreleri” denilen ve AB üyelik hedefi geçerliyse, buna erişilmesi için de kaçınılmaz olan “iki bölgeli-iki toplumlu” federe çözüm önerisi kovalanmaya dönülecek mi?
Kıbrıs’tan Somali’ye, Katar’dan Libya’ya, Suriye’den Irak’a sınırötesi ve denizaşırı askeri harekatların somut ve ayrıntılı maliyet analizleri yapılarak, “amaç-tanım-kapsam” bakımından içerikleri de sorgulanarak, özetle “atılan taşın, ürkütülen kuşa değip değmediği” ve “değecekse de hangi vadede değebileceği” yaklaşımıyla bir bilançoları çıkarılarak, sağduyulu bir başlangıç yapılacak mı?
“Hepsi aynı anda ve bedava” olamayacağına göre, ekonomi, eğitim, adalet ve yönetim reformlarıyla TSK’nin caydırıcı üstünlük gereksinimleri ve süregiden “terörle mücadele” görünümlü “isyan bastırma” harekâtları arasında nasıl bir önceliklendirme gözetilecek?
S-400’den nihayet kurtulunarak hava savunma sistemi ve F-35 edinilmesinin önü açılacak mı?
Yüzü batıya dönük organik kimlik ve tarihsel yönelimle barışık olunacak mı?
Kısacası, daha önce pek çok kez dile getirmeye çabaladığım üzere, “yeni cumhuriyet” için gereken “mega-tasarım” bugünden seçime dek hazırlanmış olacak mı, bu yönde bir tarih şuuru ve gelecek tasavvuru ortaya konacak mı?
Hayır, kendini beğendirmeye odaklanan ve müzakere hevesini dışarı vurmakla yetinen bilgi ve konuşma notları hazırlamak egzersizinden eğer dış politika ve ulusal güvenlik politikaları oluşturmak anlaşılacaksa, korkarım iktidarı devralma günü geldiğinde bunların Ankara’nın sert ve gri duvarlarına çarparak un ufak olmaları daha baskın olasılıktır.
Üstelik o gün atılacak adımlar için, toplumsal ortamı bugünden hazırlamak ve şimdiden canlı tartışma zeminleri yaratmak da herhalde siyaseten daha akılcı olacak seçenektir.
Sadık amadeniz alelusul yine “inisiye zihinlere, ermetik mesajlar vermek” gayesi güdüyormuşa benzer. Malum, Batı dillerinde “memo”, memorandumun kısaltılmışı, onun Türkçesi muhtıra, daha Türkçesi de andıç. Bu sözcükler bizde kimi kötü çağrışımlar yaptığından ötürü memuriyette “bilgi notu”, “servis notu” gibi başlıklar yeğlenir.
Yeğlenir ama bizde usta-çırak ilişkisi içinde “dosyasında bulunsun kardeşim” diye belletilen ders, bazı hallerde “her şey kağıda dökülmez şekerim” yaklaşımına da dönebilir. Dolayısıyla belki “her şeyi” değilse de en azından bir şeyleri kağıda dökerek işe başlamak düşünülebilir. Neticede görüş ve önerilerini “memo” biçiminde kağıda döküp, dolaşıma sokmak yararsız bir iş değildir.
Kaleme alan için bir ayna işlevi görür, bir sınama oluşturur. Okuyan için de düşünceyi tahrik, zihin açma, ufuk genişletme. Rasyonaliteye dönüş yolunun taşları bakarsınız böyle böyle döşenir.