Transatlantik: Biden çekilir mi? Fransa’da aşırı sağı kim durdurabilir? Esad, Erdoğan’a evet der mi?

Bir süredir Ankara-Şam hattında normalleşmeye dair karşılıklı mesajlar, gündemin sıcak başlıklarından biri. Normalleşme söylemlerinin hızlanmasıyla birlikte, Fırat Kalkanı Operasyonu ile kontrol altına aldığı bölgelerde halk sokağa indi, Türk bayrakları yakıldı. Suriye’de yaşananlar, Kayseri’deki olayların arkasından geldi. Suriye’nin kuzeyinde yaşanan olayların arka planında neler var? Suriye ile normalleşme ivme kazanır mı? Ankara ve Şam arasında ilişkiler rayına girerse, ÖSO militanları ne olacak?

5-6 Kasım’da yapılacak başkanlık seçimleri için 27 Haziran gecesi yapılan ilk canlı yayın tartışmasından sonra mevcut başkan Joe Biden’ın sağlık durumuyla ilgili tartışmalar devam ediyor. Pek çok Demokrat, Biden’ın adaylıktan çekilmesini istiyor; ünlü gazeteler “ülken için adaylıktan çekil” manşetleri atıyor. Peki Biden adaylıktan çekilir mi?

Fransa’da halk, erken genel seçimlerin ilk turu için sandık başına gitti. Sandık çıkış anketlerine göre aşırı sağ, seçimlerin ilk turunda büyük kazanım elde etti. Ulusal Birlik Partisi, yüzde 34 ile birinci parti oldu. Öte yandan seçimlere katılım 1986’dan bu yana en yüksek seviyeye ulaştı. İkinci turdan neler bekliyoruz?

Ruşen Çakır, Gönül Tol ve Ömer Taşpınar değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Transatlantik”le karşınızdayız. Ömer Taşpınar ve Gönül Tol, Türkiye’deki tâtillerine küçük bir ara verip yayın için bizimle birlikteler. Arkadaşlar, merhaba.

Tol-Taşpınar: Merhaba Ruşen.

Ruşen Çakır: Evet, iki haftadır tâtilinizi zehir etmeye devam ediyorum, ama konuşacak çok şey var. Sizinle yazışırken aklıma sonradan geldi. İran’da da seçim oldu, reformist aday birinci geldi. Ona da kısaca bir değiniriz herhalde. Ama önce geçen haftadan kalan Biden ve Trump arasındaki münâzarayla başlayalım. O münâzarada Biden rezil olmuş, yanılıyor muyum Gönül?

Gönül Tol: Kesinlikle öyle. İzlemek bile zordu, o kadar kötüydü ki. Herkes aynı şeyi düşündü. Kendi partisinin içinde artık ciddî bir baskı var. Aslında münâzaranın ardından ilk çıkan haberler, Obama’nın Biden’la konuşacağı ve yarıştan çekilmesini isteyeceği ve Biden’a yakın isimlerin de benzer şekilde Biden’la konuşacağını söylüyordu. Sonra Obama “X” hesâbından bir açıklama yaparak Biden’ı desteklediğini söyledi ve “Olur böyle şeyler, son 90 dakikaya bakmayın, Biden’ın 3,5 yıldır başardığı şeylere bakın” dedi. Fakat Obama’nın, kamuoyuna yaptığı açıklamalarda olmasa bile, Demokrat Parti’nin ileri gelenleriyle yaptığı konuşmalarda, gerçekten de Biden’ın çekilmesi gerektiğini düşündüğü anlaşıldı. Daha sonra Bill Clinton bir açıklama yaptı. Fakat bu insanlar kamuoyu önünde Biden’ın çekilmesi yönünde bir açıklama yaparlarsa, bunun ters tepeceğine inanıyorlar. O güne kadar, birkaç Demokrat Parti Kongre üyesi dışında açık açık Biden’ın yarıştan çekilmesi gerektiğini söyleyen olmadı; çünkü herkes endîşeli. 

Münâzaranın ardından yapılan kamuoyu yoklamalarında da Biden’ın Trump karşısında gerilediği görülüyor. Kendi partisi, yani Demokrat Parti’nin %46’sı, Biden’ın seçilme ihtimâlini düşük görüyor. Biden’ın, seçilse dahi sağlık açısından 4 yılı tamamlayacak güçte olmadığını söylüyorlar. Düşünün, kendi partisinin %46’sı bunu söylüyor. Bu çok ciddî bir oran. Dolayısıyla ciddî bir endîşe ve panik hâli var Demokrat Parti içerisinde.

Bugün Biden, Demokrat Partili vâliler ve Kongre üyeleriyle bir toplantı yapacak. O toplantıda Biden üzerindeki bu baskının artması bekleniyor. Fakat anlaşılan o ki, Biden’ın yakın âilesi –ki eşi Jill Biden bu konuda çok önemli bir rol oynuyor– Biden’ın kesinlikle bu yarıştan çekilmemesi gerektiğini söylüyor. Hattâ âilenin, Biden’ı iknâ etme potansiyeli olan isimlerden uzak tuttuğu söyleniyor. Zâten Jill Biden, eşinin geri çekilmeyeceği mesajını veren bir konuşma yaptı. Biden çekilmeyi düşünmüyor, ama “Biden’ın üzerindeki baskı artmalı ve gerekirse kamuoyuyla da paylaşılmalı, partinin ileri gelenleri bunu açık açık Biden’a söylemeli; çünkü Kasım seçimlerinde kaybetme ihtimâlimiz çok yüksek” diye konuşuluyor. 

Ama işi zorlaştıran bir mesele var. Biden çekildiği takdirde, adaylık Başkan Yardımcısı Kamala Harris’in hakkı. Fakat Kamala Harris de çok popüler bir aday değil. Partinin içinde Michigan Vâlisi, Kaliforniya Vâlisi ve başka parlak isimler var. Kamala Harris’i es geçerek adaylık diğer isimlere verilirse, kadın seçmenlerin, siyâhî seçmenlerin ve azınlıkların tepkisine neden olacağı endîşesi var. Partinin içerisinde konuşulan şey şu: Tamam, Kamala Harris çok popüler değil, ama ismi geçen diğer adaylara göre çok da geride değil. Biden çekildiği takdirde Harris aday gösterilirse şöyle bir avantaj olduğu söyleniyor: Bugüne kadar Biden’ın kampanyasına verilen bağış, bir başkası aday gösterildiğinde, yasal olarak ona transfer edilemiyor. Fakat Kamala Harris aday olursa, bu kampanya paraları ona transfer edilebiliyor. Dolayısıyla Kamala Harris’in adaylığının, kaotik olması muhtemel süreci kolaylaştıracağını söylüyorlar. 

Biden Âilesi ve ekibi, Biden’ın münâzarada kötü bir performans gösterdiğini kabul ediyorlar. Çok seyâhat ettiğini, yorulduğunu, jet lag olduğunu gerekçe gösteriyorlar ve kamuoyu yoklamalarında sonuçları etkilemediğini söylüyorlar. Fakat bu doğru değil. Bütün kamuoyu yoklamaları, münâzaradan îtibâren Biden’a desteğin ciddî şekilde düştüğünü gösteriyor.

Ruşen Çakır: Ömer, bu arada Trump sürekli yalan söylemiş, değil mi? Nasıl olsa Biden başladığı cümleyi bitiremiyor deyip yalanları peş peşe sıralamış.

Ömer Taşpınar: Evet. Trump’ın performansında beklenenin dışında bir şey yoktu. Zâten söylediği şeylerin önemli bir kısmının verilere dayanmadığı ortada; hiçbir zaman da olmadı. Trump’ı destekleyenler, zâten Trump nasıl bir performans gösterirse göstersin onun arkasında duracak kişiler. Yalnız şunu teslim etmek gerekiyor: Aralarında 3 yaş fark olmasına rağmen, Trump çok daha dinç, ne dediği anlaşılıyor en azından; cümlelerini bitirebiliyor. Biden 81 yaşında. Kendi yaşıtlarına oranla çok daha kötü bir performans sergiliyor. Aslında Biden’ın yaşı Amerikan siyâsetinde çok konuşulan bir mesele. Amerikan toplumunda seçimin heyecan vermiyor olması, bilinen ve popülaritesi çok da yüksek olmayan iki tâne yaşlının yarışı hâline dönmesi yüzünden. 330 milyonluk ülkede bu münâzarayı seyreden insan sayısı 57 veya 54 milyon civârında. Amerikan târihinde en az izlenen münâzaralardan bir tânesi. Bu konuda halkta bir heyecan yok. Fakat halktaki heyecâna ters oranlı olarak, siyâsî önemi olan bir seçime gidiyoruz. Çünkü Trump ikinci kez gelirse, ajandası ortada; rövanşist bir ajandayla geliyor. Demokrasi konusunda, dış politika konusunda çok ciddî meselelerin gündemde olacağı bir 4 yıla gireceğiz. Eğer karşısında Cumhuriyetçi Parti’den normal bir insan olsaydı, Biden’ın kaybetmesi bu kadar önemli olmayabilirdi. Demokrat Parti’nin şu anda panik hâlinde olmasının nedeni, sâdece Biden’ın kaybedecek olması değil, Biden’ın Trump’a kaybedecek olması ve Trump’ın ajandasının da gayet net bir şekilde ortada olması. En son Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karar da bir bakıma Trump’a belirli dokunulmazlıkları sağlayabiliyor. Yani Trump hapse girme tehlikesiyle karşı karşıya değil, şu anda finansal olarak daha iyi bir durumda. 

“Demokrat Parti neden bu hâle geldi, neden Biden’a alternatif birisini daha önceden devreye sokamadılar?” tartışması çok meşrû bir tartışma. Buna verilecek meşrû cevap, bundan birkaç ay öncesinde “Ulusa Sesleniş” konuşmasında Biden’ın son derece enerjik ve güzel bir konuşma yapmasıydı. Herkes şaşırdı. Biden tahmin edilenden çok daha dinç, çok daha karizmatik bir şekilde o “Ulusa Sesleniş” konuşmasını götürdü, hattâ kendisini dinleyenleri angaje etti, kendisine lâf atanlara cevap verdi, dalga geçti. Biden, münâzarada yaşadığı hezîmet sonrasında, ertesi gün North Carolina’da yaptığı bir konuşmada da çok zinde gözüktü yine. Dolayısıyla “Biden nasıl bir performans gösterecek?” meselesi bir sorun. Çünkü bir günü bir gününe uymuyor. “Fransa’ya gitti, jet lag oldu, yurtdışındaydı” gibi gerekçeler gösteriliyor; fakat bu affedilir bir hatâ değil, çünkü Biden bir haftadır Camp David’de hazırlanıyordu bu münâzaraya. Yani bir hafta boyunca kamp yaptı ve bu münâzaraya hazırlandı. Bu, hazırlanmış hâliydi. Daha seçimlere 120 gün var. Aslında bu kadar erken bir münâzara yapma fikri de Demokratlar’dan geldi; Cumhuriyetçiler münâzara yapalım demiyorlardı. Yani bunu yapmasına gerek yoktu. Sanki Trump’ı halkın önüne sunmaya çalışıyorlardı. Çünkü stratejileri, halk Trump’ı görünce onun ne kadar kaotik bir dönem yaşattığını hatırlayacak ve ona destek verenler de onun çok da popüler bir başkan olmadığını hatırlayacaklar üzerineydi. Çünkü Trump görevi bıraktığında bugünkü popülaritesinde değildi. Bugün kamuoyu araştırmalarında daha yüksek. Demokratlar böyle bir stratejiyle hareket ettiler; ama herhalde Biden’ın bu kadar kötü bir performans sergileyeceğini düşünemediler. 

Yapılan kamuoyu araştırmalarına göre fark açılıyor. Kilit eyâletlerdeki fark %1,5 iken, şu anda %3’e çıkmış durumda, dolayısıyla makas açılıyor. Bu gidişle, Demokratlar’da ciddî bir heyecan eksikliği olacak. Şimdi, “Yerine kim gelir?” tartışması var. Her şeyden önce Biden’ın bunu kabullenmesi gerekiyor. Amerikan siyâsetinde birinci döneminde başkanlık görevi yapmış birinin ikinci döneme gitmemesini sağlamak zor bir şey. Gerçi görülmemiş bir şey değil başkan yardımcısı konusunda bir şekilde uzlaşmaya gidilmesi. Fakat Biden daha birinci döneminde ve ikinci dönemine gitmeyeceğine dâir hiçbir sinyal vermedi. En başından beri, nedense “Trump’ı yenecek birisi varsa o da benim” gibi bir tezle ortaya çıktı ve bu tez çok sorgulanmadı. 2020 yılında belki böyleydi, partisi sola kayıyordu ve partiyi toparlayacak, herkesin güvenebileceği merkezde bir isim gerekiyordu; Biden o isimdi. 2020 yılındaki performansı ve bulunduğu yer, “Trump’a karşı ben partiyi toparlarım” tezini belki meşrû kılıyordu. Fakat bugün baktığımızda, meselâ New York Times’ın bireysel köşe yazarları değil, New York Times’ın ortak aklını yansıtan yayın kurulunun yazdığı baş makale de, Biden’ın bir an evvel çekilmesini isteniyor. Biden, kendisiyle saatlerce röportaj yapmış Tom Friedman’a çok büyük alan sağladı. Kimsenin ulaşamadığı derecede rahat ulaştı Biden’a ve saatlerce dış politika konusunda konuştu, onun fikirlerini yansıtan yazılar yazdı. Tom Friedman, münâzaradan hemen sonra, “Biden görevi bırakmalı ve aday olmamalı” diye bir yazı yazdı New York Times’ta. 

Amerikan Demokrat Parti câmiasında bir sürü ağır top, Biden’ın bir an evvel geri çekilmesini istiyor. Biden “bile bile lâdes” durumuna düştü. Ama daha fazla halkın önünde olacak bir strateji izleyecek Demokrat Parti. Mesela George Stephanopoulos önemli bir gazeteci, Biden ona bir söyleşi verecek O söyleşide bir gaf yaparsa… Biden’ın kekeleme durumu var. Bu trajik bir olay. Yaşlandıkça insanların gençliğindeki sorunlar geri gelebiliyor. Biden kekemelik sorunu olan biriydi. Şimdi bu sorunu aşmak için gözlerini kapatması, konsantre olması gerekiyor. O yüzden sık sık gözlerini kısıyor, toparlamaya çalışıyor. Bütün taraftarları, Biden’ı dinlerken nasıl bir hatâ yapacak diye stres içinde. 

Ruşen Çakır: Şu anlattıkların işkence gibi gerçekten. Yani mecbur mu insanlar buna? Sanki ülkede iki kişi kalmış, onlar yarışıyor gibi bir durum var.

Gönül Tol: Öyle ve gerçekten o kadar zor ki. Çünkü bu seçimler hakîkaten Amerikan demokrasisi için bir ölüm kalım meselesi. Ömer’in bahsettiği o mahkeme karârı da önemli. Artık Trump’ın cezâevine girme, hapsedilme durumu yok. Mahkemenin verdiği kararla birlikte, bundan muaf tutuldu. Bununla birlikte, eğer Trump seçilirse, onu durdurabilecek hiçbir gücün olmadığı da söyleniyor. Tabiî şimdi böyle bir dönemde Biden’ı izlemek insana acı veriyor. 

Ömer Taşdemir: “Amerikan demokrasisi gerçekten bu adamın performansına mı bağlı?” sorusu gerçekten önemli. Aslında Biden’ın 4 yıllık başkanlığına baktığımızda, dış politikada olsun iç politikada olsun karnesi bence B+, yani kötü değil. Tamam, süper bir başkan olamadı, enflasyon yaşandı, dış politikada Afganistan fiyaskosu yaşandı, İsrail Hamas sorunları yaşandı. Fakat içeride gerek altyapı projesi gerek siyâseti toparlama ve Amerika’yı normalleştirmeye çalışması, küresel ısınma konusunu ciddî olarak gündeme getirmesi, Ukrayna konusundaki performansı, ekonomi politikaları konusunda attığı adımlar, fâizlerin artırılması… Tabiî Amerikan halkı da biraz Türkiye’deki gibi. Enflasyon düştü ama marketlerde hâlâ fiyatlar yüksek ve insanlar 4 yıl öncesine oranla daha iyi durumda değiller. Ama genel olarak baktığında başarısız bir başkan değil. Biden da onu söylüyor zâten: “Benim ne söylediğime değil yaptıklarıma bakın” diyor. Ama sorun şu: Çağımızda siyâset artık performans işi. Yani halkın karşısına geçip oy isteme meselesi. Diyelim Biden hasbelkader kazandı. Geceyarısı büyük bir kutlamada bile canlı yayında konuşabilecek durumda değil. Yaşlı bir adam. Yürürken bile bastona ihtiyaç duyuyor. Böyle bir adamın zafer konuşması yapması bile çok zor. O açıdan hazin.

Peki, iş bu noktaya nasıl geldi? Parti biraz rehâvete düştü. Çünkü “Ulusa Sesleniş” konuşmasında Biden çok iyiydi. Demek ki ilâçla bir şekilde ayakta tutulabiliyor, herhalde bu münâzaralarda da ayakta tutulur, rahat bir performans gösterir diye düşünüldü. Ama benim kafamda hep, bir yerde tökezleyebilir, arka arkaya gaflar yapabilir düşüncesi var. Ben Biden’la yapılmış iki önemli söyleşi okudum Time dergisinde. O söyleşilerden bir tânesi performans açısından çok kötüydü. Çevirisine baktığında ülkelerin ve liderlerin isimlerini karıştırdığını görüyorsun. Böyle bir şeyi George Stephanopoulos gibi ünlü bir gazetecinin karşısında yaparsa, meselâ Putin’le Netanyahu’yu karıştırırsa, Hindistan’la İsrail’i karıştırırsa bu bir felâket olur. Trump, “İşte, durum ortada” diyecek.

Ruşen Çakır: Neyse, artık onu kaderiyle baş başa bırakalım, dünyanın değişik seçimlerine bakalım. Gönül, seninle biraz İran’ı konuşalım. Ömer, seninle de Fransa’yı konuşalım. Önce İran’la başlayalım. İran’da cumhurbaşkanlığı adaylarından Pezeşkiyan’ın adını hiç duymamıştım. Reformist olduğu söylenen bir doktor, seçimin ilk turunda en çok oyu aldı; muhâfazakâr kesimin adayı Said Celili ise onun gerisinde kaldı. Seçim ikinci tura kalmış oldu. Açıkçası bunu beklemiyordum. Meselâ Fransız Libération gazetesinde Pezeşkiyan’la ilgili bir portre yazısı okudum, ‘”Her ne kadar kazanamayacak olsa da…” diye başlıyordu. İran’da seçime katılım oranı yine düşük. “Katılım oranının düşük olması iktidârın lehine” deniyordu; ama tek reformcu aday birinci oldu. Ne diyorsun Gönül? Ne olacak?

Gönül Tol: Bir şey olmayacak Ruşen. Bu seçimi bizim kurumun İran uzmanına sormuşlar, “İki saatlik bir zoom görüşmesi yapalım, İran seçimini değerlendirir misiniz?” diye sormuşlar, “İki saate gerek yok, seçim sonuçlarını iki dakikada anlatabilirimé demiş. Birincisi, katılımın geçen seçimden de düşük olması, aslında halkın çok büyük bir çoğunluğunun bu sürece hiçbir güveni olmadığını gösteriyor.

İkincisi, bir reformcu geldi diye İran’da iç siyâsette ve dış siyâsette farklı bir yol mu izlenecek? Hayır. Asıl karar vericinin kim olduğunu biliyoruz. O yüzden bu seçimleri kimin kazandığının çok bir önemi yok. Bence, özellikle de şu bölgesel konjonktürde İran’ın opsiyonları da sınırlı. İsrail ve Hamas arasında böyle bir gerginlik devam ederken, Filistin meselesi yeniden gündeme gelmişken, 7 Ekim’den îtibâren İran’ın yumuşak gücü arttı; yani diğer Arap ülkelerinin ses çıkarmadığı bir durumda 40 bine yakın Filistinli sivil ölmüşken ve Arap ülkeleri hâlâ İsrail’le normalleşmeden bahsederken, böyle bir konjonktürde İran’ın yıldızı parladı, yumuşak gücü arttı. Dolayısıyla rejim, meşrûiyetinin güçlendiğine inanıyor. Öyle bir durumda da kim seçilirse seçilsin, bu, İran siyâsetinde bir değişikliğe sebep olmayacak. Eğer katılım yüksek olsaydı, biraz farklı olabilirdi belki. Çünkü yüksek katılım bir “değişim” talebini dillendirdiği için ve böyle ılımlı bir adaya oy verildiği için, o zaman belki sembolik şeyler yapılabilirdi. Ama katılımın bu kadar düşük olduğu yerde ve bu bölgesel konjonktürde, bu seçimlerin anlamlı bir farklılık doğuracağını düşünmüyorum. 

Ruşen Çakır: Peki, iki dakikalık İran seçimleri yorumunun ardından, iki saatlik Fransa yorumuna gelebiliriz. Biraz önce moruk siyâsetçilerden bahsediyorduk, şimdi çıtır siyâsetçi, değil mi? Jordan Bardella kaç yaşında? 29 yaşında mı?

Gönül Tol: 28 yaşında.

Ruşen Çakır: Peki, ne olacak şimdi? Diğer partiler seçimde bir ittifak yapabilecek gibi duruyor mu? Sağ partinin ismi neydi?

Ömer Taşpınar: Rassemblement National (Ulusal Birlik), sol taraftaki ise Nouveau Front Populaire (Yeni Halk Cephesi), bir de Macron’un oluşturduğu merkez var. 

Ruşen Çakır: Peki ne olacak? Bir birleşme olacak mı? Orada her halükârda cin şişeden çıktı. Aşırı sağ bayağı bir oy oranına geldi. Bu hafta sonu yeni seçim var, parlamento şekillenecek. Bir ihtimal, Macron istemediği bir hükûmetle, “kohabitasyon” dediğimiz, birlikte yaşamak zorunda kalacak.

Ömer Taşpınar: Evet, üç aşağı beş yukarı ona kesin gözüyle bakılıyor. Asıl soru şu: Marine Le Pen’in partisi şu anda Jordan Bardella’yla tâze kan kazanmış ve yeni bir imaja kavuşmuş durumda. Aşırı sağ Fransa’da %33 civârında bir oy toplamış ve sol, Halk Cephesi %28, Macron’un oluşturduğu merkez de %23’lere düşmüş durumda. Buna baktığımızda, Fransız geleneğinde aslında bir meşrû cumhuriyetçi gelenek var. Fransız Devrimi’nin meşrûiyeti üzerine kurulmuş, “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” üzerinden giden o söyleme sâdık kalan sistemik cumhuriyetçi partiler bir araya gelip bu aşırı sağ siyâsî âileye… Çünkü Fransa’da aşırı sağa baktığımızda, kökleri Action Française’e giden faşist bir partiden bahsediyoruz. Her ne kadar Marine Le Pen babasına oranla partiyi merkeze çekti, Yahudi düşmanlığı konusunda, faşizm konusunda birazcık daha farklı politikalar ve söylemler edindiyse de, parti, halkın ve sistemin gözünde aslında aşırı sağ. Fakat Jordan Bardella ve Marine Le Pen’in çabalarıyla ekonomi konusunda da atılacak adımlar söylemi biraz daha merkeze kaydı. Öyle ki bugün piyasalara, “Solun gelmesini mi istersiniz, aşırı sağın gelmesini mi istersiniz?” diye sorulduğunda, Fransız Borsası, Fransız sanâyicileri Marine Le Pen’i Jean-Luc Mélenchon’a, yani sola tercih ediyorlar. Çünkü sol, asgarî ücreti 2 ile çarpmaktan bahsediyor. Eğer sol başbakan seçebilirse, bütçe açığının kesinlikle fırlayacağı, Fransa’nın Avrupa Birliği içindeki mâlî disipline uyamayacağı, dolayısıyla Avrupa Birliği karşısında bazı mâlî cezâlara mâruz kalabileceğinden, Fransız ekonomisinin alt üst olabileceğinden bahsediliyor. 

Fransa’da sol profil de sürekli değişiyor. Meselâ Sosyalist Parti’nin bir anlamı kalmadı. Fakat Jean-Luc Mélenchon’un oluşturduğu Boyun Eğmeyen Fransa (La France Insoumise) partisine baktığımızda, gençlerin, azınlıkların oluk oluk bu partiye oy verdiğini görüyoruz. Amerika’nın, İran’ın tersine, halkın seçime katılım oranı yüksek çıktı. Yani halkı heyecanlandıran bir seçim bu. Şu anda ana soru, 7 Temmuz Pazar günü acaba Macron ve sol birlikte hareket edebilecekler mi? İkinci tura kalan Macron’cular ve Halk Cephesi. Bunlar birbirini sevmeyen partiler; Macron her konuşmasında iki ekstremden, sağ radikaller ve sol radikallerden bahsediyor. Yani ikisine de eşit mesâfede duruyordu. Bu, Macron açısından tehlikeli bir duruş. Macron’un bir şekilde solla bir koalisyon oluşturması, solun da Macron’u desteklemesi gerekiyor; ama bu zor gözüküyor. İlk turda olduğu gibi oylar bölünürse, parlamentonun yarısından fazlasını aşırı sağ çıkarabilir. O zaman doğrudan başbakanı seçerler ve kohabitasyona gider. Eğer parlamentonun yarısını çıkaramazsa, diyelim %40’ta kaldı, o zaman merkezden veya bâzı küçük azınlık partilerden desteğe muhtaç kalabilir, Macron’un pozisyonu biraz daha rahatlayabilir.  

Bence Fransa şu anda kendini bir koalisyona, kohabitasyona hazırlıyor. Macron başkan olarak 2027’ye kadar, 3 yıl daha iktidarda ve Fransız Anayasası’na göre dış politika ondan sorulacak. Dış politika konusunda Fransa’yı temsil edecek kişi kendisi. Fakat ekonomi ve iç politika konusunda, bir bakıma artık daha önce yaşadığımız kohabitasyon dönemlerine gideceğiz. Fransız Cumhuriyeti açısından ana mesele, Cumhuriyet’in prensipleriyle ters düşen bir partinin ilk kez, bu Beşinci Cumhuriyet’te iktidâra gelme şansının bu kadar artmış olması. Bunun temel nedeni de ekonomi. Fransız siyâsetinde şu anda konuşulan temel mesele hayat pahalılığı ve Macron’un bir elit parti lideri olarak –ki kendisi de bir elit ve elitist olarak suçlanıyor–, halkın, meselâ “Sarı Yelekliler”in dertlerini anlamadığı, enflasyonu yeterince ciddîye almadığı, asgarî ücretin düşük oluşu… 1600 Euro düşük bir ücret. Sol hareket bunu 4000 Euro’ya çıkarmaktan bahsediyor. Hattâ aşırı sağ da ekonomik politikada bu asgarî ücreti artırmaktan bahsediyor. Macron liberal bir ekolden geliyor, partisi henüz çok yeni bir parti, ama siyâsî âile olarak baktığımızda, bunun geçmişi Orleanist ekol, yani piyasa ekonomisi ekolü. O liberal ekol de Fransa’da genel olarak halk tarafından sevilen bir siyâsî âile değil. Fransa’nın temel âileleri, Bonapartist ve Gaullist gelenekle Jakoben gelenek. O iki parti Macron’un arkasında değil. Jakoben gelenek, sol olarak şu anda hâlâ güçlü; gençler oraya doğru gidiyor. Macron’un partisinin eridiği bir döneme giriyoruz. Bence Jordan Bardella’nın başbakanı olma ihtimâli %50-60 civârında. Fransa yepyeni bir döneme giriyor. Aşırı sağın iktidâra geldiği ülke olarak hep İtalya’dan bahsediyorduk, şimdi artık Fransa’dan da bahsedebiliriz. 

Son olarak şunu da söyleyeyim: Macron, başbakanlık anahtarını aşırı sağa teslim ederek belki de 2027’deki seçimleri kurtarıyor olabilir. Çünkü iktidarda kalacağı 3 yıl boyunca, en azından ekonomide ve iç politikada hâkimiyeti eline geçirecek bir aşırı sağ, mucizevî sonuçlar elde edemezse, Fransız halkı birdenbire çok büyük bir tatmin içine girmezse –ki Fransız halkı hep şikâyet eden bir halk– ve aşırı sağ denenmiş bir hareket olacak, o denenmişlik de 2027’de kendisini îtibarsızlaştırabilir. Zâten Macron’un siyâsî hesâbı da biraz oydu. Yani 2027’de kesin kaybedecek gibi gözüküyordu ve başkanlığı, bütün sistemi aşırı sağa teslim etmektense, bir kohabitasyon, bir koalisyon çerçevesinde dengeleyici bir başkan olarak iktidarda kalmak ve onların başarısızlığını gösterip, 2027’de merkeze gene bir şans sağlama stratejisi belki uzun dönemde meyvelerini verebilir. 

Gönül Tol: Ben kısa bir şey söyleyeceğim. Ömer, Fransa’da aşırı sağın yükselmesinin temel nedeninin ekonomi olduğunu söyledi. Ben bundan çok emin değilim. Çünkü meselenin aslında kültür meselesi olduğunu söyleyen bir ekol de var. Ekonomik sıkıntılar mı aşırı sağa kayışı hızlandırıyor, yoksa kültürel meseleler mi? Bu çok tartışılan bir konu. Ben bunu Amerika bağlamında düşündüğümde, bir taraftan Biden’a çok büyük bir tepki var. Amerikan ekonomisi gayet iyi durumda olmasına rağmen, Trump gibi bir figür neden yükseliyor? Meselâ 2016’da Trump’a oy veren insanların %60’ı beyaz, alt kesimden geliyor. Amerikan toplumu çeşitlendikçe, dışarıdan göç aldıkça, kendi o beyaz, üstün statülerini kaybettikleri endîşesi var. Kamuoyu yoklamalarında sorulduğunda, temel meselelerinin bu olduğunu görüyorsunuz. Meselâ bugün Biden’ı başkan adayı olarak en zayıf kılan meselelerden bir tânesi sınır meselesi. Çünkü ekonomide söyleyeceği bir şey yok. Ekonomistler son 40-50 yılın en güçlü Amerikan ekonomisini yaşadıklarını söylüyorlar. Halkın algısı böyle olmayabilir, ama o da bu noktaya çekiliyor. Fakat bâzı kamuoyu yoklamalarında, daha büyük endîşenin kültürel mesele, yani göç ve göçmen meselesi olduğu ortaya çıkıyor.

Dolayısıyla Fransa’da da meselâ aşırı sağın verdiği mesaja bakarsanız, göçmen siyâsetini bütünüyle değiştirme sözünü vererek seçimleri kazandılar. Meselâ çifte vatandaşlığı olan insanların kritik yerlerde görevlendirilmeyeceğinin sözünü veriyor. Fransa’da, Fransız olmayan bir anne babanın çocuğuysanız ve Fransa’da doğmuşsanız, Fransız vatandaşı olabiliyorsunuz. 18 yaşına geldiğinde bunu kısıtlama sözü veriyor. Diğer vaatlerine baktığınızda, bütünüyle göçmen meselesine odaklanmış durumda. Meselâ İsveç’te de aşırı sağ partiler çok mevzi kazanmış durumda. Oysa bu ülkeler, halkın büyük bir çoğunluğunun ekonomik kaygılarının olmadığı, çok güçlü bir refah devletinin olduğu yerler. Böyle yerlerde dahi aşırı sağ yükseliyorsa, ekonomik faktörler kadar, kültürel faktörler ve bunun içinde de göç meselesi geliyor 

Ruşen Çakır: Ben ikinize de katılmıyorum. Fransa konusunda, çok net bir şekilde benim bedduamın etkili olduğunu söyleyebilirim. Bunca yıllık frankofonum, bana çok büyük terbiyesizlik yaptılar ve ben de öyle bir beddua ettim ki. Ömer gülüyor, inanmıyor, ama benim bedduam tutar. Açıkçası, bu kadar büyük çaplı olmasını ve bu kadar hızlı olmasını da beklemiyordum, ama gerçekten öyle. Sen de ben de Fransız kültürünü biliyoruz. Bir noktada, hak ediyorlar diyeceğim. Her şeye tepeden bakıp, sonra, ülkelerinde %34 oranında, faşist bir partiye oy veriyorlar. “Aşırı sağ yükseliyor, yabancı düşmanı, merkeze kayıyor” filan diyoruz ama sonuçta faşistler. Bir zamanların Action Française hareketinden çok da farklı değiller. 

Ömer Taşpınar: Makyaj olarak farklı. Fakat esas olarak, Gönül’ün söylediği gibi Fransa’daki tartışma şu anda ekonomi üzerinden yürüyor, ama bu partinin ana mesajlarından biri de şu: “Fransa’da çok fazla yabancı var. Bu yabancıları yollarsak ekonomi de düzelir. Çünkü bunlar ekonomide sosyal devleti kemiriyorlar.” Aynı zamanda, suç oranı da göçmenlere bağlanıyor. Ve tabiî ki Fransa’da kültürel tartışma çok ciddî bir şekilde devam ediyor. Fransız olmanın anlamı, başörtüsü tartışması, laiklik tartışması en başından beri var. Fransa’da artık Fransız milliyetçiliğini savunmakla ırkçılık bir araya gelmeye başladı. Göçmenler konusunda dengeli bir söylem tutturabilmek çok zor ve İsrail’deki meseleler nedeniyle antisemitizm de çok ciddî olarak artmış durumda. Antisemitizm konusunda sol partiye de bakmak lâzım. Macron, soldan gelen ciddî bir İsrail düşmanlığının da olduğunu ve Fransa’nın ilk Yahudi ve sosyalist Başbakanı Léon Blum’un, partinin bugün geldiği noktayı görse mezarında ters döneceğini, partinin sâdece İsrail düşmanı değil antisemitist olduğunu söylüyor. Ama aslında bütün bunlar teferruat. Asıl mesele, Ruşen Çakır’ın vize alamaması tabiî ki. 

Ruşen Çakır: Kesinlikle. Vize alamama meselesi değil, vize almayı reddettim. Sonra Almanya’dan vize aldım.

Ömer Taşpınar: “Verseler de artık gitmem” demesi.  

Ruşen Çakır: Evet. Şimdi Suriye konusuna gelelim. Belli ki bundan sonra “Transatlantik”te “Ankara ve Şam yakınlaşıyor mu?” sorusunu sormaya başlayacağız. Suriye konusunda peş peşe açıklamalar yapılıyor. CHP ilginç bir şekilde, “Biz yardımcı olalım. Esad yönetimiyle ilişkimiz de var” diyerek topa girdi. Erdoğan da, “Neden olmasın? Biz zâten Suriye’nin içişlerine karışmayı düşünmüyoruz” dedi. Sonra Suriye’den, özellikle Azez’den, Türk bayraklarının yakıldığı, TIR’lara saldırıldığı görüntüleri geldi ve ortalık karıştı. 

Erdoğan bugün Astana’da yapılacak Şanghay İşbirliği Örgütü Devlet Başkanları Zirvesi kapsamında Putin’le görüşüyor. Herhalde en önemli konu Suriye’de ne yapılacağı meselesi. Erdoğan daha sonra da NATO zirvesine katılacak. Zâten Suriye’de bu yakınlaşmanın bir şekilde kaçınılmaz olduğu belliydi ve sanki Erdoğan istiyor, Esad çok da gönüllü değilmiş gibi bir görüntü var. Bu doğru mu Gönül?

Gönül Tol: Doğru. Bir de, ben daha önce de söylemiştim bunu. Bu yakınlaşma yeni başlıyormuş gibi lanse ediliyor hep. Ama aslında 2016’dan bu yana fiilî olarak, Erdoğan, Suriye içerisinde yaptığı her şeyle, Esad’ın sâhadaki gücünü konsolide etmesine yardımcı oldu. Yani aslında 2016’dan bu yana Erdoğan, Esad karşıtı muhâlefetin altını oyuyor. Çünkü 2011 Mart’ında ayaklanmalar başladıktan hemen hemen bir iki ay sonra Türkiye, Suriyeli muhâlifleri silâhlandırmaya başladı ve bir üs oldu. Dolayısıyla Esad karşıtı muhâlefete en büyük askerî, diplomatik, lojistik desteği veren taraf oldu. O anlamda da, bence Suriye’de barışçıl başlayan protestoların bir iç savaşa evrilmesinde en kritik rolü Türkiye oynadı. 

Sonra 2016’da, Türkiye birdenbire pozisyonunu değiştirdi. Beş yıl boyunca Esad’ı indirmek için her şeyi yapmışken, 2016’dan îtibâren, Esad karşıtı muhâlefetin altını oymaya başladı ve bir anlamda Esad’ın sâhadaki bütün askerî kazanımlarının garantörü oldu. Bu, bütünüyle Erdoğan’ın iç siyâsetteki strateji değişikliğinin bir sonucu olarak ortaya çıktı. MHP ile 2015’ten îtibâren kurduğu ittifakla birlikte, önceliğini, Suriye içerisinde Esad’ı devirmekten çok, Kürtlerin oradaki alanını kısıtlamaya verdi. Bunun için de Esad’la çalışması gerekiyordu. Meselâ 2016’da “Transatlantik”te Halep’in düşürülmesi konusunu konuşurken, ben “Halep Erdoğan eliyle düşüyor” dediğimi hatırlıyorum. Halep, “Suriye Devriminin Kalesi” olarak görülüyordu ve Türkiye Esad lehine müdâhale edinceye kadar, aslında muhâlifler rejim güçleri karşısında ciddî askerî başarılar kazanıyorlardı 2015’e kadar. Türkiye’nin desteklediği Esad karşıtı muhâlefet o kadar başarılıydı ki, Rusya, Halep nedeniyle 2015’te Suriye içerisine müdâhale etmek zorunda kaldı.

Fakat sonra ne oldu? Erdoğan, 2015 Haziran seçimlerini kaybetti, MHP ile ittifâka gitti ve birden stratejisini değiştirince, önceliği artık Esad’ı düşürmek değil, Kürtlerin gücünü sınırlamak oldu. Bunun için de Suriye içerisine girmesi gerekti. Suriye içerisine girmesinin karşılığında, Halep’i bir anlamda rejime teslim etmiş oldu. Erdoğan bir ateşkese aracılık etti ve Türkiye’nin silâhlandırdığı, desteklediği, hattâ Türk topraklarını bir üs olarak kullanmalarına müsaade ettiği rejim muhâlifleri, Erdoğan’ın ricâsıyla geri çekildi. Hatırlarsan, zannediyorum 2016’da Erdoğan şunu söylemişti: “Esad benden ‘El Nusra’daki arkadaşlar Halep’ten çekilsin’ ricâsında bulunmuştu, ben de arkadaşlarıma tâlîmat verdim” demişti. Bu çok çarpıcı bir ifâde. Bu, Erdoğan ve rejim arasındaki yakınlaşmanın yeni olmadığını gösteriyor. Aslında Erdoğan 2016’dan bu yana rejime bir anlamda hizmet ediyor. Dolayısıyla artık devrimin ‘D’si kalmadı. 

Suriyeli muhâliflerin çatı örgütünün ilk başkanı Burhan Galyon’un hâtıralarını yazdığı kitabı okudum. O kitapta, “Erdoğan Kürtlere saldırabilmek için Suriye Devrimi’ni sattı” diye anlatır. Dolayısıyla bu zâten çok uzun zamandır devam eden bir süreç. Fakat bunu kamuoyu önünde ilk kez ne zaman söyledi Erdoğan? 2022’de. Artık Esad’ı devirmenin Türkiye’nin bir politikası olmadığını açıkladı ve o zamandan îtibâren Ruslar, rejim ve Türkiye arasında bir normalleşme kapısı açılmasına aracılık ettiler. Fakat rejim, “Tamam, diplomatik ilişkiler yeniden başlasın, ama tek şartım, Suriye’nin egemenliğini kabul edeceksiniz ve kuzeydeki bütün askerî güçleriniz Suriye’den çekilecek” dedi. Türkiye bunu kabul etmediği için o müzâkereler çöktü. 

Ben, bugün gelinen noktada Esad’ın farklı bir yerde olduğunu düşünmüyorum. Rusya gerçekten tarafların bir uzlaşmaya varmasını istedi. Ama Esad bu konuda çok net. Hattâ Erdoğan’ın “Normalleşebiliriz, neden olmasın?” açıklamasının ardından, Esad bu hafta bir açıklama yaparak, “Biz de normalleşmeye olumlu bakıyoruz. Fakat şartımız, egemenliğimizi tanımak zorundasınız” dedi. Yani aslında Türkiye’nin bütünüyle Suriye’den çekilmesi gerektiğini söyledi. Dolayısıyla Esad hâlâ aynı yerde duruyor Burada önemli olan şu: Suriye içindeki dinamikler değişti. Ukrayna’nın işgaliyle birlikte, Türk-Rus ilişkilerinin dengesi değişti, Rusya’nın İran’la ilişkisinin dengesi değişti. Dolayısıyla, Ukrayna’dan bu yana, Suriye içerisinde pek çok şey değişti. Artık bugün, Erdoğan’ın, Türkiye’nin elinin Suriye içerisinde daha zayıf olduğunu düşünüyorum.

Aslında, Suriyeli mültecilerin gönderilmesi meselesi nedeniyle Esad’la bir normalleşme olsun isteniyor. Ben bunu söylediğimde insanlar tepki veriyor, ama bu duygusal bir yerden değil, rasyonel bir yerden geliyor. Tabiî bunu yapmak kolay değil. Esad rejimiyle bir normalleşme şart; ama Esad’ın şartları var ve Türkiye o şartları kabul eder mi ona bakmak lâzım. Çünkü Türkiye’nin kuzey Suriye’de yürüttüğü siyâset, sâdece güvenliğini korumak için asker bulundurma siyâseti değil. Çok daha komplike, çok daha sofistike bir siyâset güdüyor. Türkiye Kuzey Suriye’de bir ulus inşâsı siyâseti güdüyor. Erdoğan, “Biz zaten Suriye’nin içişlerine hiç karışmıyoruz” diyor. O kadar saçma bir açıklama ki bu. Postâne inşâ ediyorsun, hastâne, câmi inşâ ediyorsun. Fatma Şahin 2016’da, “Biz Cerablus’la ilgili belediye hizmetleri söz konusu olduğunda elimizden gelenin fazlasını yapıyoruz. Amacımız bu bölgeleri Türkiye’ye entegre etmek” diyordu. Fatma Şahin, AK Partili Gaziantep Büyükşehir Belediye Başkanı bunu söylüyordu. Orada dil kursları veriliyor. Kilis, Antep gibi sınırdaki illerin yöneticileri, bürokratları, Kuzey Suriye’deki alanların yönetiminde doğrudan kilit rol oynuyor. Dolayısıyla sadece askerî bir varlık değil bu; çok daha fazlasını yapıyor Türkiye. Bu da tabiî normalleşmenin önündeki en büyük engel. 

Ruşen Çakır: Ömer, ne dersin? Erdoğan Emevî Câmii’nde namaz kılacaktı, galiba bu sefer namazı Esad’la birlikte kılmayı düşünüyor. Hatırlar mısınız? O târihte, “Sabah çıkar, öğlen orada oluruz” filan deniyordu. Şimdi geldiğimiz noktada çok büyük bir yıkım var ve Erdoğan Esad’la âilece görüşmekten bahsediyor. Eskiden yine âilece görüşüyorlardı. İstinye Park AVM’nin açılışında, Erdoğan Âilesi, Esad Âilesi ve Ferit Şahenk’in birlikte insanları selâmladıklarının fotoğrafları vardı. Hattâ zamânında, Türk bakanlarla Suriyeli bakanlar ortak kabine toplantıları yapardı. Bu artık olmayacak herhalde. Erdoğan mecbur görünüyor, değil mi Ömer?

Ömer Taşpınar: Erdoğan tükürdüğünü yalayabilir, makyavelist bir şekilde hiçbir şey olmamış gibi davranabilir. Biliyorsun, Birleşik Arap Emirlikleri darbenin arkasındaydı, şu anda, Birleşik Arap Emirlikleri ile Türkiye’nin ilişkilerine baktığında, kardeş ülke. Ya da Mısır’da, Râbia Meydanında 1000 kişi öldürüldü; “Eli kanlı diktatör”den nereye gelindi.  Erdoğan bunlara alıştırdı Türkiye’yi ve dünyayı. Fakat burada mesele, Esad’ın alışmaması. Esad bunları kolay kolay yutacak birisi değil. 

Ruşen Çakır: Sözünü keseceğim Ömer, ama Birleşik Arap Emirlikleri, Suudî Arabistan ve Mısır’la olan sorunlarda, doğrudan Türkiye’ye yansıyan, halkın gördüğü çok büyük krizler yoktu. Meselâ Mısır’da Müslüman Kardeşler’i destekliyorsun, belki de kimsenin haberi olmadan Müslüman Kardeşler Türkiye’ye gelip ofis açmışlardı. Fakat bunu bilen biliyordu. Ama Suriye ile olan meselede çok ciddî bir şey var: Senin askerin orada, milyonlarca Suriyeli de burada. Sonuçta Suriye ile yaşanan sorun herkesin gözü önünde, bütün halkın faturasını ödediği bir şey. Sisi’yle hiçbir şey olmamış gibi devam ediyorsun, Müslüman Kardeşler’e de, “Ben idâre ediyorum” deyip anlaşıyorsun. Ama Suriye’yle olay çok farklı. Meselâ Türkiye’deki milyonlarca Suriyeli’yi ne yapacaksın? 

Gönül Tol: İşte o yüzden duygusallığın dışına çıkıp mantıklı düşünelim. Diyelim ki Erdoğan ve Esad el sıkıştı, diplomatik ilişkiler yeniden başladı. Erdoğan niye bunu bu kadar istiyor? Çünkü dönüp halka, “Bakın, göçmen meselesini çözüyorum” diyecek. Bir sonraki aşamayı düşünelim. Nasıl çözecek göçmen meselesini? Bu insanları kamyonlara doldurup Suriye’ye mi gönderecek? Hadi tamam, onu da yaptı. Sınırını koruyamıyorsun, 900 kilometrelik bir sınır söz konusu.  Dolayısıyla bu bana popülist bir argüman gibi geliyor. “Tamam, normalleşelim, olay çözülür.” Ama çözülmeyecek olay. Benim endîşe duyduğum şey bu. Türkiye’nin toplumsal dokusu sonsuza kadar değişti ve bu tamâmiyle Erdoğan’ın yanlış politikaları nedeniyle oldu. Suriye meselesi, Türkiye açısından toplumsal, ekonomik, siyâsî bir sürü negatif sonuca yol açacak. Esad kalkıp, “Tamam, hadi muhâlefeti destekleyenler, kaçıp gidenler geri gelsin” mi diyecek?  Bunun gerçekçi bir çözüm olabilmesi için Birleşmiş Milletler’in de ortaya koyduğu bir çözüm haritası var.

Ruşen Çakır: Tabiî Esad’ın “Gelsinler” demesi de tek başına yetmiyor. O insanların gitmek istemesi gerekiyor. 

Gönül Tol: Bu insanların ilk gelişi 2012 yılı. On iki yıl geçmiş aradan. Gitmek istemelerini nasıl sağlayacaksın? 

Ruşen Çakır: Evet, olay iki liderin arasında halledilebilecek bir olay olmanın çok ötesinde. Ömer, biraz önce sözünü kesmiştim, kaldığın yerden devam et lütfen.  

Ömer Taşpınar: Erdoğan’ın stratejisi, bu konudaki hatâsını kabul etmemek. Şu anda Türkiye’de ciddî bir Suriye düşmanlığı var. Erdoğan muhâlefeti suçluyor. “Biz hatâ yaptık; bu kadar Suriyeli’nin burada olması bizim suçumuz” diyecek durumda değil. Erdoğan’ın stratejisi şu anda, diğer ülkelerle yaptığı gibi bir U dönüşü yapıp, Suriyeliler’i entegre etmekten çok, Gönül’ün söylediği gibi, Kuzey Suriye’yi Türkiye’ye entegre edip, Türkiye’deki Suriyeliler’i oraya yönlendirme. Yani o bölgelere bir şekilde Türk inşaat şirketlerini, Türk devletini sokup, oraları fiilî olarak, sanki Türkiye ve Suriye arasında paylaşılan bir bölgeymiş gibi göstermeye çalışacak. Yani bunu Esad’a kabul ettirmesinin imkânı var mı? Esad, bu bölgelerin hâlâ Türkiye’nin egemenliği altında olmasını ve Türk şirketlerinin Türkiye’nin altyapısıyla orada olmasını kabul eder mi? Bana göre Esad, diğer liderlerden, yani Birleşik Arap Emirlikleri, Mısır, İsrail’den farklı olarak, çok net bir şekilde “Benim ulusal egemenliğim söz konusu” diyecek, Putin de bunun arkasında duracak ve Türkiye’nin, 2016’dan beri askerî olarak işgal ettiği Suriye topraklarından çıkmasını isteyecek. Dolayısıyla, Türkiye’nin o bölgeleri kendisine entegre edip, oralara Türkiye’deki Suriyeliler’i çekme planı çok mümkün gözükmüyor. 

Bence Erdoğan’ın stratejisi, Esad’a, “Gel buraları berâber ayağa kaldıralım” demek. Yani o masaya oturduğunda, Esad’a, “Tamam, biz buradan çıkarız, ama bize 10-15 yıl ver. O süre içerisinde de buraları adam edelim. Buralara bir Kürt Devleti kurdurtmayalım, bir terör bölgesi olmasın burası. Buraya sen de bir omuz at, Birleşik Arap Emirlikleri de Dünya Bankası da bir omuz atsın, biz de şirketleri koyalım buraya, bir câzibe merkezi hâline getirelim, senin 4-5 milyon vatandaşını…” –artık kaç milyonsa Türkiye’deki Suriyeliler– “…yavaş yavaş buraya alalım” diyecek. Benim görebildiğim kadarıyla Erdoğan bunun önünü açmaya çalışıyor. Stratejisi bu. Bu insanları kamyonlara doldurup gönderemezsin. Türkçe öğrenmiş, artık kendini bir bakıma buraya entegre etmiş, çocukları burada Türk vatandaşı olmuş kişileri o bölgelere nasıl çekersin? Kolay kolay çekemezsin. Ancak bunu bu şekilde halka satabilirsin. Erdoğan, bir dahaki seçimlere kadar, “Biz Esad’la oturduk, önümüzde 10 yıllık bir kalkınma planı var. Biz buraları adam edeceğiz. Türkiye’den de en son 3 yılda 300 bin Suriyeli kardeşimiz buraya göç etti. İnşallah bunun devâmını da sağlayacağız” filan diyerek bir strateji kuruyor kafasında bence. 

Bunun olması için Esad’ı, Türkiye’nin orada bir şekilde ekonomik ve siyâsî olarak mevcut kalmasına iknâ etmesi gerekecek. Türk askerini çekse bile, Suriye’nin oradaki Türkiye varlığına göz yumması gerekecek. Buna da ne Putin yanaşıyor ne Esad yanaşıyor. İşin zorluğu orada. Artık dengeler değişti; 2016’dan beri o bölge Rusya’dan soruluyor. Orada Rusya’nın hâkimiyeti var. Tamam, Rusya zayıflamış olabilir, ama Rusya’nın da Esad’ın arkasında durduğunu ve Erdoğan’a, “Ancak sen oradan askerlerini çektikten sonra Esad’la normalleşme olur” diyeceğini biliyoruz. O yüzden, Erdoğan’ın bu konuda eli çok güçlü değil. 

Ruşen Çakır: Bu arada geçen haftaki yayınımızda “Savaş Lübnan’a da sıçrar mı?” konusunu değerlendirmiştik. Şimdi İsrail, Lübnan’da Hizbullah’ın bir askerî komutanını öldürdü. Bu da önemli bir gelişme. İzleyip göreceğiz. Anlaşıldığı kadarıyla, önümüzdeki günlerde Suriye meselesini epeyce konuşacağız.

Evet, “Transatlantik”i burada noktalayalım, bayağı uzun bir yayın oldu. Size iyi tâtiller diliyorum, benden fırsat bulursanız tabiî. İzleyicilerimize de çok teşekkürler, haftaya tekrar görüşmek üzere, iyi günler.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.