Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (224): Sokak köpekleri yasası | Muhalif belediyelere borç kıskacı | MHP’nin 154 kişilik listesi

Sokak köpeklerine ilişkin kanun teklifi komisyonda kabul edildi.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan, muhalefet milletvekillerini ve yasa teklifini protesto edenleri sert sözlerle eleştirdi. Erdoğan, Türkiye’de “başıboş köpek” sorunu olduğunu söyledi, dünyanın hiçbir medeni ülkesinde görülmeyen bir sokak köpeği popülasyonu ile karşı karşıya kalındığını öne sürdü.

Erdoğan, CHP Genel Başkanı Özel’e yönelik, “Belediyeleriniz SGK’ya olan birikmiş borçlarını ödesin” sözlerinin ardından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı harekete geçti. Bakan Vedat Işıkhan belediyelerin SGK toplam prim borcunun 96 milyar lirayı bulduğunu belirtti.

Balıkesir’de halka seslenen Özel, en borçlu beş belediyenin 31 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından AKP’den CHP’ye geçen belediyeler olduğunu söyledi, “Şimdi kendi ödemedikleri parayı bizden kesmeye kalkıyorlar. Bu sayede çöpler toplanamasın istiyorlar. İstiyor ki toplu taşıma aksasın” dedi.

MHP lideri Devlet Bahçeli, partisine yönelik eleştirilerde bulunan 154 ismin faaliyetlerini dosyaladıklarını itiraf etti, “Hukuk önünde onlarla hesaplaşacağız. Bize saldırıyorlar, iftira ediyorlar, olayları saptırıyorlar. Bizim hedefimiz adalettir, kendileri muhatabımız bile değildir” dedi.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta siyasette yaşananları değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel’le yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Arkadaşlar, merhaba.

Kemal Can: Merhaba.

Kadri Gürsel: Merhabalar. 

Ruşen Çakır: Meclis Komisyonu’nda görüşülen sokak hayvanlarına ilişkin yasa tasarısı konusunuiki hafta boyunca konuştuk; ama bugün yine konuşalım. Yasa tasarısı teklifi henüz Meclis Genel Kurulu’ndan geçmedi; ama komisyonda bayağı sert olaylar yaşandı. Sokak hayvanlarıyla ilgili yasa tasarısı –daha doğrusu ismi artık “sokak köpekleri” diye değiştirildi–, komisyonda bayağı gerginliklere neden oldu ve Erdoğan bir anlamda olaya müdâhale etti. Meselâ vatandaşların Meclis ziyâretlerine kısıtlama getirildi, engellendi. Erdoğan belli ki o komisyon toplantısına giden hayvan hakları savunucularının protestolarından çok rahatsız olmuş. Grup toplantısında, partisinde oy verme-vermeme konusunda tereddütte olanlara da bir gözdağı daha verdi. Bu bana 1 Mart Tezkeresi öncesi gözdağını hatırlattı. Belli ki biraz rahatsızlık var. 

Bir de Bahçeli’nin salı günü yaptığı basın toplantısında hayvan hakları meselesiyle ilgili soruya verdiği cevap var biliyorsunuz. Ortaya bir cevap verdi. Hayvan hakları savunucuları ise, MHP yasayı desteklemiyormuş gibi yorumlamayı tercih etti. Yasa teklifinde çok fazla bir şey değişmedi. Ötanazi lâfını kaldırdılar. Onun dışında da birçok madde, îtirazlara rağmen komisyonda kabul edildi. Kadri, seninle başlayalım. Erdoğan burada nasıl bir siyâsî hesap yapıyor? Çünkü kamuoyu yoklamaları, halkın büyük bir kısmının bu kadar büyük bir katliama yol açacak uygulamaları istemediğini gösteriyor. Sosyal medyada bunun propagandasını yapanlar, “Millet bizim arkamızda, halk bizim arkamızda” dese de, kamuoyunda “İtlâf edilsin” gibi bir yaklaşım yok. Erdoğan niye buna girdi? Geçen gün yaptığım yayında bu konuyla ilgili bir şeyler söyledim, tekrar etmek istemiyorum. Bana sanki tekrar bir kutuplaşma tırmandırıp, oradan bir güç devşirme arayışı gibi geliyor. Katılır mısın?

Kadri Gürsel: Katılıyorum. Senin yayınını da ilgiyle izledim. Orada aslında yeni bir pencere açtın tartışmayla ilgili olarak. Yeniden Refah Partisi’nin uzunca bir süredir sokak köpeklerinin saldırganlığı, yâhut bu nedenle ortaya çıkan sorunlar konusunu gündeme getirdiğini, Erdoğan’ın da bundan rahatsız olduğunu söyledin. Erdoğan’ın, Yeniden Refah Partisi’nin yaptığı pek çok şeyden rahatsız olması veya bu rahatsızlığı fazlasıyla hissettirmesi veya yaptıklarının kendisini fazlasıyla rahatsız etmesi çok doğal. Çünkü Yeniden Refah Partisi aslında Adalet ve Kalkınma Partisi’nin özünü boşaltıyor. Onun özü, mutaassıp, siyâsal İslâmcı, aşırı muhâfazakâr bir kitle. Erdoğan’ın tam güvendiği, kendisini asla terk etmeyeceklerini zannettiği kitle aslında. Yeniden Refah Partisi tam da buradan bu çekirdeği delmiş durumda ve oradan taban devşiriyor kendisine. Bu da Erdoğan’ı çok rahatsız ediyor. Aslında Erdoğan’ın dedikleri hakkındaki yorumlarına tamâmen katılıyorum ve senin açtığın pencereden bakarak konuşuyorum şimdi: Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, bu sokak köpekleri konusunu bu kadar büyük ve birinci derecede memleket meselesi hâline getirmesinde, bir çâresizliğin netîcesini görüyorum açıkçası. 

Yine senin yayınına atıfta bulunacağım: Gündem değiştirme çabası olarak yorumladın sen bunu. Evet doğru; başarılı da oldu, gündem değişti. Memleketin gündemi değişti. Sokak hayvanları konusunda bir kutuplaşma mı var? Evet, var. Böyle bir şey oldu. Bir tarafta sokak hayvanlarının, sokak köpeklerinin tamâmen, bütünüyle katli, itlâfı, yok edilmesi gibi inanılmaz ve benim tüylerimi diken diken eden bir hedef peşinde koşan ve bu konuda her türlü tahrîfâtı yapan, artık tasmalı köpeklerin, tasmalı pitbulların saldırganlıklarını da sosyal medyada paylaşarak, bunları da sokak köpeği olarak görmemizi isteyen bir sosyal medya gürûhu da türedi. Sonuçta ne kadar kutuplaşma olursa olsun, Türkiye’de sokak köpeklerinin savunulmasında, sokak köpeklerinin itlâfını isteyenlerden çok daha fazla, dinamik ve bu konuda gerçekten bedel ödemeye hazır bir kitle görüyorum ve biliyorum. Ayrıca bu yasanın uygulanabilir bir yasa olmadığını da biliyorum. Uygulanmasının denetlenebilir olmadığını da biliyorum ve görüyorum herkes gibi. Ama zâten tam da bu noktada, iktidâra elverişli bir kullanım alanı sunuyor. 

Aslında Türkiye’de iktidârın da yatacak yeri yok bu konuda. Sokaklarda bile yatamaz iktidar. Türkiye’de hangi sorundan söz edilirse edilsin; bu, sokak köpekleri de olabilir, işsizlik, ekonomik kriz de olabilir, hayat pahalılığı olabilir ya da şu an yaz sezonundayız, parası olan, alım gücü olan yerli turistin Yunan adalarına gidip parasını orada harcaması olsun, bütün bu sorunların kaynağında AKP var, Erdoğan iktidârı var. Hiçbir sorunu çözemiyor gerçekten. Sokak köpekleri sorununu da çözemiyor. Çözemediği gibi büyüttü ve karmaşıklaşan bir hâle getirdi. Sıfır toplamlı bir oyun. Aslında sokak köpeklerine karşı alınabilecek uzun vâdeli, medenî ve evet biraz da mâliyetli tedbirlerle, Türkiye’yi dünyaya rezil etmeyecek, Türkiye’yi dünyanın gözünde “ilkel bir küresel güney ülkesi” hâline sokmayacak tedbirler alınması için Erdoğan açısından çok geç. Çünkü bastıran bir gündem var. Bu bakımdan baktığım zaman, evet, bu yasa Cumhur İttifâkı oylarıyla geçebilir. Meclis’te de çok sert tartışmalar olacaktır. Ama eninde sonunda bu yasa geçecektir. Cumhurbaşkanı da bu yasayı onaylayacaktır. Ondan sonra ne olacak? Bir defa, uluslararası medyanın çok yakın bir ilgisini göreceğiz burada. Sokaklarda köpek kovalayan bâzı belediyeler olacak. Sokaklardan toplanan köpeklerin nereye götürüldüğü belli olmayacak. Sâhip bulunması, kısırlaştırmasıyla uğraşmayacaklarını biliyorum. Bâzıları belki bunları topluca vahşi şekilde katledecekler. Bazıları “medenî” şekilde –nasıl oluyorsa artık– “uyutacak”, acı çekmemelerini sağlayacaklar öldürürken. CHP’li belediyeler de bu yasayı hiç uygulamayacaklar. O zaman da, “Mâdem yasayı uygulamıyorsun, o halde durumdan seni sorumlu tutarım” diye bu sefer CHP’li belediyelerin üzerinde bir cezâî müeyyide uygulamaya kalkacak, Cumhuriyet Halk Partili belediyeleri baskı altına alacak. Buradan da bir gerilim doğmasını isteyecek. 

Peki bu yasanın uygulandığını nereden anlayacağız? Bu tâbiri kullandığım için ben de çok rahatsızım, ama köpek leşleri mi olacak bu yasanın uygulandığının kanıtı olarak? Ya da öylesine tutulan kayıtlar… Beş tâne köpeği katlettikten sonra, “500 tâne katlettik” diye mi kayda geçirecekler? Her türlü tahrîfâta açık, denetlenmesi mümkün olmayan bir durum. Gerçekten işleri ne kadar berbat ettiklerini ve işin içinden çıkılmaz hâle geleceğini, bu yasa vâsıtasıyla gördük. Her konuda olduğu gibi bu konuda da Erdoğan iktidârı tedbir almakta çok gecikti. Türkiye’nin gerçekten de sokak köpekleri diye bir sorunu vardır, bu sorunu herkes kabul etmek zorundadır. Ama bu soruna yaklaşımda, esas, ne kadar uygar olduğunuz ne kadar çağdaş olduğunuz ortaya çıkıyor. Sokak köpekleri konusundaki yaklaşım zamâna yayılmalıydı. Daha büyük kaynak ayrılmalıydı. Bilimsel bir yaklaşım gösterilmeliydi. Bilimsel derken, tabiî katletme prosedürlerinin bilimselliğini kastetmiyorum. Kapsamlı ve tutarlı bir yaklaşım sergilenmeliydi. Bunların hiçbiri yapılmadı. Şimdi gündem değiştirmek için, insanları Türkiye’nin gerçek gündemlerinden uzaklaştırıp sahte birtakım gündemlerle oyalamak için, sosyal medyada trol ordularının da vâsıtasıyla, –bir sorunun olduğunu kabul ediyorum ama– sanki Türkiye’de insanlar sokaklardaki başıboş, azgın köpek sürüleri tarafından evlerinden çıkamaz hâle gelmişler gibi bir manzara ortaya konuyor. Böyle bir durum yok Türkiye’de. 

Ama şu olacaktır: En çok oy geçişinin olduğu yerlerde, birtakım Orta Anadolu kentlerinde, yani AKP’nin en çok oy kaybının olduğu yerlerde, bu yasa azgın bir şekilde uygulanacaktır. Gösterilmek için yapılacaktır. Diğer yerlerde de CHP’li belediyelere karşı kışkırtma yapılacaktır. Fakat ortaya çıkan manzaraların hesâbını Adalet ve Kalkınma Partisi ve onun reisi olan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın vermekte zorlanacağını ve Türkiye’nin dünyaya küçük düşürüleceğini, bu konuda ilkel ve uygarlıktan uzak bir çözüm peşinde koşarak Türkiye’yi gerçekten “yanlış tanıtan”, fevkalâde sakıncalı bir duruma soktuğunu düşünüyorum. Çünkü Türkiye bu değil. Böyle bir Türkiye varsa da, onun gibi olmayan çok daha büyük bir Türkiye var. Senin de söylediğin gibi, halkın %60 küsûru karşı bu yasaya. Böyle bir haksızlığa mâruz kalacağız. Bu da önemli bir şey. Turizm mevsiminde böyle bir manzara insanların tercihlerinde etkili olacaktır. Ne Türkiye’nin sokaklardaki canlıları, sokak köpekleri ne de biz böyle bir muameleye mâruz kalmaya müstahak değiliz hiçbirimiz. Akıllarını başlarına devşirmeleri lâzım. Neyle oynadıklarını bilmiyorlar. Yasayı çıkarsınlar, ama uygulamaya kalkmasınlar. Veya uygulayacaklarsa bu yasayı gerçekten en medenî şekilde uygulasınlar. Biraz para harcayıp geniş alanlarda, medenî barınma imkânları sağlasınlar köpeklere. Onun dışında, ben gerçekten Türkiye’deki hayvanseverlerin öfkesinin iktidârın bu konudaki irâdesinden çok daha güçlü ve büyük olacağını şimdiden tahmin ediyorum. Öyle görüyorum. İktidârın tuttuğu yol yol değil.

Ruşen Çakır: Trollerden bahsettin Kadri. Troller var, ama bir de TRT Haber var ki trollerden beter. Çok organize, örgütlü bir şekilde dezenformasyon yapıyor, manipülasyon yapıyor. Yaptıklarını görür görmez, zamânında Ergenekon dönemindeki Fethullahçı yayın organlarının zemin hazırlama yayınlarını hatırlattı bana. Kemal, sana da aynı şeyi soracağım. Sen daha iyi bilirsin, bir anlamda hemşerin sayılır, eski AK Parti bakanlarından, şimdi de Düzce Belediye Başkanı Faruk Özlü’nün açıklamalarını gördün mü? Diyor ki: “Zâten belediyeler yasaları uygulasa, bu sorun bu kadar büyümezdi”. Düzce Türkiye’nin en küçük illerinden birisi. Rakamlar vermiş. “1500’e yakın köpeği sâhiplendirdik. Beş yılda 9 binin üstünde köpeği kısırlaştırdık. 10 binin üzerinde kuduz aşısı yaptık, 18 bin köpeği tedâvi ettik.” Eğer bu işi ciddîye alırsa belediyeler, var olan yasayla da bayağı şeylerin yapılabileceğini gösteriyor. Yasaya da çok net bir şekilde, “Bunu nasıl yapacağız?” diye bayağı bir tepki verdi. Ama tabiî ki Erdoğan, AK Parti içerisinden çıkması muhtemel sesleri, “Uzatmayın. Bu iş böyle!” diye kestirdi. Grup toplantısında da gördük. Sence ne yapmak istiyor hakîkaten Erdoğan? Böyle bir gündemi yoktu. 22 yıldır ülkeyi yönetiyor. Hepimiz doğduğumuzdan beri sokakta köpekleri görüyoruz. Hep bir sorun var, ama köpekler hep var. İnsanlar bu sorunla yaşamayı öğrenmişti. Erdoğan da bunca yıllık iktidârında bunu yapmıştı. Çok da fazla gündeminde olan bir şey değildi. Kamuoyu yoklamaları da var. Ne derece gerçeği yansıtıyor bilmiyorum, ama çok büyük rakamlar. Bu yasa teklifinden rahatsız olanların oranının yüzde 60’ın üstünde olduğunu söylüyor. Göz göre göre bunu neden yapıyor olabilir? Burada ne murat ediyor siyâset?

Kemal Can: İki hafta önce yine burada bu konuyu ele aldığımız yayında da söylemiştim; ama bir duyum ya da bilgiye değil bir tahmine dayanarak söylemiştim: Belediyelerde çoğunluk CHP’de ve CHP’li belediyeler için bir başarı performansı kriteri bu. İktidârın bunu, hem kendi trollerini hem hayvan düşmanı trolleri, yani kutuplaştırmanın diğer tarafını –ki bu performanslarını da gördük–, son derece agresif biçimde, “Al evine bak, çok seviyorsan” ya da “İtperver” gibi sıfatlarla konuşmayı seven sosyal medyada aktif bir grubu muhâlefet belediyelerinin üstüne itmenin imkânı diye gördüğünü düşünüyorum. Çünkü burada hem yapılan kamuoyu yoklamalarında hem de aslında vakayı çok serinkanlı düşündüğümüzde; hayvan öldürdüğü için oy devşirebilecek bir parti olduğunu düşünmek için bir nedenimiz yok. Bence AKP de böyle düşünmüyor. Hayvan itlâf ederek oy kazanmaya çalışmıyor. Hayvan sorununa bîgâne kaldığı için başarısız olan belediyelerin zayıflamasını ya da oy kaybetmesini istiyor. 

Hatırlayın, bunun benzerlerini sel felâketlerinde, kent talanlarında, depremde yaşadık. AKP iktidârı, 2 sene önce belediyeyi devralmış birilerini, yaşanan depremin sorumlusu îlân etmekte hiçbir sakınca görmedi. Veya çeşitli yerlerde şehrin içine neredeyse santimetrekare bırakmadan beton döken bilmem kaç yıllık belediye icraatının üstüne, “Yağmurda sağı solu su basıyor” diye, yeni gelen belediyeyi suçlamakta bir sakınca görmediler. TRT, kendi trolleri ya da başkaları, çeşitli görüntüler yayınlayarak bunu söylediler. Erdoğan defalarca kenti mahveden birtakım uygulamalar yapıldığını iddia etti. Ama kendisinin 25 yıllık bir geçmişi var. Şimdi bütün bunların özeti şu: Bu iktidar, herhangi bir sorunu başkasının üzerine bırakabildiğinde bu fırsatı kaçırmıyor. Üstelik bir de avantajı var. Eğer bu bir kutuplaştırmanın mümkün olabileceği bir konuysa, bunu daha büyük bir iştahla yapıyor. Kolaylıkla, kendi yarattığı, yarattıktan sonra çözmediği, çözmeyip uzun süre çeşitli tepkilere neden olup, sâhici bir sorun hâline gelmiş bir meseleyi aldı, sanki çözüyormuş taklidiyle, bu çok büyük bir destek alan çözüm formülü, herkesçe paylaşılan bir şey olmasa bile, “Sonuçta biz çözdük bu kadar senenin sorununu. Yasa getirdik. Bu yasanın sorumluluğu var. Bunu yapması gereken yeri de işâret ettik. Şimdi onlar yapmıyor” diye basit bir sorunu başkasının üzerine bırakarak, başkasının sırtına yükleyerek, dediğim gibi, tıpkı depremde, altyapı sorunlarında, kentsel rant meselelerinde, her türlü doğa tahrîbâtı ve benzeri olayda bunu kolaylıkla yapıyor. Birine ihâle edebildiği, başka bir günah keçisi uydurabildiği bir şeyi bir kutuplaşma aracına çevirip, sonra da o sorunun devam etmesinden doğan bütün sorumluluktan kurtulmuş oluyor. 

Önümüzdeki günlerde ne olacak? Kadri’ye o konuda katılmıyorum. AKP’li belediyeler büyük bir hayvan itlâf atağına girmeyecekler. “Hevesle yasayı uyguluyoruz” gibi bir görüntü vermeye çalışmayacaklar. Demin sen Düzce örneğini de verdin. Pek çok belediye de benzer biçimde davranacak. Ama bütün mercekler tabiî ki “Yasayı uyguluyorlar mı uygulamıyorlar mı?” diye CHP belediyelerine ya da muhâlefetin belediyelerine dönecek. Yine sosyal medyada çeşitli görüntüler yayınlanacak. Bu sorunun yasal bir zemini olmasına rağmen çözmekten imtinâ eden yöneticilerden bahsedilecek. Daha şimdiden, son derece iyi niyetli olduğunu anladığım birçok insan, “ ‘Biz bu yasayı uygulamayacağız’ demek yetmez. Bir de yapıcı bir şey geliştirmek lâzım” demeye başladılar. Bu kompleksi, iktidârın kullanacağı bu istismârı hemen kabullenip, buna savunma geliştirmeye çalışan tutumlar görüyoruz. 

Bu başka konularda da hep oldu. Bu tür mevzûlarda gündem değiştirme genel bir şey, çok fazla kullanıyoruz ve her şeyde kullanıyoruz. O konuya da bir kısa değineceğim. “O değişmiş olan öbür gündem neydi ki, değişti de bu oldu?” kısmı biraz tartışmalı. Ama şunu söylemek lâzım: Bu sâdece Erdoğan’ın becerisi değil. Çok özel bir siyâsî zekâ ürünü de değil. Popülist yönetimler, kendilerinin taraf olduğu birtakım zıtlaşmalar, kutuplaşmalar yaratırlar. Ama bunların dışında, kendilerinin de tartıya çıkacağı şeyler olmayan başka kutuplaşma alanları çıkartıp, rakiplerini o kutuplaştırmanın tarafı hâline getirirler. Tıpkı “Nas” dedikten sonra ekonomide yaptığı bir sürü şey gibi. Sonra buna îtiraz edenlere de “IMF ekonomistleri” deyip birdenbire zıtlaşan tarafları, “Fâiz lobisi, IMF’nin uşakları” ile “Halkın çıkarlarını gözetenler” gibi bir ayrıma sokup, bir eleştiri grubunu kendi lehine çeviren ve halkın reaksiyonunu çekerek oradaki kendi sorumluluğunu perdeleyen bir mekanizmaya bağladı. Bu pek çok alanda yapabildiği bir şey. Göçmen sorununda da öyle. Şimdi, Esad’la görüşmesi üzerinden bir gündem kuruyor. Bu olur ya da olmaz, sonuç alınır ya da alınamaz, ayrı bir mesele. Ama sonuçta bilmem kaç senedir başından îtibâren kendisinin ürettiği “Şam’da cuma namazı kılmak” hayâlinden, Amerika’nın kapısında çeşitli inşaat projeleriyle “Girelim, orada berâber bunları yapalım” sıraları beklenmeye kadar giden, bayağı dâhil olduğu, bizzat parçası olduğu, çağrıcısı olduğu bir sorunun ve senelerce Türkiye’yi göçmen silosu olarak kullanıp, sonra da ucuz işgücü olarak bunları köle ücretleriyle çalıştıran birileri birdenbire sıyrılıp şimdi çözümün adresi olmanın gündemini kuruyor. Hesapta Hakan Fidan çalışıyormuş, görüşme olacakmış. Çünkü bir sürü insan için de, gerçeklikle bağı olsun olmasın, “Bu iş çözülecekse, hakîkaten Esad’la Erdoğan anlaşırsa çözülebilir” diye bir hikâyeyi anlatabilir olacaklar. 

Sokak röportajlarında pahalılığın bile CHP’nin mahsûlü olduğunu söyleyebilen insanlara malzeme üretmesi gerekiyor ve çatışmaları buradan kurması gerekiyor. Bu, popülizmin vazgeçilmezi: Çeşitli alanlarda kutuplaşma yarat, o kutuplaşmanın tarafları mümkünse senin rakiplerin üzerinde bir baskı oluştursun, sen de bunları yönetebil. Bütün politik manevra bunun üzerine. Dolayısıyla bu fırsatı kaçırmaması hiç anlaşılmaz değil. O yüzden ben “Hayvanları biz itlâf edersek oy kazanırız” gibi bir popülist kazanç beklediğini düşünmüyorum. Bu gerçekçi de değil, zâten böyle düşündüklerini de sanmıyorum. Ama şimdi ne olacak? Bu işi bir biçimde, kabul edilmemiş ya da hoşlanılmamış ya da istenmeyen biçimde olsa bile kendi üstünden atan, kendi sorumluluk alanından çıkaran bir işe yarayabileceğini düşündüklerini tahayyül ediyorum. Bu trol faaliyetlerinin CHP’li belediyeler üzerinde ne kadar baskı yaratacağını ya da bu yasa tartışılırken sosyal medyada etkinlik kuran o hayvan düşmanı tavrın CHP’li belediyelere ne kadar yöneleceğini göreceğiz. Ben bunu iki hafta önce söylerken bu kadar emin değildim. Geçen sürede, özellikle komisyon sürecinde, Erdoğan taraf oldu ama çok da bir şey söylemedi: “Bizim merhametimizi test edemezsiniz. Sorgulama konusu yapamazsınız” gibi lâflar etti. Bir de burada bir fire ya da bir çatlak olmamasına ilişkin müdâhalesini yaptı. Ama sonuçta çok aktif biçimde bunun savunusunu yapmadılar. Bunu delege ettiler. TRT’ye bıraktılar, sosyal medyaya, trollere bıraktılar. Yine bence öyle cereyan edecek.

Ruşen Çakır: Meselâ şu anda trend topic olarak #hayvandüşmanıCHP etiketini gördüm. 

Kemal Can: Yani aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. CHP’li belediyeler yasayı uygulasalar, muhtemelen hayvanseverlerin tepkisine neden olacaklar. Uygulamasalar, “Vay! Sorun var. Köpekler çocukları yiyor” diye başka bir eleştirinin konusu olacaklar. Bir de üstelik çözmeye kalktıkları iş bir kaynak sorunu. Ciddî bir mâliyeti de var. Üstelik bir de hapis cezâsı var. Zâten bu SGK borçları üzerinden de bir boğaz sıkma hamlesi var.

Ruşen Çakır: Evet, SGK borçlarına geçelim buradan. Aslında iç içe şeyler. Erdoğan hepsini peş peşe açıkladı zâten, biliyorsunuz. Seçim öncesi Hatay’da söylemişti ilk. Sonra başka yerlerde de söyledi hatırlarsanız: “Eğer merkezî iktidâra oy vermezseniz, sonucuna katlanırsınız” demişti. “Ne yapabilir? Ne edebilir?” dendi ve çok da fazla zaman geçmeden hemen vergi borçları ve SGK borçlarının tahsîlini gösterdi. Tabiî bunların içinde AK Partili belediyelerden devralınmış borçlar var. Meselâ Güneydoğu’da kayyumların bıraktığı borçlar var. Doğrudan vâlilerin, kaymakamların bıraktığı borçları şimdiki belediyeden tahsil edecek. Bir de tâlîmat verdi. Böylece belediyeleri mâlî açıdan kıskaca alacak, en azından almak istiyor. Çünkü rakamlar bayağı yüksek rakamlar. Buradan bir yerel ve merkezî iktidar kavgası çıkartacak. Belli ki CHP’li belediyelerin yaptığı, yapmaya çalıştıklarından, özellikle sosyal belediyecilik konusunda yaptıklarından rahatsız olmuş, “Yok öyle, 25 kuruşa simit” dedi. O konuşmayı dinlerken acâyip oldum. Sanki ülkeyi CHP’li belediyeler yönetiyor ve Erdoğan da ana muhâlefet lideri gibi, “Şunu söylediniz, yapmadınız. Bunu söylediniz, yapmadınız” diyor. Çok rahatsız belli ki. Kaybetmiş olduğu için rahatsız. Bir de onların yaptıklarından, yapmaya çalıştıklarından rahatsız ve açık bir şekilde tehdit ediyor. Şu anda o belediyeleri felç etmek istiyor. Yapabilir mi Kadri? Yapmaya çalışırsa CHP ne yapabilir? Ne diyorsun?

Kadri Gürsel: Çok kritik bir yerden sordun soruyu. Erdoğan, bir siyâsî sadme aldığı zaman, dört gün kapanırdı bulunduğu yere. Neredeyse dört gün ortalıkta gözükmez, beşinci günde çıkar konuşurdu. Yerel seçim yenilgisini hemen konuşmak zorunda kaldı. Çünkü kapanacak, kaçacak bir yer yoktu. Yenilgi bârizdi, kabul etmek zorundaydı ve kabul etti. Ama dört ay sonra, dört gün değil, dört ay sonra, artık kombine bir planla ortaya çıktığını görüyoruz. Bu planın şimdilik iki unsurunu açığa çıkarmış bulunuyor. Birincisi, sokak köpeklerine karşı çıkartacağı yasa; ikincisi, belediye borçları. Belki bizim henüz bilmediğimiz başka şeyler de hazırlanıyordur; ama bir plan olduğu kesin. Bu planın ekseninde, Cumhuriyet Halk Partili belediyeleri boğmak, çalıştırmamak ve Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin sınırları içinde yaşayan halkı bu belediyelerden yaka silker hâle getirmek; o işi boğuntuya getirmek, bunun neden-sonuç ilişkisini ortadan kaldırmak gibi bir plan-projeyi uygulamaya koymak üzere olduğunu görüyoruz. 

Bunun karşılığında Cumhuriyet Halk Partisi ne yapabilir? Ben Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir paradigma değişiminin, en azından bir söylem değişiminin uç verdiğini, vermekte olduğunu gözlemliyorum. Belki de yanılıyorum. Belki bu sâdece tekil bir olaya bağlı olarak ortaya çıkıyor. O da şöyle: SGK borçlarının tahsîline yönelik girişim üzerine Özgür Özel’in yapmış olduğu açıklama. Erdoğan’a tepkisini ifâde ederken Özgür Özel diyor ki: “31 Mart seçimlerinde, devletin adaylarına karşı milletin adayları kazandı. SGK alacaklarının hepsini tahsîlâta koymak, devlet eliyle milletin seçtiklerine meydan okumaktır. Yapmayın! Devlet, milletin karşısına dizilirse, devlet değil millet kazanır” diyor. Nihâyet “devlet kavramı”nı bu mânâda bir siyâsî mücâdelenin bağlamına oturtması, “devlet ve millet karşıtlığı” diye bir siyâsî söylem inşâ etmeye başlaması çok önemli. Başından beri söylüyorum bunu ve Medyascope’ta çok uzun bir yazı yazdım bu konuda. CHP’nin karşı karşıya olduğu güç, bir siyâsî parti değil. Karşı karşıya olduğu güç, devletleşmiş bir iktidar. Artık devletin kendisine dönüşmüş bir iktidar. Eskiden “Parti Devleti” diyorduk, tamlayan ve tamlanan yer değiştirdi aslında zamanla. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir parti devletine dönüştüğünü söylüyorduk. Artık bu da değişti. Artık AKP, Devlet Partisi haline geldi ve iktidar tamâmen devletleşti. Netîcede bir otoriter iktidârın; devletin bütün imkânlarını muhâlefeti ezmek, muhâlefeti siyâset yapamaz hâle getirmek ve kendi bekasını muhâlefeti muhâlefet edemez hâle getirmekte gören bir iktidârın yarattığı fiilî durumlarla karşı karşıyayız. Bu da öyle. Nitekim, onu da hatırlatmam lâzım, Özgür Özel yaptığı açıklamada AKP ve MHP’den aldıkları belediyelerde devraldıkları borçları sayıyor. Ama bilgisayarımda bir sorun olduğu için açamıyorum şu anda.

Ruşen Çakır: Balıkesir, Bursa ve Denizli’yi saydı. Bunlarda 600-800 milyon civârı borç devraldığını söyledi hâfızamda kaldığı kadarıyla.

Kadri Gürsel: Daha fazla. Bursa, Manisa, Afyonkarahisar, Amasya, Bartın, Giresun, Kastamonu, Kırıkkale, Kilis, Kütahya, Uşak, Zonguldak. Bu illerde toplam borç 56,5 milyar. AK Partili belediyelerin borçlarını artırmak gibi bir politik stratejisi olduğunu biliyoruz. Özellikle bıçak sırtındaki AK Partili belediyeler, kaybedeceklerini anladıklarında aşırı borçlanma yoluna gitmişlerdi. Belli ki seçim sonrasında tahvil edeceklerini ve tahsil etmeye çalışacaklarını düşünüyorlardı. Bu bir stratejiydi. Cumhuriyet Halk Partisi’nin bunu halka anlatması lâzım. Özellikle de bu belediyelerin sınırları içinde yaşayan seçmenlere anlatması lâzım. 

Ama bu yetmez. “Devlet eliyle milletin seçtiklerine meydan okuyorsunuz. Yapmayın. Devlet milletin karşısına dizilirse, devlet değil millet kazanır” diyen bir genel başkanın, bu milleti, genel başkanı olduğu partisi eliyle örgütlemesi, bu milleti siyâsete katması, bu milleti yanına çekmesi lâzım. Ve bunun için de parti teşkîlâtını alabildiğine kullanması lâzım. Bunun için de parti teşkîlâtının, artık delege hesaplarını, parti içi iktidar hesaplarını, gelecek kurultayda kimin ne kadar çok delege çıkaracağını ve nereden yürünürse kimin milletvekili veya sonraki seçimlerde belediye başkanı olacağı hesaplarını bir kenara bırakıp, Özgür Özel’in târif ettiği bu ikilemin gerektirdiği saflaşmada saf tutmaları gerekiyor. Bunun yapılabilmesi lâzım. Bu da ancak, Cumhuriyet Halk Partisi’ne teveccüh göstermiş seçmen kitlelerinden mümkün olduğu kadar çok parti militanı devşirmekle, onları siyâsete katmakla olur. Eğer devlet, halkın, milletin karşısına dizilirse, milletin de îtirâzını demokratik yollardan göstermesi gerekiyor. Bunun için de örgütlü olmak lâzım. 

Mâdem bu kadar, 56,5 milyar SGK borçları var, tabiî diğer borçlar da var ama SGK borçları da büyükşehir belediyelerinde beşer beşer milyar gidiyor, ben de şunu merak ediyorum — bütün bu şehirleri tekrar sayıyorum: Balıkesir, Bursa, Manisa, Afyonkarahisar, Amasya, Bartın, Giresun, Kastamonu, Kırıkkale, Kilis, Kütahya, Uşak, Zonguldak. Seçimin üzerinden dört ay geçti. Belki dört ay yetmez, belki 6 ay geçmesi lâzım; ama bu şehirlerde AKP bu kadar borç bırakmışsa, bir o kadar da yolsuzluk dosyasının olması gerekiyor. Bu yolsuzluk dosyaları acaba ne zaman çıkacak? Bunlardan haberimiz olacak mı? Zâten belediye hizmetlerinin aksaması, bir hakkın yerine getirilmemesi, yolsuzluk dosyaları yüzündendir — netîcede halkın parası. Belediye gelirleri netîcede halkın parasıdır. Halkın parası birilerinin cebine giriyor. Sonuçta iktidar veya bu yolsuzlukları yapanlar için bir kara delik yok, onlar paranın nerelere gittiğini biliyorlar. Kara delik, paranın nereye gittiğini göremeyenler için; çünkü paranın nereye gittiği gizleniyor. 

Ben şunu da merak ediyorum: Aralık 2020’de, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu’nun üzerinde çalıştığı 50 kadar yolsuzluk dosyasına İçişleri Bakanlığı el koymuştu. Özellikle 13 milyarlık TL yolsuzluk dosyası. Bunlar 50 klasör. Bu konuda çıkan en son haber, 9 Haziran 2021 tarihli. Altı ay geçmiş üzerinden, hiçbir şey yapılmamış. Üzerinden 3,5 sene geçti hâlâ bir şey yok. Bir haber de yok. İstanbul Belediyesi’ndeki yolsuzluklarla ilgili Teftiş Kurulu’nun hazırlamış olduğu dosyalara İçişleri Bakanlığı tarafından el konulmasının üzerinden 3,5 yıl geçti. Aynı zamanda İmamoğlu’nun açtığı ilk dosya var. Bu da Aralık 2020 târihli bir hâdise. Kamu zarârı gerekçesiyle 23 kişi hakkında suç duyurusunda bulunulmuştu o zaman. Bir tanıtım organizasyonuyla ilgili, o zamanın parasıyla “15.458.000TL+ KDV tutarındaki ödemenin kamu zarârı yarattığı”, yani “cebe indirildiği” açıklandı — kamu zarârının âmiyâne tâbiri budur. Bu paranın bir şekilde kayıplara karıştığı şeklinde bir haber var. Bu habere de erişim engeli getirilmişti. Yani bütün bu dosyalar bir şekilde buharlaşmış oluyor. Bunların tâkibi yapılıyor mu? Mâdem kendi dönemlerinde yaratılmış olan borçların tahsîli için Cumhuriyet Halk Partisi belediyelerinin ümüğüne basmaya hazırlanıyorlar, o zaman, halkın parasının yolsuzluk yoluyla, başka bilmediğimiz ellere transfer edilmesi olaylarının –ki buna yolsuzluk diyoruz– üzerine gitmeyi acaba düşünüyor mu Cumhuriyet Halk Partisi? Bunu merak ediyorum açıkçası. Acaba Cumhuriyet Halk Partisi tertemiz belediyeler mi devraldı? Bu soru aynı zamanda İstanbul Büyükşehir Belediyesi için de geçerli, diğer belediyeler için de. Netîcede böyle ceberut, böyle baskıcı bir yönelime karşı yapılabilecek olan şey, bunu halka şikâyet etmek, halkı yanına çekmek ve aynı zamanda da iktidârın, halk ve kamu menfaatlerine aykırı olarak, kamuyu zarâra uğratarak yapmış olduğu yanlışları da gün yüzüne çıkarmaktır. 

Ruşen Çakır: Bu arada bugün DEM Parti bir açıklama yaptı: “Kayyumların DEM Partili belediyelere bıraktığı borç 24 milyar 727 milyon lira” dedi. CHP’yi konuşuyoruz, ama DEM Parti de iktidârın hedefinde. Ama esas olarak tabiî ki CHP’nin üstüne gidiyorlar.

Kadri Gürsel: Özür dilerim Ruşen, şimdi mâdem bundan söz açtık. Aralık 2020’de, 23 kişi hakkında belediyeyi kamu zarârına uğratmak gerekçesiyle yapılan suç duyurusunda adı geçenlerden biri, o dönemde genel sekreter yardımcısı olarak görev yapan eski Ulaştırma Bakanı Adil Karaismailoğlu. Adil Karaismailoğlu, geçtiğimiz günlerde Meclis’te DEM Partili bir milletvekilini tartaklamakla gündeme geldi. Şu an Trabzon Milletvekili ve Saray’dan da alkış aldı. Bunu da yeri gelmişken bir dipnot olarak belirtelim. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, sen ne diyorsun bu borç kıskacı konusunda? Özellikle SGK ve vergi borcundan söz ediyor Erdoğan. Tam olarak ne kastettiğini bilmiyorum açıkçası, ama SGK başlı başına bir olay. Bakan da açıklama yaptı biliyorsunuz. Ankara, İstanbul, İzmir’in ve Şişli’nin borçlarını milyar liralar olarak telaffuz ediyor. En fazla Ankara gözüküyor. Sonra İzmir, sonra İstanbul, sonra Şişli gözüküyor. Ama belli ki bütün belediyelerin bir anlamda ümüğünü sıkacaklar. Devletin de paraya ihtiyâcı var ya; enflasyonla mücâdele ediyorlar. Ama esas olarak, orada belediyeleri etkisizleştirmeye, özellikle de sosyal belediyecilik yapma imkânlarını elinden almaya çalışıyorlar. Ne dersin Kemal?

Kemal Can: Senin sorduğun soruya cevâben şöyle bir perspektiften bakmayı istiyorum. Belediyelerin ümüğünü sıkmak, icraat yapamaz hâle getirmek, hattâ yeni sosyal belediyecilik hamleleri yapmayı geçtim, mevcut standart hizmetleri yerine getirmek konusunda bile zorlanacakları bir açmaza sokmaya çalışıyor. Bu çok açık. Neden yapıyor? Bunu sen başta söyledin: Zâten vatandaşı cezâlandıracağını söylemişti. Ama aslında olayın zemininde, muhâlefetin kurduğu stratejiyle de bir bağ kuruyorum ben. O da şu: 31 Mart sonrasında iki temel rotada ilerledi muhâlefetin stratejisi. Bir tânesi, Özgür Özel’in yürüttüğü, “normalleşme diye isimlendirilen –sonra “yumuşama” veya başka isimler de aldı– CHP’nin Türkiye’nin birinci partisi olarak daha etkin bir siyâsî güç hâline dönüşmesi, dolayısıyla daha önce muhâtap alınmadığı bir zeminde varlık göstermesinin genel tablodaki pozitif etkisi üzerine kurulu bir strateji inşâ edildi. Bir hattan bu yürüdü; bunun nasıl sonuçlar verdiğiyle ilgili epeyce tartıştık, daha da konuşacağız. 

İkinci hâdise, daha önceden başlayan, CHP’nin yapabilirlik, “iktidar alternatifi” olabilirlik görüntüsünü yerel yönetimler vitrininden yansıtmak. Bu da pek çok yorumcunun, danışmanın, akademisyenin, araştırmacının çok kuvvetli biçimde iddia ettiği bir tez. Bu teze göre, yani pozitif icrâcı belediyecilik, hizmet siyâseti sâyesinde iktidâra alternatif olma gücünü büyütüyor CHP. Dolayısıyla bu vitrini çok etkili kullanmalı. Hem aktörler bazında hem hizmetler bazında, burada çok güçlü bir görüntü vermeli. İki temel ayak üzerine inşâ edilmiş bir şey. Bu normalleşme ayağı bir süre boyunca, her tarafın kazandığı, herkesin kendince memnun olduğu bir süreç olarak işledi. Erdoğan’ın neden memnun olduğunu daha önce defalarca anlattım. Şu anda Erdoğan hiçbir şeyden mesul değil. Her şeyin çözümü beklenen adam pozisyonunu, büyük bir yenilginin sonrasında tekrar bedâvadan edinmiş durumda. İşin o tarafı bu. Yani kazanan ya da kaybeden bütün liderler sorgulanırken, Erdoğan, 31 Mart gibi travmatik bir yenilginin netâîcesinde, neredeyse hiçbir sorumluluğu olmayan tek lider olarak sıyrıldı. Bu, bu sâyede oldu. 

Ama öbür tarafına baktığımızda, CHP –ki anket sonuçları da gösteriyor bunu– gündemde yer tutmak ve “diğer mahalle”de görünür olmak açısından önemli bir avantaj yakaladı ve bundan bir zarâra uğramadı. Bu da bir açık. Diğer tarafında, yani belediye meselesinde ise bu atılan adımlarla birlikte, Erdoğan, CHP’nin iktidar alternatifi ya da yapabilirlik görüntüsünde…

Ruşen Çakır: Evet, Kemal’in bağlantısında bir sorun oldu galiba. Kadri, biz devam edelim.

Kadri Gürsel: Kemal döndü. 

Ruşen Çakır: Kaldığın yerden devam et Kemal.

Kemal Can: Yani Erdoğan bu iki aracı kullanarak vitrini bozmak istiyor. Bir tânesi, biraz önce konuştuğumuz mevzû ya da başka konularda olduğu gibi, çeşitli başarısızlık kriterleri yaratarak, çeşitli performans kriterlerini istismar ederek bu belediyeleri güçsüz ve başarısız göstermek istiyor. İkincisi, kaynaklarını kısıtlayarak yapabilirliğini düşürmek istiyor. Sen “CHP buna karşı ne yapabilir?” diye sordun. CHP aslında buna imkân veren az seçenekli bir muhâlefet stratejisi kurduğu için bununla karşı karşıya kalıyor. Burada problem, tek kozun, tek vitrinin belediyeler olması. Belediyeler elbette çok önemli, bunun katkısı da var; ama muhâlefet olarak tek kozunuz bu olursa, iktidârın alternatifi olmanızın tek argümanı belediyeler olursa, merkezî iktidar bu tür hamlelerle sizi çok kolay zorlayabilir. Çok büyük sıkıntıya sokabilir. Muhâlefet etme biçimlerinizi ve kendinizi alternatif olarak sunma alanlarınızı çeşitlendirmeniz ve genişletmeniz gerekir. Kadri bir kısmına değindi. “Millet” iddiasının altını dolduracak biçimde, toplumsal ayaklarını kurarak bunu genişletmek zorundasınız. 

İkincisi, bu normalleşme meselesi konusunda da, “Bakın, biz bu sâyede hâlâ birinci partiyiz. 31 Mart’ın üzerinden üç ay geçti. Hattâ oyumuz da azar azar artıyor” iddiasını bu stratejinin bir başarısı olarak anlatmak problemli bir şey. Çünkü Erdoğan açısından o stratejiyi bozmayı sağlayan şey, muhâlefeti muhâlefet edemez hâle getirmek. Yani iki ayağı var. Birincisi muhâlefetin muhâlefet gücü –bunu normalleşme ile dengeliyor; ikincisi, muhâlefetin alternatif olma ve yapabilirliğini gösterme gücü. Bunu da belediyeler temsil ediyor ve Erdoğan muhâlefeti buradan boğmaya çalışıyor. Çâresizlik, yenilgi travması filan ne derseniz deyin, Erdoğan kendisini bayağı toparlamış, karşı stratejisini kurmuş ve adım adım bunu işletiyor. Hâlâ “Bahçeli’nin kaşı kalktı”, yok efendim “Onunla görüştüler”, yok “Ferdi Tayfur çaldı” gibi şeylerden sonuç beklemek değil, Erdoğan’ın kolayca bozabildiği neden-sonuç denklemini, bir başka perspektiften, bir alternatif olarak yeniden kurmak ve anlatmaya başlamak zorunda CHP. Yani muhâlefeti erteleyerek sonuç almak mümkün değil. Bu, hizmet siyâseti yapmaya, pozitif birtakım şeyler yapmaya, görüşmeye, bu anlamdaki normalleşmeye, her türlü temasa açık olmaya engel değil. Ama böyle bir sıralama içerisinde davranarak, bu stratejileri kendi hareketsizliğinin gerekçesi hâline getirmek, daha da önemlisi Erdoğan’ın kolayca basit hamlelerle bu iki noktada yeniden muhâlefetin alanını daraltma girişimlerine cevap üretmek zorunda. Ben açıkçası bu konuda bir paradigma değişiminin işâretini görmüyorum.

İktidar açısından baktığımda da, Erdoğan’ın çözüm anlamında çâresizliği de yeni bir şey değil. Ekonomide senelerdir aynı durumda. Dış politikada aynı açmazlar içerisinde. Toplumsal meselelerin neredeyse tamâmında kilitlenmiş durumda. Çok basit meselelerden çok karmaşık sorunlara kadar hiçbir şeye ilişkin çözüm açmıyor, ama her şeyin merkezinde ve her şeyin kritik noktasında bulunmayı beceriyor. Bence asıl problem, hem seçmen düzeyinde hem siyâset düzeyinde, muhâlefet Erdoğan’ın tartışmaya açılabileceği bir zemini var etmek zorunda. Dolayısıyla bu boğma hamlesine isim vererek, çok kuvvetli isimler bularak îtiraz etmek; çünkü Erdoğan’ın yaptıklarına daha önce “sivil darbe” dendi, sonra “hukuk darbesi” dendi, “yargı darbesi” dendi; şimdi de “mâlî darbe” deniyor. Sürekli Erdoğan’ın yaptığı şeyin önüne-arkasına bir şey ekleyerek “darbe” deyince, kuvvetli bir direnç göstermiş olmuyoruz. Zâten bir süredir siyâsette yorumculuk da biraz böyle bir şey oldu. En tumturaklı, en sertçe lâfı söylediğin zaman en kuvvetli muhâlefeti yapmış oluyorsun. Öyle olmuyor; dolayısıyla bu hikâyeye, bu kıstırma hamlesinin kendisine bir reaksiyon vermek, tamam, ama bunun arkasındaki aklı, belediye vitrinini –bunun içerisinde demin konuştuğumuz sokak hayvanları hikâyesi de var, yarın öbür gün başka düzenlemeler de olacak muhtemelen– bu tek yumurta siyâsetinin, her şeyi tek yere yüklemenin ya da basit stratejiler kurmanın değil, daha çok seçenekli, daha çok ortakla hareket etmenin gerektiğini düşünüyorum. Bence en önemli sorun da bu.

Ruşen Çakır: Evet, son olarak şu 154 kişilik liste meselesine değinelim. MHP, Eski Ülkü Ocakları Genel Başkanı Sinan Ateş cinâyetiyle ilgili değerlendirme yapan 154 gazeteci, siyâsetçi, akademisyen, araştırmacı ve hukukçu hakkında, partiye iftirâ attıkları, suçladıkları gerekçesiyle mahkemeye başvurmuş. Maşallah, listede herkes var, bir biz yokuz arkadaşlar. Herhalde YouTube’a bakmıyorlar, uydu kanallara bakıyorlar. 

Kadri Gürsel: YouTube’a da bakıyorlar. Bâzı YouTuber’lar var bu listede.

Ruşen Çakır: Bizi koymamışlar. 

Kadri Gürsel: O konuda yorum yapmak istemiyorum.

Kemal Can: YouTuber’lar yok. Onlar ana kanallarda konuk olan YouTuber’lar. 

Kadri Gürsel: İsme girmek istemiyorum. İsim tartışmak istemiyorum.

Ruşen Çakır: Tamam, ama meselâ Prof. Ersin Kalaycıoğlu var. Ersin Hoca’dan bile şikâyetçi olan bir siyâsî parti. Ersin Hoca ne yapmış olabilir? Ne demiş olabilir?

Kemal Can: Şöyle bir şey var: Oradaki isim listesine baktığında, dâvânın öncesi ve sonrasındaki iki hafta boyunca, 6 kanalın programları ve konukları alt alta yazılmış, bir danışmana verilmiş. Zâten oradaki programlar genellikle birkaç başlığın konuşulduğu, 3-4 saatlik programlar. Yani programın bâzı bölümüne ekonomiden bir konuk alınıyor, ama başlığında “Sinan Ateş Dâvâsı”, “Ekonomide bilmem ne”, “Vergide şu bu” gibi bir konu listesi var. O dönemde çeşitli televizyon programlarına konuk alınmış isimleri listelemişler. Bahçeli’nin söylediği, “Kim nerede ne konuştu, hepsinin kaydı bizde” dediği, bence bununla ilgili bir şey. Liste konusundaki fikrim bu. Sıram gelince detaylı konuşurum.

Kadri Gürsel: Ben de bir şeyler söyleyeyim bu konuda. Bu listeye üçümüz de giremedik diye, “Acaba neyimiz eksik? Neyi eksik, yanlış yaptık da bu listeye giremedik? Sinan Ateş konusunu hakkını vererek tartışmadık mı? Söylediklerimiz MHP’lileri yeterince irkiltmedi mi?” diye bizi listeye koymadıkları için kompleks içinde değilim. Kendileri bilir. O kadar da bir mükemmeliyet atfetmiyorum kendilerine. Belki her yere bakmak, herkesi elekten geçirmek gibi bir beceriye sâhip değiller. Bu da beni çok ilgilendirmiyor. Zâten böyle bir beceriye de sâhip olmalarını istemem. 23 Haziran 2018’deki seçimden sonra, hemen 26 Haziran’da Bahçeli, içinde benim de ismimin olduğu bir teşekkür îlânı verdi gazetelere. O zaman gazeteler hâlâ vardı. Ne diyordu o îlânda? “Sayısız iftirânıza teşekkür ederim. Hayret verici ithamlarınıza teşekkür ederim. Şaşırtan isnatlarınıza da teşekkür ederim. Sizin gibiler olmasa hakîkat, haysiyet, doğruluk, adamlık, ahlâk, insanlık nasıl seçilir, ayırt edici vasfını nasıl gösterirdi?” diye ironik bir dille, bir grup gazeteciyi fişlemişti o zaman da. Bunun akabinde bir şey mi oldu? Bir şey olmadı. Ama ben o listede vardım 2018’de. Kemal Can ve Ruşen Çakır’ın isimlerini o listede de göremiyorum. Siz yine onların dikkatinden kaçmışsınız.

Ruşen Çakır: Bu arada bir şey söylememe izin ver. Hatırlarsınız, 2009’da açılım sürecinde, dönemin İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın girişimi ve katılımıyla, Ankara Polis Akademisi’nde Kürt Açılımı Çalıştayı düzenlenmişti. Hattâ bunu Gomaşinenyayınlarımdan birinde anlatmıştım. Gazeteciler de dâvet edilmişti, ben de onlardan birisiydim. Galiba 17-18 gazeteciydik. Sonra Bahçeli, çalıştaya katılanları eleştirerek “12 kötü adam” diye açıklama yapmıştı, bir ara basketbolcular için kullanılan “12 Dev Adam” sloganından hareketle. “Devlet Bey neden bizi kötü gördünüz?” diye sorduğumuzda, “Ben 18 demedim 12 dedim” demişti. 

Kadri Gürsel: Tabiî o zamanki Türkiye’nin MHP’si ile bu zamanki Türkiye’nin MHP’si farklı. Şu anki MHP kendini daha güçlü hisseden bir MHP. Çünkü yargıda örgütlendiler. Zâten Emniyet’teki güçlerini biliyoruz. Böyle bir otonom hareket etme kabiliyetini hâiz bir duruma getirdiler kendilerini. Ve şimdi tehdit dozu çok yüksek; çünkü ortada bir siyâsî cinâyet var. Bu siyâsî cinâyetle ilgili bütün bulgular ve deliller, karartılan deliller dâhil, aslında hepimizin bildiği şeyler. Mahkeme dosyasına, iddianâmeye girmese bile bu delillerin hepsi aslında bir noktayı işâret ediyor. Bu nokta da ülkücü hareketle ilgili. Ülkücü hareketin içindeki birtakım şahıs ve gruplar hep buralara çıkıyor. Ve mahkemenin de iddianâmeden başlayarak azmettiriciyi gizlemek veyâhut yanlış azmettiriciler üzerine suç istinat etmek ve hüküm kurmak gibi bir gayret içinde olduğu yönünde bir izlenim var kamuoyunda. Burada aslında genel yaygın kanaat, Bahçeli sonrası MHP’sinin dizayn edilmek istendiği veyâhut Bahçeli sonrası MHP’sinde istenmeyen bir potansiyel genel başkan adayının diskalifiye edilmek istendiği şeklinde bir görüş var. Aslında bu hedef gösterilen ve “Mutlaka hesaplaşacağız” denilen 154 kişinin isimlerinin böyle afişe edilmesi tipik bir otoriter rejim uygulaması. Korku atmosferi, korku iklimi yaratmak, insanların güvenliklerinden, bugünlerinden ve yarınlarından emin olmamalarını sağlamak, insanların söyleyecekleri sözlere ket vurmalarını, kilit vurmalarını, otosansür uygulamalarını ve susmalarını sağlamak ve bunda başarılı oldukça, en azıdan kamuoyu nezdinde bu cinâyetin kendi siyâsî hareketleriyle ilişkilendirilmesinin önüne geçmek. Zâten yargının hâline bakarak, yargı yoluyla böyle bir sonuç çıkacağını şu aşamada beklemiyoruz. Böyle bir amaç var. Tabiî doz çok yüksek bu sefer. 2018’de bizim mâruz kaldığımız, kinâyeli bir yaklaşımdı. Ama o zaman da yine eleştiriye tahammülsüzlük vardı. Şimdi ise artık çok farklı bir noktadayız. Şimdi bir cinâyet var ve cinâyetin MHP ve Ülkü Ocakları’yla ilişkilendirilmesi ihtimâlini bertaraf etmek için, 154 kişiye had bildirmeyi –nasıl olacaksa– göze almış bir siyâsî partiden söz ediyoruz. 

Benim burada söyleyeceklerim bu kadar; ama şu normalleşme konusuna da bir değinmem lâzım. Ben bu konuda Kemal’e tam olarak katılamıyorum. Ben Cumhuriyet Halk Partisi’nin siyâsasını bütünüyle belediyelerdeki icraat üzerine kurduğu kanaatinde değilim. Hâliyle bunu yapan belediye başkanları var. Ama bir genel merkez var ve bu genel merkez aslında faal bir genel merkez. Özgür Özel sürekli mitingler düzenliyor, sürekli dolaşıyor, ama tabiî bu yetmiyor. Çünkü bâzı söylemlerin etkisi altında gölgeleniyor bu faaliyet. Bu faaliyetin de aynı zamanda Cumhuriyet Halk Partisi’ne aktif, dinamik militan katılımlarını sağlayıcı bir etkisi olduğundan da emin değilim. Sâdece bir aktivizm bu. Bir genel başkanın görünürlüğü, genel başkanın icraatının CHP seçmeni ve genel kamuoyu tarafından daha yakından görülmesi gibi. Fakat bu “normalleşme” söyleminin bence artık sonuna geldik. Dört ay sonra normalleşme söyleminin sürdürülmesinin mümkün olamayacağı ve bu konuda da doğrudan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı inisiyatifle bunun böyle olduğu da ayan beyan ortaya çıktı. 

“Normalleşme” başlığı altında bir daha böyle talihsiz fotoğraflar verilmesinin de önüne geçmek lâzım bence. Vücut dili çok önemli. KKTC’de çekilip sürekli kullanılan fotoğraf var. Meclis Başkanı Numan Kurtulmuş ortada oturuyor. Numan Kurtulmuş’un solunda Cumhurbaşkanı, sağında Özgür Özel. Özgür Özel’in yüzünde fevkalâde güleç bir ifâde. Uzanmış ve bir şeyler söylüyor ya da sesini duyurmaya çalışıyor. Ama Recep Tayyip Erdoğan’ın vücûdunda onu duymak yönünde herhangi bir eğim yok. O oturduğu gibi duruyor. Sâdece kafasını çevirmiş. Bu bence talihsiz bir fotoğraf. 

Ruşen Çakır: Orada Devlet Bahçeli’nin bakışı da var Kadri.

Kadri Gürsel: Çok talihsiz bir fotoğraf. Eskiden, 3, 5, 10 yıl önce ana akım varken, bu tür fotoğraflar üzerine uzun uzun yorumlar yazan köşe yazarları, yayın yönetmenleri vardı; ama artık yok bunlar. Gerçekten vücut dili îtibâriyle talihsiz bir fotoğraf. Umarım bu fotoğraf orada kalır, arkası gelmez. Çünkü artık yerinde kımıldamadan duran ve Özgür Özel’in bu abartılı yaklaşımına cevâben sâdece kafasını hafifçe çevirmekle yetinmiş bir Cumhurbaşkanı’nın, savaş nizâmını alıp CHP’nin üzerine çullanmaya başladığı bir yönün öncesine denk gelmiş. Bu fotoğraf zâten normalleşmeyi bitiren bir fotoğraf oldu. Benim görüşlerim bunlar. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal Bey, 154 kişiye dönelim tekrar. 

Kemal Can: Ben de normalleşmeyle ilgili şunu söyleyeyim: CHP’nin iki ayağı ve belediye meselesi toplam bir strateji değil. CHP’yi de zaman zaman birbiriyle rekabet eden iki ayak olarak târif ettim zâten. Özgür Özel’in yürüttüğü şeyle ya da onun temsil ettiği bir çizgiyle, bâzı belediye başkanları, bir grup yorumcu ve çevrenin taşıyıcısı olduğu iki şey, zaman zaman birbiriyle de rekabet ve gerilim içerisinde iki ayrı kol olarak ilerliyor. Zâten ben ikisini ortak bir strateji olarak târif etmedim. 

Kadri Gürsel: Normalleşmeye bir küçük faydası varsa bu söylemin, 2023 seçimlerinden önce Recep Tayyip Erdoğan, Kılıçdaroğlu CHP’si için, “Biz bunlara devlet teslim edebilir miyiz? Bunlara asla devlet teslim edilmez” diyordu. Normalleşme söylemi, aslında bu devleti teslim etme-etmeme sertliğindeki o ikilemin söylem bazında devâmının zeminini ortadan kaldırdı. Belki bir süreliğine böyle de bir katkısı oldu. 

Kemal Can: Bunun öbür tarafı da, “Tek Adam”dan bahseden kalmadı. 

Kadri Gürsel: Doğru, haklısın orada. Dili çok yumuşadı. Şimdi Kılıçdaroğlu aldı bunu eline. Kılıçdaroğlu, eski Kılıçdaroğlu olarak üzerinden siyâsî sorumluluğu da kalktığı için, daha da sert olarak açtığı yolda devam ediyor. Neyse bu kadar. Burada durayım da daha fazla zaman gitmesin.

Kemal Can: 154 kişi meselesine gelince: Siz de örneğini verdiniz, daha önce böyle tek tek isimler sayılarak, sonra listeler yayınlayarak, daha sonra gazete îlânlarıyla, sosyal medya paylaşımlarıyla, doğrudan tek tek hedef göstererek, bâzı MHP Genel Merkez yöneticilerinin açıkça hedef göstermesiyle, hattâ imâen şiddet içeren birtakım parmak sallamalarını gördük. Bunlardan çok oldu. Ayrıca bunların karşılıklarını da gördük. Sinan Ateş olayının öncesinde, hattâ Sinan Ateş’in eşinin de tanıklığında söylediği gibi, dâhil olduğu açık hâdiseler yaşandı. Pek çok siyâsetçi, gazeteci dövüldü, dövdürüldü. Bunları biliyoruz. Bunları listeleyerek, işâret ederek, “gözümüz üstünde” denerek göstermek çok bildik bir yöntem. Sâdece o işâret edilen insanlara dönük bir uyarı değil, genellikle o listelerde yer alan ya da yer almayan herkese bir mesajı olan listeler bunlar. Dolayısıyla o yüzden, 5’ten 12’ye, 12’den 150’ye kadar artıyor kişi sayısı. Bunun bir tür kullanışlı ve daha önemlisi cezâsızlıkla desteklenen bir hâdise olması yüzünden, dozu artarak devam ediyor. 

Benim o listenin oluşumu hakkındaki fikrimi söylememin nedeni şu: “Kim yer aldı, kim yer almadı?” meselesinin çok da kritik bir önemi yok. Orada kastedilen şey, “Sinan Ateş meselesi etrâfında konuşulan her şeyle ilgili bir tâkip içerisindeyiz” iddiası. Meselâ listedeki siyâsetçiler grubu içerisinde, duruşma salonuna Müsavat Dervişoğlu ile giren eski Ülkü Ocakları başkanları o listede yok. Üstelik de onların bir kısmı fiilen saldırıya uğradılar daha önce. Bu konuda özellikle siyâsetçiler konusundaki seçimin de çok garip olduğunu söyleyebiliriz. Orada, popüler medyadaki yorum ve tartışmalara ilişkin bir gönderme var. Bunun biraz yol hâline getirildiğini görüyorum. Sinan Ateş olayı bir cinâyet. Ama biliyoruz ki böyle onlarca vaka, saldırılar var. Saldırılarda yakalananlar, saldırıların öncesinde hiç de kendini gizlemeden hedef gösterenler, daha sonra saldırıları dolaylı ya da doğrudan üstlenen, kabullenen, hattâ bundan memnûniyet duyan açıklamalar biliyoruz. Bütün bunlar bir toplam aslında. 

Ama şöyle bir şey var. Buradan çıkartılan sonuç şöyle bir şey: Özel Harekât’ta el öptürme meselesi de buradan geldi. Bunun için de şöyle bir yorum yapılıyor: “Bahçeli panik içerisinde ve bu panikten dolayı böyle gösterilere yöneliyor. Çünkü Sinan Ateş Dâvâsı’nda çok sıkışmış durumda.” Daha önce de ısrarla söylediğim gibi, Sinan Ateş Dâvâsı’nda pek çok açıdan siyâsî bağlantılar gayet açık ortaya çıktı. Fakat dâvânın seyri öyle ilerlemedi. Ve şu anda, iddia edildiği gibi, Erdoğan, Sinan Ateş Dâvâsı dolayısıyla Bahçeli’yi sıkıştırmış, bu dâvâda MHP çok sıkıntılı bir duruma girmiş değil. Dâvâ bazında söylüyorum. Siyâseten bu artık âşikâr ve tartışılan bir konu. Ama dâvâ böyle seyretmiyor. Dolayısıyla dâvâda şu anda Bahçeli’yi paniğe sevk eden bir şey olduğundan daha çok, bence, cesâretlendiren bir sürecin sonuçlarını görüyoruz. Yani “Panikle bir şeyi engellemeye çalıştığı mı daha doğru bir yorum, yoksa gayet özgüven kazanıp, gücünün farkında olduğu için, dozu artırarak dışarıya karşı verdiği resimde bu güç gösterisinin altını çizen bir tutum mu hâkim?” diye sorulursa, bana ikinci seçenek hiç de küçümsenmemesi gereken bir seçenek gibi görünüyor.

Ruşen Çakır: Evet arkadaşlar, burada noktayı koyalım. Çok teşekkürler hepinize. Epeyce konu konuştuk. Haftaya tekrar buluşmak üzere. İzleyicilerimize de teşekkür edelim. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.