CHP’de olağanüstü kurultayda önerileri sunmak üzere 86 kişiden oluşan tüzük komisyonu çalışmalarına devam ediyor. CHP Seçim ve Parti Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Gül Çiftci Binici koordinasyonunda toplanan komisyonda, Parti Meclisi üyeleri Saniye Barut ve Turgay Özcan, milletvekilleri Zeynel Emre ve Gizem Özcan ile il başkanları yer alıyor.
İl ve ilçe örgütleri ile partinin çeşitli kurullarında dile getirilen önerileri değerlendiren tüzük komisyonu ilk toplantısını 16 Ağustos ve ikinci toplantısını 27 Ağustos’ta yaptı. Komisyonun 2 Eylül’deki toplantısının ardından kurultay maratonu başlayacak.
AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 25 Ağustos Pazar günü Malazgirt Zaferi’nin 953. yıldönümü etkinlikleri için Bitlis’in Ahlat ilçesindeki Selçuklu mezarlığını ziyaret etti. Erdoğan’a, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, BBP Genel Başkanı Mustafa Destici, HÜDA PAR Genel Başkanı Zekeriya Yapıcıoğlu ve Cumhurbaşkanlığı Kabinesi üyeleri ile Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu eşlik etti.
Hava Kuvvetleri Komutanı Ziya Cemal Kadıoğlu ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Ercüment Tatlıoğlu’nun Zekeriya Yapıcıoğlu ile aynı karede yer alması kamuoyunda ve sosyal medyada tepki çekti.
Türkiye’nin pek çok farklı şehrinde çiftçiler eylemlerini sürdürüyor. Eylemlerde çiftçiler kâr edemediklerini söyleyerek mahsullerini yerlere döküyor.
Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ta yorumladı.
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kemal Can ve Kadri Gürsel ile yine haftanın öne çıkan olaylarını konuşacağız. Merhaba arkadaşlar.
Can-Gürsel: Merhaba.
Ruşen Çakır: Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı. Türkiye’nin bağımsızlığının dönüm noktası. Bayramımızı kutlayalım ve tabiî ki Atatürk ve arkadaşlarına saygılarımızı iletelim. Aslında bu haftaya damgayı, 30 Ağustos’tan önce, Malazgirt Zaferi’nin 953. Yıldönümü kutlamaları vurdu. Malazgirt Zaferi’nin yıldönümü vesîlesiyle, Kabine, Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında Bitlis Ahlat’ta toplandı. Aslında Kabine toplantısının ötesinde Cumhur İttifâkı da toplandı. Kuvvet komutanları da oradaydı. Bir fotoğraf karesi düştü ortaya. Fotoğraf karesinde Demokratik Sol Parti, Büyük Birlik Partisi, AK Parti, MHP, HÜDA PAR genel başkanları ile Hava Kuvvetleri ve Deniz Kuvvetleri komutanları vardı. Artık uzun zamandır Kuvvet komutanlarının isimlerini bilmiyorum. Bir zamanlar hepsini ezbere bilirdik. Neyse.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Erdoğan’ın, Selçuklu Meydan Mezarlığı ziyâreti sırasında çekilen fotoğrafta, Kuvvet komutanlarınınHÜDA PAR Genel Başkanı ile yan yana düşmüş olmaları bayağı konu edildi. Ertesi gün yapılan büyük protokol buluşmasında, tek tek dâvet edilmelerine rağmen Hava ve Deniz Kuvvet komutanları sahneye çıkmadı. Bu haberleştirilince, Dezenformasyonla Mücâdele Merkezi, “Kadraja sığmadılar” diye açıklama yaptı. Biliyorsunuz Türkiye’nin en önde gelen “dezenformasyon merkezi” olarak faaliyet yürütüyorlar. Fotoğrafı görmüşsünüzdür. 30-40 kişi var. Kadraja sığmamışlar. Habertürk’te Millî Savunma Bakanlığı’na dayandırılarak yazılan bir kulis haberinde de, “Kalabalıktan dolayı yetişememişler” deniyor. Adları okunmasına rağmen sahneye çıkamamışlar. Her neyse. O fotoğraf, Türkiye’nin nasıl yönetildiğinin fotoğrafı olarak algılandı. Konu daha çok HÜDA PAR üzerinden yorumlanıyor. Tabiî konunun HÜDA PAR üzerinden tartışılmasının ayrı bir önemi var. Onun ötesinde, meselâ Bahçeli’nin eğilerek Erdoğan’ın elini sıkması, kimilerine göre öpmeye çalışması –ki o kadar olduğuna çok emin değilim– garip bir Türkiye fotoğrafıydı. “Türkiye öyle yönetiliyor” fotoğrafıydı. Ne dersin Kemal? Öyle mi yönetiliyor Türkiye?
Kemal Can: Kuvvet komutanları hâriç olarak, o fotoğraf daha önce birkaç kere verildi. Hattâ bir seferinde Doğu Perinçek de vardı. Yenikapı’da da verildi. Böyle çeşitli yerlerde o fotoğraf verildi. Aslında bu Malazgirt meselesi şu açıdan önemli. Hatırlarsan, AKP’nin ilk iktidar döneminde, hattâ Abdullah Gül cumhurbaşkanıyken kendisinin 30 Ağustos törenlerine katılıp katılmaması, o sırada hastalanıp hastalanmaması bahse konu olurdu. Cumhuriyet rejiminin önemli günlerinde, 29 Ekim’lerde, özellikle de 30 Ağustos’larda, iktidarla askerî bürokrasi arasında kimi zaman açıktan kimi zaman da kulislere yansıyan böyle gerilimlerden bahsedilirdi. Bu mesele hep bir problem olarak ortaya konulurdu. Bir süredir –“bir süredir” derken, hiç kısa bir süre değil–, Allah’ın bir lütfu, 15 Temmuz’un sonrasında, bu parti devleti ya da devletleşmiş parti iktidârı, bütün bürokrasiyi, bütün devlet kadrolarını –kimileri aksini iddia etse de– içerecek bir genişliğe ulaştı. Artık bu tür gerilimlerden bahsedilmiyor. Çok kısa bir süre önce, hatırlarsan bir Kuvvet Komutanı’nın –gerçi kendisi emekli edildi– Erdoğan için, AKP’li siyâsîlerin bile yapmadığı türden bir methiye konuşması yaptığına tanık olmuştuk.
Malazgirt, daha önce de İstanbul’un Fethi meselesi, Türk Devleti’ni Cumhuriyet’le sınırlı olmayan daha geniş bir târihsel perspektifin içerisinde yorumlama, bunun kıvancını da gururunu da Cumhuriyet’le, dolayısıyla Mustafa Kemal ve onun verdiği millî mücâdeleden daha geniş bir alana yayma çabası çok sistematik biçimde sürdürülüyor. Daha önceleri İstanbul’un Fethi bütün Cumhuriyet rejimi bayramlarından daha önemli gösteriliyordu. Meclis’in açılışından, Cumhuriyetin îlânından çok daha büyük, hem İslâmî hem millî duyguları köpürten bir unsur olarak öne sürülmeye çalışılıyordu. Bir süredir buna Malazgirt eklendi. Erdoğan birkaç konuşmasında bundan bahsetti: Bu rejimin ideolojik târih anlatısında, “Cumhuriyet’ten daha önemli şeylerimiz var. Malazgirt zaferimiz var, İstanbul’un fethi var. Biz çok daha uzun târihsel bir sürecin mîrasçılarıyız. Gurur duyacaksak, savunacaksak, sâhip çıkacaksak buna sâhip çıkmalıyız, bunun zeminini kurmalıyız. Bizim târih perspektifimiz böyle” demişti.
Cumhuriyet’in kurduğu târih anlatısının, bu dönemlerin bir kısmına eleştirel yaklaşan ve aslında devrimsel bir değişimle, yeni ve genç bir cumhuriyetin kurulması fikrini zihinlerde bulanıklaştıran bir millî durum yaratmaya, millî hassâsiyet yaratmaya çalışıyor. Çeşitli zamanlarda, çeşitli vesîlelerle konuştuğumuz gibi, ordusundan emniyetine, yargısından diplomasisine kadar bütün devlet aygıtlarını bir parti devleti biçiminde çalıştıran, bütün mülkî idâre âmirlerini partinin görevlileri gibi siyâsî alanlarda kullanan, diğer bütün unsurları, partileri, yapıları bu araç sâyesinde baskı altında tutan bir rejim inşâ edilmiş olmasına rağmen, fikrî iktidârı –kendi şikâyetlerinden de anladığımız ve bizim de zaman zaman tartıştığımız gibi– alamadığından ötürü, bu fikrî iktidârı almak için semboller dünyasında başka şeylere ihtiyaç duydu. Hem ötekileri bastırmak, ötekilerin her türlü heves, sevinç, ortak gurur gibi alanlarını tahrip etmek, bu amaçla millî bayramları ortak zemin olmaktan çıkartmak, mümkünse orada protokol krizleri çıkartarak bunu siyâsî bir mücâdele arenasına çevirmek, buna karşılık alternatif semboller dünyasında televizyon dizileriyle köpürtülmüş başka bir târih anlatısı yaratmak. Bu ikame edilmeye çalışılıyor. Bu kurulan ama çok da işlemeyen rejimin ideolojik arka planında, sanki çok kuvvetli bir geçmişe yaslanıyormuş gibi bir fon üretilmeye çalışılıyor.
Ahlat hikâyesi de böyle bir şeyin resmi. Orada kendi kontrol edebildiği şeyleri bu resmin içerisine yerleştirebiliyor ve bu resmi verebiliyor. Bu tür devlet imkânlarını kullanarak başka bir anlatı kurmak, başka bir ideolojik çerçeve üretmek, başka sembolleri öne çıkartmak, belki resmî seviyede başarılabilir; ama bunun topluma sirâyet etmesi, toplum tarafından kabul görmesi ve sâhiplenilmesi o kadar kolay değil. Bunun olmadığını da görüyoruz. Hâlâ bu ülkenin ortalama vatandaşı açısından Cumhuriyet Bayramı’nın taşıdığı anlamla, Ahlat’ta düzenlenen Malazgirt zafer kutlamasının taşıdığı anlam birbiriyle karşılaştırılabilir bir içerik taşımıyor bence.
Ruşen Çakır: Bu senin söylediğin târih okumasının bugün güncel bir göstergesi de var biliyorsun. Yani Atatürk’ün adını anıp anmama meselesi. Meselâ Hakan Fidan anmamış.
Kemal Can: Bir de Diyânet’in hutbesinde yok.
Ruşen Çakır: Evet, ayrıcasosyal medyada şurada burada bol miktarda Atatürk’e laf çakma var. Bir de tabiî HÜDA PAR meselesi var. HÜDA PAR esas olarak bir Kürt hareketi; Kürtlüğe vurgu yapıyorlar sürekli. Özellikle bâzı kesimlerin en çok rahatsız olduğu Şeyh Said gibi figürleri de açıkça sâhiplenen bir yapı. Bir yanıyla da resmen Türkiye’de gerçek anlamda terör eylemi yapmış olan bir hareketin devâmı. Hadi diyelim ki PKK’ya yakın olanlara yaptılar; ama iş sâdece ondan ibâret kalmadı. En basitinden, Rus Büyükelçisi’nin öldürülmesini saymazsak –ki o başka bir kategoride– Diyarbakır Emniyet Müdürü Gaffar Okkan’ın öldürülmesi, Hizbullah’ın son dönemlerinin en büyük eylemlerinden birisi. HÜDA PAR, onun devâmı olan bir hareket sonuçta. Her ne kadar kendileri böyle dendiği zaman erişim engeli çıkartmaya kalkıyorlarsa da, diğer yandan da biliyoruz ki böyle. Evet Kadri, ne diyorsun?
Kadri Gürsel: HÜDA PAR konusu önemli tabiî ki. Ben biraz da onun üzerinde durmak istiyorum. Bence şu an iktidârın yaptığı, Türkiye’nin geçmişini yeniden yazmak. Bunu da böyle yapıyor. Türkiye şu an geçmişi öngörülemeyen bir ülke. Niye yapıyor bunu iktidar? Türkiye’nin geçmişini yeniden yazarak, geçmişine hükmederek geleceğini planlamak, geleceğinin hattını çizmek için yapıyor. Geçmişi yazamayan geleceği de yazamaz. Amaç bu. Ama bunu nasıl yapıyor? Senin de Kemal’in de söylediği gibi, o fotoğrafta Türkiye’nin nasıl yönetildiğini gösteren çok önemli işâretler var. Ben biraz bunların üzerinde durmak istiyorum. Birincisi, oradaki iki Kuvvet Komutanı. O fotoğrafta Cumhur İttifâkı’nın siyâsî mensupları var. Makam sâhibi değil bunlar. Biri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, evet, makam sâhibi. Ötekisi Savunma Bakanı; ama o Cumhur İttifâkı’nı temsil etmiyor. Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi’ne âit, Cumhur İttifâkı’nın en önemli bileşeninin bir atanmış memuru aslında. O sistemin bir parçası, Kabine üyesi. O fotoğrafta Büyük Birlik Partisi var, Milliyetçi Hareket Partisi var. Cumhur İttifâkı iktidârında bu insanların bir makamı yok. Siyâsî sorumlulukları yok. Bir de HÜDA PAR var. O mânâda onun hiç makamı yok zâten. Eşitler bu bakımdan. Yine o fotoğrafta Deniz ve Hava kuvvet komutanlarını görüyoruz. Kara Kuvvetleri Komutanı nerede? O yok. O da çok ilginç. O iki kuvvet komutanı oraya nasıl çıktılar, o kareye nasıl geldiler bunu bilemiyoruz. Bunu bilenler de yazmıyor zâten. Türkiye’deki medyanın durumu bu: Bilenler yazamıyor. İktidar medyasının dışında kalanların iktidarla alâkalı haberlere erişimi son derece kısıtlı ya da manipülatif kanallardan oluyor. Benim görüşüm şöyle: “Gelin Paşalar. Siz de gelin” demiştir. Sıkıysa, “Hayır, bizim böyle bir fotoğrafta yerimiz olamaz” desinler. Gelmişler, çıkmışlar, orada o karede yer almışlar. Bence bu kadar basit açıklaması.
HÜDA PAR meselesine gelince: “HÜDA PAR Hizbullah’ın devâmı” dedik. Peki, bu HÜDA PAR nasıl oldu da Cumhur İttifâkı’nın mensûbu oldu? Doğu Perinçek 2016’dan îtibâren nasıl Cumhur İttifâkı’na destek vermeye başladıysa, HÜDA PAR da o şekilde oldu. Türkiye’nin Batı ile, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’yle ilişkilerinin, târihin en büyük krizine girmesi sonrasında oldu. 2016’daki başarısız darbe girişimi sonrası ortaya çıkan bu kriz, 1974’teki Amerikan ambargosunun yarattığı krizden çok daha derin bir kriz ve hâlâ da aşılabilmiş değil. Hizbullah Türkiye’de İran’ın potansiyel vekilidir. Belki İran’ın bölgedeki vekilleri gibi silâhlı eylemlilik içinde değiller; ama geçmişte bu eylemlilik içindeydiler. Şu an değiller; çünkü İran, Türkiye’nin NATO’dan ve Batı’dan uzaklaşmasını siyâsî ve ideolojik olarak destekleyen bir ülke. Bu bakımdan da HÜDA PAR’ı bu noktada hizâya soktu. Tıpkı Moskova-Pekin mihverinin Doğu Perinçek’i hizâya sokması gibi. Aslında HÜDA PAR’ın İran’ın vekil unsuru olmak bakımından, Filistin’deki Hamas’tan, Yemen’deki Husiler’den, yâhut Suriye’deki Zeynebiyyun, Fatimiyyun milis örgütlerinden, Irak’taki Bedir Tugayları’ndan çok da bir farkı yok. 90’lı yıllarda korkunç cinâyetler işlediler. Ama hep kullanışlı oldular. Derin devlet 90’lı yıllarda bunları PKK’ya karşı kullanmaya çalıştı. Hattâ farklı fraksiyonlar ortaya çıktı. İran etkisi altındaki, hattâ İran’ın vekili olan fraksiyonun, Türk güvenlik teşkîlâtlarının sızdığı fraksiyonu domuz bağlarıyla sessizce öldürüp, evlerinin bodrumlarına gömerek yok etmesinden sonra, Devlet de bu fraksiyonu, yani Hizbullah’ı ortadan kaldırmak istedi. Ve kaldırdı da büyük ölçüde. Ama tabiî ideolojik olarak olmadı bu; örgütünü çökertti. Şimdi gördüğümüz bu. HÜDA PAR’ın Cumhur İttifâkı’nda yer almasının bir nedeni; “Seni Başkan seçtirmeyeceğiz” şiârıyla eski HDP’nin Güneydoğu’da parti olarak seçimlere girip, üstelik de barajı aşması karşısında iktidârın kapıldığı paniktir. Bunun semeresini de aldı Hizbullah. 2018 seçimlerinde aday göstermemelerinin karşılığını, 2019’da 183 kişinin katili oldukları için hüküm giymiş, müebbet hapse mahkûm edilmiş olan 58 tetikçisinin 2019’da sessiz sedâsız tahliye edilmeleriyle aldı. Bu tahliyeleri de yıllar sonra öğrendik.
Bütün bunları niye anlatıyorum? Hizbullah’ın legal örgütü olan HÜDA PAR –ki o da “Allah Partisi” demek; açık adı “Hür Dava Partisi” uydurulmuş bir şey– HÜDA PAR Hizbullah’ın legal adı. O da “Allah Partisi”. Hüda Allah demek. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin iki kuvvet komutanı onların yanında durabiliyor. Devlet Bahçeli Türk milliyetçisi güya; bu Türk milliyetçisini aşırı sağ olarak görüyoruz, etnik Türk milliyetçisi; poz veriyor: HÜDA PAR lideriyle ellerini tutuşturmuş havaya kaldırarak poz veriyor. HÜDA PAR’ın parti programını okuyun, sitesinde yazıyor. Beş dile çevirmişler: Soranice-Kürtçe-İngilizce-Arapça, Türkçe de var aralarında. Parti programında “Kürtçe ikinci resmî dil olsun” diyor. Sonra diyor ki: “Kürtçe, eğitim dili olsun. Kürtler, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu unsur olarak tanınsınlar ve bu Anayasa’ya geçsin” diyor. Eski adıyla HDP de buna benzer şeyler söylüyor diye HDP’nin ya da şimdiki adıyla DEM Parti’nin kapatılmasını isteyen MHP lideri Bahçeli, burada HÜDA PAR lideriyle kavuşturduğu ellerini havaya kaldırıyor. Neden? Onun da kendine göre birtakım taktiksel açıklamaları vardır mutlaka. Teferruattır belki de bu; nedenini bilmiyoruz. Birdenbire HÜDA PAR’ın Cumhur İttifâkı’nı desteklediği için vatansever bir örgüt olduğunu mu varsaymamız gerekiyor bu durumda?
Bu açılardan baktığımızda, Türkiye’nin gerçekten bütün normlarını yitirdiğini, kurumsal yapılarının darmadağın olduğunu, hiçbir kurum kültürünün gerçekte ayakta kalmadığını, bu “Tek Adam” rejiminin altında, aslında hilkat garîbesi, ucûbe bir yönetimin sergilendiğini ve bu ucûbe yönetimin ortaya çıkarttığı tablonun, 26 Ağustos’ta çektirilen fotoğraftaki kakofonide vücut bulduğunu görüyoruz. Normal şartlar altında kategorik olarak bir araya gelmeleri imkânsız insanlar. Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne mensup kuvvet komutanları Cumhur İttifâkı üyesi ise vallahi çok şaşırırım. Eğer siyâseten öyleyse, zâten Türk Silâhlı Kuvvetleri bitmiştir, aşırı siyâsallaşmıştır; artık komutanlar veyâhut komutan olmak isteyen yüksek rütbeli subaylar, kayıtsız şartsız siyâsî otoriteye bîat ve körü körüne hizmet dışında, kariyerlerinde geleceklerini sağlama almak için hiçbir umut kapısı görememektedirler anlamına geliyor bu.
Ruşen Çakır: Kadri, az önce söylediklerinden aklıma geldi. Mahir Çayan’ın sıkça kullandığı ve benim de bir ara sosyal medyada paylaştığım, “Ayrılar ayrı yerde, aynılar aynı yerde” sözünün farklı bir versiyonu bu. “Ayrılar aynı yerde” aslında. “Beş benzemez” gibi bir fotoğraf bu.
Kadri Gürsel: Ayrılar ayrı yerde güzel de, ayrı oldukları varsayılanlar aynı yerdeler.
Ruşen Çakır: Ben de onu söylüyorum.
Kadri Gürsel: Ama belki de ayrı değiller. Aynı fotoğraf karesine girebildiklerine göre, aslında belki de bunlar aynılar. Ve aynılarsa, vay Türkiye’nin hâline! Türkiye işte böyle yönetiliyor. Ben HÜDA PAR’ı, Hizbullah’ı boşuna anlatmıyorum. Hizbullah’ı sen de anlattın. Ne menem bir şey olduğunu anlatıyorum. Devlet Bahçeli Türk milliyetçisi. Destici de giderek mukaddesatçılaşmış bir Türk milliyetçisi. Eğer bunların meselesi Kürt ayrılıkçılığıysa, pekâlâ, İslâmcı ayrılıkçı bir örgütün oradaki, legal plandaki lideri yer alıyor. Bu bakımdan gerçekten ileride Türkiye’de bir iktidar değişikliği olursa, yargı kadar, Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin de tepeden tırnağa organize edilmesi, kurum kültürünün yeniden ayakları üstüne oturtulması, yeniden derken, yeniden düşünülmesi, yeniden tasarlanması, bir hukuk devletinde Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin oynaması gereken rolün ne olabileceğinin yeniden düşünülmesi ve Türk Silâhlı Kuvvetleri mensuplarının da bu doğrultuda endoktrine edilmeleri gerekiyor. Şu an karşımızda duran tablo korkunç bir tablodur. Umarım böyle tablolar bir daha karşımıza çıkmaz. Burada bir güç gösterisi yapılıyor. Güç gösterisini yapan da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. Aslında o da çok iyi biliyor ne yaptığını: “HÜDA PAR ile Deniz Kuvvetleri ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nı yan yana getirdim” diyor. Bütün kurumsal âidiyetler, farklılıklar her şey ortadan kalkmış durumda. Daha başka ne diyebiliriz?
Ruşen Çakır: Çiftçi eylemlerine geçelim. Ama onun öncesinde bir şey söylemek istiyorum. Nuray Babacan, Gazete Pencere’de, AKP’nin düşünce kuruluşu SETA’nın AK Parti yönetimine bir sunum yaptığıyla ilgili bir haber yazdı biliyorsunuz. SETA, yaptıkları araştırma sonucunda, yaşanan ekonomik sorunların bedelini sâdece AK Parti değil Erdoğan’ın da ödemeye başladığını söylemiş. Eskiden söylenen, “Ne olursa olsun Erdoğan’a bir şey olmuyor. Parti zayıflıyor” önermesinin artık geçerli olmadığını söylemişler. Tabiî ki Dezenformasyon Merkezi ve SETA hemen bunu yalanladı. Niye yalanlıyorlar? Çünkü o belge bir sunum. Belli ki o belgeyi sunuma katılan birisinden edinmiş Nuray Babacan. Kendisi Ankara’nın en güvenilir gazetecilerinden birisidir. Ben de kendi kaynaklarımızdan oradaki içeriği doğruladım, ama tabiî yalanlandı. Neyse.
CHP dün Manisa’da Çiftçi Mitingi düzenledi. CHP’yi ayrıca konuşacağız, ama çiftçiler CHP’yi de aşan bir varlık gösteriyorlar. Hattâ Balıkesir’deki yol kesme olayında bir CHP Milletvekili, “Artık yeter. Bu kadar abartmayın” deyince, onu da kovalamışlardı. Haberlerde görmüşsünüzdür. Dönem dönem böyle şeyler oluyor. Bir zamanlar fındık üreticileri tam seçim öncesi eylem yapmışlardı. Ama sonra AK Parti, hemen akabinde girdiği seçimde fındık bölgeleri olan Samsun, Giresun ve Ordu’da oyunu artırmıştı. O zamanlar bunun doğrudan siyâsetle ilgisi yoktu. Ama şimdi ilgisinin de olacağı söyleniyor.
Bir de ilginç bir şekilde yine Dezenformasyon Merkezi, 2025-27 arasında tarımda teşviklerin kaldırılmasıyla ilgili bir haberi yalanladı. O da nüanslı bir şey aslında. O nüanstan hareketle, “Böyle değil” dediler; ama belli ki ekonomik program dâhilinde devlet eliyle çiftçilere yönelik birtakım sübvansiyonlarda epeyce bir gerileme olacak. Bir taraftan işçi eylemleri var. Sendikalaşma, sendikalara yönelik toplu iş sözleşmeleri, görüşmeleri konusunda yapılan eylemler var. Mesela CarrefourSa’da başarılı oldular. Başka yerlerde polis çok ciddî bir şekilde işverenin yanında yer alıyor, net bir şekilde görüyoruz. İşçileri, sendikacıları gözaltına alıyorlar. Ne diyorsun Kemal? Bunu toplumsal muhâlefet kapsamında değerlendirmek lâzım, değil mi?
Kemal Can: Kuşkusuz. Daha önce birtakım çevre eylemlerinde, senin de hatırlattığın fındık eyleminde, mâden kazâlarında ve başka konularda bir reaksiyon ortaya çıkıyor. Deprem yine bunun örneklerden biri. Ama daha sonra yapılan seçimlerdeki oy davranışları üzerinden, aslında o reaksiyonların çok etkili olmadığı ya da iddia edildiği kadar yüksek bir potansiyel içermediği sonucuna varılıyor. Toplumsal dinamikler ve toplumsal muhâlefet gibi kendiliğinden gelişen şeyler, böyle birebir işleyen, matematiksel bir durum değil. Çünkü insanların çektikleri gerçek sıkıntıları dışa vurmaları, onunla ilgili toplumsal ve daha sonra politik talepler üretmeleri, bunu zaman zaman isyan seviyesinde ifâde etmeleri başka bir şey, siyâsî davranışlarını belirleyen parametreler başka bir şey olabiliyor. Doğru bir muhâlefet tarzının ya da siyâsette neden-sonuç ilişkisiyle sonuç almanın anahtarı tam da burada. Seçmenin, seçimde karar verme davranışını belirleyen şeyi bu toplumsal dinamiklere ya da o seçmenlerin memnûniyet seviyeleri hâline dönüştürürseniz, onların sıkıntılarının, rahatsızlıklarının ve onların aleyhine gelişen tercihlerin karşısında bir dinamik olarak, bir politik tavra dönüştürürseniz, bundan bir değişim sonucu çıkabiliyor. Ama seçmen davranışını belirleyen başka parametreler, bâzen muhâlefet üzerine oynanan oyunlar, bâzen kutuplaştırma araçları, bâzen kültürel kodlar, kimi zaman muhâlefet çevrelerinin de çok teşne olduğu sosyolojik barajlar bu sonucu değiştirebiliyor. Zâten AKP iktidârının bu kadar uzun sürmesini sağlayan, bu kadar çok soruna rağmen kendini devam ettirebilmesini sağlayan şey, toplumsal dinamikleri, hattâ kendi tabanını da içine alan rahatsızlıkları ana siyâsî unsur hâline gelmekten uzak tutan bir politik mühendislik yürütüyor olması.
Küçük küçük, çeşitli yerlerde gelişen işçi direnişleri, kimi sonuç alan, kimi netîceye varmayan, artık isyan seviyesine gelmiş çiftçi isyanları, çevre direnişleri, hâlâ sâhipsiz, merkezî olarak kimsenin sözcüsü, sâhibi, yürütücüsü, uygulayıcısı olmadığı hareketler. Ama bunlar bir hakîkati gösteriyor. Biraz önce SETA örneğini verdin, o da benzer bir şey. Aslında çok uzun bir zamandır AKP seçmeninin düzenli bir oy kaybı var. Özellikle 2017 referandumundan sonra başkanlık rejimine geçilmesiyle, AKP iktidârının “Erdoğan rejimi” hâline dönüşmesiyle birlikte, bu erime daha da hızlandı. Sâdece bu erimenin hızlanması bile, bugün SETA’nın bir buluş gibi ileri sürdüğü şeyin nüvelerini taşıyordu. Çünkü aslında AKP seçmeninin kendisi de yaşanan sürecin sorumlusunun kim olduğu hakkında bir fikre sâhipti. Ama Erdoğan, başta devlet ve medya olmak üzere çeşitli araçları kullanarak, kutuplaştırma imkânları ve popülizmin bütün demagojik enstrümanlarına başvurarak, kendisinin asıl taşıyıcı olduğunu, kendisinin büyük seçmen kalabalıkları tarafından da tek ve mutlak otorite olarak görüldüğünü ve arkasında asla eksilmeyecek yığınların bulunduğu fikrini canlı tuttu. İşin ilginç tarafı, muhâlefet de buna iknâ oldu. Hatırlarsan daha önceki pek çok seçimde, “Erdoğan’ı doğrudan karşınıza almayın. Erdoğan’a lâf etmeyin, kaybedersiniz” diyen çok parlak danışmanlar gördük. Televizyonda bu yorumların çok popüler olduğu dönemler yaşadık. “Erdoğan’ın seçmende bir tür dokunulmazlığı olduğu, Erdoğan’ı karşısına alanın kaybedeceği” iddiası çok dile getirildi. 2024 yerel seçim yenilgisinden sonra bile bu devam ediyor, aksi çok açık biçimde görülmüş olmasına rağmen.
Bu toplumsal meselelerde, biraz kendiliğinden, biraz sâhipsiz, hattâ dağınık da olsa çeşitli çiftçi mitingleri yapıyor CHP. Ama daha önceki dönemde, Meclis’te Grup Kürsüsü’ne çeşitli üreticileri, emeklileri çıkarıp onlara kürsü olmak, onlara platform sunmak gibi şeyler yapıyordu. Seçmen dediğimiz insanlar, işçi, emekli, memur, çiftçi, esnaf. O insanların kendi yaşadıkları sıkıntılardan doğan ve artık çeşitli biçimlerde kendiliğinden gelişen, içlerinde tutamayarak dışa vurdukları tepkilerin bir ortak değişim talebi hâlinde bir politik süreklilik kazanması, bunun bir politik baskıya dönüşmesi, muhâlefet aktörlerinin ve politika yapıcıların üreteceği bir süreç. Ama hâlâ tersini görüyoruz. Meselâ Özgür Özel’in birkaç konuşmasında erken seçimle ilgili sorulara verdiği cevaplarda, sık sık, “Toplum tepkisini gösterecek. Bu tepki iktidar üzerinde baskı yaratacak, o baskı sonucunda seçime gidilecek, o seçimde biz seçimi alacağız” gibi bir hikâye anlatıyor. Oysa muhâlefet etmek dediğimiz şey, kendi kendine gelişen toplumsal rahatsızlıkları, aslında öyle olmaması gereken bu toplumsal muhâlefeti, ortak politik bir muhâlefet hâlinde örgütlemek ve bunun bir politik sonuca doğru ilerlemesini sağlamak olmalı. Elbette burada bir başka unsur daha var. Sâdece siyâsî partilerle ilgili mesele değil. İşçilerle ilgili meselede sendikalar, çiftçilerle ilgili meselede ziraat odaları, esnaflarla ilgili meselelerde meslek odaları ve benzeri kuruluşların bu fonksiyonlarını yerine getirmekten çok uzağa düşmüş olmaları.
Politik angajmanlarını, temel meseleler ve kendi üyelerinin de etkilendiği tercih sorunlarında önemli bir baskı gücü olmayı unuttuklarını, bundan vazgeçmiş, hattâ bâzı yerlerde bunu kirâya vermiş olduklarını görüyoruz. Dağınık ama kendiliğinden gelişen, bâzı yerlerde yüzlerce traktörün katıldığı eylemler görüyoruz. Ama çiftçi örgütlerinin burada fazla bir dahli yok. Biraz kendiliğinden gelişiyor. Yine işçi direnişlerinde de sendikaların rolünü görmüyoruz. Hatırlanırsa, sendikalar 1 Mayıs’ta Taksim’e çağrı yapıp sonra bu çağrıyı ciddîye alanları polis dayağıyla baş başa bırakıp Unkapanı’ndan evlerine gittiler. Tüm bunlar, bunu sağlaması gereken örgütleri ve politik aktörleri yanlarında bulamasalar bile, aynı sıkıntıyı çeken insanları yeniden dayanışmaya, birlikte davranmaya, mücâdele etmeye ve direnmeye mecbur kaldıkları bir sürece doğru zorluyor. Bunlar bâzıları tarafından ideolojik, hayalperestlik, boş işler, eski tip politika olarak görülebilir. Ama dünya târihi, bu çelişkilerin ve esas çatışma olan bu meselenin politik belirleyiciliğinin o kadar da modası geçmiş bir şey olmadığını zamânı geldiğinde hatırlatıyor.
Ruşen Çakır: Evet. En son Bangladeş’te yaşananlar ya da Afrika’da yaşananlar, temel toplumsal taleplerin, ekonomik taleplerin hâlâ iktidarları zorlayabildiğini gösteriyor. Kadri, sen ne dersin? Çevre meselesi de bu yaşananlara dâhil. Bu arada benim ikinci memleketim sayılan Arhavi’de yaşananlar var. Cengiz Holding orada beş köyü kapsayacak şekilde mâden araması yapıyor. İnsanlar çok hızlı bir şekilde örgütlendiler. Hattâ AKP’den seçilen Belediye Başkanı da onlar kadar yoğun olmasa bile destek açıklamak durumunda kaldı. Buna benzer örnekler Türkiye’nin değişik yerlerinden geliyor. Biraz önce Kemal çiftçi örgütlerinin buna çok dâhil olmadığını söyledi. Meselâ demin verdiğim Balıkesir örneğinde, CHP milletvekiline ek olarak, Balıkesir Ziraat Odası Başkanı’nın klasik bir yaklaşımı vardı: “Arkadaşlar, yeter. Mesajınızı verdiniz. Hadi artık, daha fazla uzatmayın” demişti. Buradan bir toplumsal muhâlefet şekilleniyor mu Kadri?
Kadri Gürsel: Onu zaman gösterir. Toplumsal muhâlefet siyâsallaştığı ölçüde şekillenir bence. Siyâsallaşmayan bir toplumsal muhâlefet, şekil bulamayarak sönümlenmeye mahkûm. Ama burada asıl konu Türkiye’nin nasıl yönetildiği veya yönetilmek istendiğiyle alâkalı. Tarım konusu çok çok önemli. Aslında tarımın ne kadar önemli olduğunun ayırdında olmayan veya bunun ayırdında olmak istemeyen bir iktidarla, bir rejimle karşı karşıyayız. Tarım, özellikle nüfûsa gıda arzını güvence altına almak açısından stratejik bir sektör. İstikrârın temeli bu. Bütün gelişmiş, kapitalist, demokratik ülkelerde tarım, piyasa koşullarının ve kurallarının ne olduğuna bakılmaksızın devlet tarafından desteklenir. Amerika’da da böyle, Hollanda’da da böyle, Fransa’da da böyle. Çiftçi sübvanse edilir. Hep böyle olmuştur ve böyle olmaya da devam edecektir. Ayrıcalıklıdır çiftçi. Bu mânâda Atatürk’ün “Köylü milletin efendisidir” sözü, günümüze modern anlamda uyarlanmış hâliyle, büyük imtiyaz sâhibi olması gereken bir kesimi oluşturuyor Türkiye’de çiftçiler. Fakat maalesef Türkiye, dar grup çıkarlarını, iktidar âilelerinin çıkarlarını her şeyin önünde ve üstünde tutan, kendi paradigma ve gelecek tasavvurlarına her şeyi sözde fedâ etmeye hazırmış gibi yapan bir iktidârın, bir rejimin pençesinde. “Pençesinde” ifâdesini kullanmak zorundayım, otoriter bir rejim. Şu an Türkiye’de çiftçileri, aşırı artan enflasyonist baskı yüzünden, aşırı artan girdi fiyatlarıyla, tarım ürünlerinin son derece düşük kalan ve tutulan fiyatlar arasında sıkıştıkları, aç kalma korkusu ve cenderesi içinde bir şeyler yapma, artık ses çıkarma, seslerini toplumun diğer kesimlerine ve Türkiye’yi yönettiği varsayılan kesimlere duyurma gayreti içine sevk etti. Bu kendiliğinden ortaya çıktı. Bunu hep böyle yapıyor demiyorum, ama karşılarında, tarım arâzilerini arâzi, arâzileri de arsa olarak gören ve arsaları da yandaş firmalara veya kendilerinin sütre, perde arkasından sâhibi oldukları firmalara peşkeş çekilecek arâziler olarak gören garip bir kültür, garip bir zihniyet var. Hiç önemsemiyor çiftçinin derdini. Gerçekten önemsemiyor. Önemsese bunlar olmazdı. Ama bu ilk değil. Bu, Türkiye’de Özal’la başladı. Özal, çiftçiyi sözde gıda ithâlâtı ile, tarım ürünü ithâlâtı ile terbiye etmeye kalktı — tam tersini yapması gerekirken. Bugünlere kadar geldik.
Türkiye’de, en çarpık, en vahşi hâliyle uygulanan neoliberal politikaların netîcesinde toprağını ekemez hâle gelen, aşırı borçlandırılan, borç yükü altında ezilen olan bir çiftçi kesimi var. Çok yaygın. Türkiye’de son 10-15 yılda para büyük ölçüde el değiştirdi. Paranın nasıl el değiştirdiğini görüyoruz. Vergi rekortmenleri listeleri yayınlanıyor; ama sâdece o değil, bir de görünmeyen tarafı var. Para el değiştirince emlâk sâhipliği de el değiştirir, toprak sâhipliği de el değiştirir. Belki de istenen budur. Çünkü ülkeye bu kadar büyük bir kötülük, ancak bir maksat güdülerek yapılabilir. Farkında olunmadan yapılamaz diye düşünüyorum. İktidârın uyguladığı, dizayn ettiği Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sistemi nedeniyle kendi memur bakanlarının, seçimle gelmedikleri için milletvekilleriyle, Parlamento ile bağı kopmuş olabilir. Oradaki milletvekillerinin de Saray’la bağları zayıflamış olabilir. Sesler, feryatlar Saray’a ulaşmıyor olabilir. Ama ben yaptıklarının farkında oldukları kanaatindeyim. Bu iktidar aslında acz içinde olanların, yoksun ve yoksul durumda olan insanların, köylük, kırsal yerde olmalarından ziyâde şehirlere yığılmalarını istiyor ki, onları “Sosyal Politikalar” diye uygulayageldikleri yardım politikalarıyla, yardım faaliyetleriyle kendilerine bağlayabilsinler. Çünkü çiftçiye yardım ancak sübvansiyonla, destekleme alımlarıyla olur. Gübreye, mazota yeterince sübvansiyonla olur. Bunları özellikle yapmıyor.
Peki muhâlefet ne yapıyor? Ortada spontane gelişmiş bir tepki var. Kaynıyor. Belki Türkiye’de ilk defa işçilerden farklı olarak çiftçi, aç kalmak, kışı geçirememek ve toprağını satmak zorunda kalmak, mülksüzleşme korkusuyla feryat figan yollara düşmüş durumda. Bence Türkiye’de ilk defa bu kadar yaygın, büyük ve spontane gelişen eylemler oluyor. Herhangi bir siyâsî partinin, örgütün ön ayak olmadığı, liderliğini yapmadığı çiftçi eylemleri var. Belki bir araştırma yapılsa, çiftçi eylemlerinin olduğu yerlere bakılsa, büyük ölçüde AKP’ye oy verilen yerler olduğu görülecektir. Bu, Türkiye’yi dönüştürme açısından önemli bir politik fırsat. Türkiye’yi bu cendereden, içine düştüğü bu dipsiz kuyudan çıkarmak açısından muhâlefete sunulan önemli bir fırsat. Ama bu önemli fırsat sâdece miting düzenlemekle kullanılamaz. Bu önemli fırsat, muhâlefetin teşkîlâtlarıyla, sürekli eylemlilik çizgisi izleyerek, bu toplumsal rahatsızlığı siyâsallaştırması yoluyla, örgütlemesi yoluyla olur. En başından beri zâten hep bunu söylüyoruz. Çiftçinin rahatsızlığının siyâsallaştırılması ve toplumsal politik muhâlefete bu mânâda eklemlenmesiyle Türkiye’de belki bir iktidar değişikliğinin yolu açılmış olacak diye düşünüyorum.
Ruşen Çakır: Tam muhâlefetten, bıraktığın yerden, artık klasikleşmiş olan “Ne olacak bu CHP’nin hâli?” kısmına geçebiliriz. Haftaya, CHP önce Sivas’a gidiyor. Sivas Kongresi’nin yıldönümünde Parti Meclisi orada toplanacak. Daha sonra Ankara’da Tüzük Kurultayı olacak. Bu Tüzük Kurultayı’nda bayağı değişiklikler bekleniyor. Ama CHP içinde de çok ciddî tartışmalar var. Zâten Özgür Özel “Bizim içimizde tartışma yok” dediğine göre, tartışma vardır. Kılıçdaroğlu ile Ekrem İmamoğlu buluşuyor. Sonra Ekrem İmamoğlu ile Özgür Özel yemek yiyor. Bu hafta CHP içerisindeki kaynaklarımdan da biraz soruşturdum. O kadar çok şey konuşuluyor ki. Meselâ en çok söylenen — ki biliyorsunuz bunu çok dile getirdiler: “Ekrem İmamoğlu bırakacak. Siyâsî yasağını engellemek için CHP Başkanı olacak” deniyor. Oradaki akıl yürütme de nedir? Büyükşehir Belediye Başkanı’yken siyâsî yasak getirebilecek olan Erdoğan iktidârı, Ekrem İmamoğlu ana muhâlefet partisi lideri olduğu zaman, “Bu kadar da olmaz” diyecekmiş. Böyle birçok acayip akıl yürütmelerle yapılan tartışmalar, spekülasyonlar var.
Bir de “Kim kimle berâber?” meselesi var. “Kılıçdaroğlu, Özgür Özel’e karşı. Ekrem İmamoğlu’na destek verecek” diyen de var. Sonuçta CHP’yi konuşmaya devam ediyoruz, herhalde önümüzdeki hafta da bayağı bir CHP konuşacağız. Biliyorsunuz Tüzük Kurultayı basına kapalı oluyor. Tek tek oylama yapacaklarmış. Sâdece açılışta yapılacak olan konuşmaları basına açacaklarmış. Önümüzdeki hafta, cuma, cumartesi, pazar, CHP’nin bütün delegeleri Ankara’da kamp kuruyorlar. Yüzlerce insan, orada günlerce nasıl yapacaklar bilmiyorum ama tüzük konuşacaklar. Tabii tüzük konuşmaktan ibâret bir şey olmayacak oradaki olay. Ne dersin Kemal? Bir de, sen geçen haftaki yayından sonra yine CHP üzerine yazı yazdın. Aslında normalde konuşmamız gereken konu, krizde olduğu varsayılan AK Parti olmasına rağmen, biz mecbûren CHP’yi konuşmaya devam ediyoruz. Çünkü CHP bir şekilde kendini konuşturuyor, AK Parti ise kendini konuşturtmuyor. Böyle tuhaf bir durum var.
Kemal Can: Tüzük Kurultayı’nın, yapılacak tüzük değişikliklerinden daha önemli kısmı, senin de biraz işâret ettiğin gibi, neredeyse bütün delegelerin 2023 ve 2024 seçimini ve geçen kongredeki yönetim ve genel başkan değişikliğini geçirmiş, birinci parti olmuş, şimdi de anketlerde iyi durumda görünen, iktidârın da sıkıntılarla boğuştuğu bir aşamada “câzibesi” büyümüş bir partinin teşkîlâtı, önemli aktörleri bir araya geliyor. Bu kadar çok insanın temas, kulis, pazarlık yapabildiği bir platform, birkaç gün sürecek bir zemin, orada ne yapılacağından bağımsız olarak, önemli bir şeydir. Tüzük Kurultayı’nda çıkacak somut sonuçlar, ki orada bazı önemli değişiklikler yapılacağı söyleniyor, onların olup olmamasından bağımsız olarak, bu söylediğin dedikoduların, tartışmaların, pozisyon almaların, yüz yüze temasla şekilleneceği bir platform olacak. Bu açıdan da bence önemli. Özgür Özel yönetime gelirken, değişiklik talebini ifâde ederken, özellikle teşkîlâtların belirleyici olacağını vurgulamıştı. Genel başkan ve danışmanlardan oluşan bir merkez ekibinin kararlarından çok, artık teşkîlâtın partiye hâkim olacağı bir süreci başlatma vaadiyle yola çıkmıştı. Geçen sürede bunun ne kadar gerçekleştiği tartışma götürür. Bu ne kadar sözde kaldı ne kadar hakikate dönüştü bilmiyorum.
Senin işâret ettiğin o geçen haftaki yazımda da söylediğim şey şuydu: CHP’nin karakteri böyle. Kendisinden çok söz edilen, kendisi hakkında çok konuşulan, kendi meseleleriyle fazla meşgul bir parti. Ama bu, hayâtiyetini de sağlayan taraflardan biridir. Biraz önce konuştuğumuz gibi, toplumsal muhâlefetle, hayatla ilişkisi zayıf olsa bile, o iç meseleler teşkîlâtı canlı tutar. Bu canlılık galiba Tüzük Kurultayı’nda kendine bir yön bulacak. Yine de haftalardır yaşananlar, kulisler bize gösteriyor ki hâlâ derli toplu, önce ana muhâlefet partisi olarak, daha sonra da iktidar adayı olarak Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu politik önderliği ortaya koyacak güçlü bir çıkış için henüz çok fazla şey yapılmış değil. Zâten bunun bir süresi müzâkerelerle, “normalleşme” hikâyeleriyle geçti. Yerel seçimin gazını bu hareketliliğe henüz taşıyıp taşıyamadığını bilmiyoruz. Bu bir araya gelişten böyle bir enerji üretilecek mi bilmiyorum. Ama şimdiye kadar yaşanan kulisler, kişiler bazında, kişilerin pozisyonları bazında, adaylık meseleleri etrâfında yoğunlaşıyor.
Şimdi senin o kulislerden aktardığın, geçen hafta da Kadri’nin değindiği siyâsî yasak meselesini “Genel Başkan olarak önleme” hikâyesinde şöyle bir şey var: “Bu ülkenin Ana Muhâlefet Partisi’nin Lideri’ne Yapılmayacaklar”diye bir liste varsa, daha önce Kılıçdaroğlu’nu Çubuk’ta linç etmeye kalktılar. Onu bile durdurma ihtiyâcı duymadılar. Sâdece ana muhâlefet partisi liderliğinin, iktidârın yapabileceği politik manevralar için caydırıcı olup olmayacağı konusunda şüpheliyim. İkinci bir nokta var: Siyâsette, özellikle muhâlefetteki siyâsette, çok önemli ölçüde muhâlefet kamuoyunu da etkisi altına almış bir yaklaşım var. Sanki her şey önceden halledilecek, en iyi netîce alınacak sonuç bulunacak, sonra o sonucun önündeki bütün engeller temizlenecek, siyâseti bırakması gerekenler bırakacak, çekilmesi gerekenler çekilecek, herkes gerekli açıklamaları yapacak ve sonra rahatça bir yol yürünüp sonuca varılacak. Siyâsetin böyle yapılmasının doğru olduğunu kim söylüyor? Siyâset eğer rakipleriyle mücâdele ve bir yarışsa –ki ben siyâseti bu dar anlamıyla tartışmayı sevmiyorum ve böyle olmadığını düşünüyorum–, mâdem bu mühendislik meselesi bu kadar önemli, bu taktik hamleler bu kadar önemli, kişiler bu kadar önemli, o zaman neden açık yarıştan, teşkîlâtın ve daha sonra da seçmenin bütününün dâhil olacağı bir mücâdeleden pozitif bir sonuç çıkartmayı düşünmüyor hiç kimse? Niye herkes kendi kariyerinin yolunu engelsiz, problemsiz, kimsenin ona lâf söylemeyeceği, bir tür dokunulmazlık tüpünün içinden ilerleyerek, bir özel tünelden yürüyerek varılacak bir hedef olarak târif ediyor? Siyâset böyle bir şey değil ki. Siyâset öyle bir şey olmamalı diye düşünüyorum. Herkesin alanda, kendi etkisini, birilerinin kendi hakkında yaydıkları rivâyetleri doğrulayacak pratiklerle karşımıza gelmesi lâzım.
Bu son süreçte, bu görüşmeler trafiğinden yansıyan kulislerde, “Kim kimi destekleyecek? Kim kimin önünden çekilecek? Kim kiminin karşısında, kimin yanında yer alacak?” meseleleri konuşuluyor. Eğer bu tüzük kurultayı, biraz önce eksik olduğunu düşündüğüm enerjiyi aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru tekrar canlandıracak ve hakîkaten önce güçlü bir ana muhâlefet partisi, daha sonra da güçlü bir iktidar alternatifi yapacak bir enerji üretecek bir teşkîlât buluşması yerine, bu tür kısır meselelerin hâkimiyetine girerse, enerji emen bir sonuç doğuracak. Tâbir yerindeyse “dağ fare doğurur” mu bilmiyorum; ama iyi bir imkân kötü kullanılmış olacak. Tüzükte yapılacak değişiklikler buna ne kadar katkı yapar bilmiyorum. Çok önemli mi? Ama buluşmalar önemlidir. Bu açıdan, o süreçten çıkacak kulislerin yönünün bize daha sonrası için bir fikir vereceğini düşünüyorum. O yüzden dikkatle izleyeceğim.
Ruşen Çakır: Kadri, sen de önemsiyor ve dikkatle izliyor musun?
Kadri Gürsel: Ben de önemsiyor ve dikkatle izliyorum. Bu Tüzük Kurultayı’nın Cumhuriyet Halk Partisi’ndeki değişimin târihsel, siyâsal, ideolojik konturlarından ziyâde, taktiksel ihtiyaçlarına cevap vermek üzere, bir çatışma demeyeyim ama bir mücâdele alanı olacağı öngörüsüyle izleyeceğim bu Tüzük Kurultayı’nı. Çünkü “Değişim” diye ortaya atılan sloganın, Tüzük Kurultayı bağlamında içini dolduran hamleler, sanıyorum, ön seçimin, partinin seçimle iş başına gelen makamlarına belirlenecek adaylarının tâyininde ön seçimin bir norm olması, bir genel kural olması isteniyor. Partinin içinden ve dışından bu yönde bir tazyik var. Partiye yakın think tank’larda var bu. Yani “Belediye başkanları ve milletvekili adayları ön seçimle belirlensin. Merkez yoklamayla yâhut basit yoklamaya olmasın” denildiğinde, bu dinamiği, ister istemez Cumhuriyet Halk Partisi içindeki üç güç odağının karşılıklı konumlanışı bakımından değerlendirmek ihtiyâcı doğuyor. O da şu: Cumhuriyet Halk Partisi, Tüzük Kurultayı’ndan ön seçimin genel kural olarak kabul edildiği bir tüzükle çıkarsa, ister istemez bundan sonraki süreçte, Genel Merkez’in ve Genel Başkan’ın siyâseten zayıfladığı bir Cumhuriyet Halk Partisi ortaya çıkacak. Buna karşılık, delege üzerinde etkisi ve gücü fazla olanların da güçlendiği bir şey çıkacak. Tabiî Genel Merkez’in ve Özgür Özel’in delege üzerindeki etkisi –açık konuşalım, adını koyalım– İmamoğlu’nun etkisinden fazlaysa –ki zannetmiyorum–, yâhut Kılıçdaroğlu’nun etkisi kadarsa, önümüzdeki dönemde bunlar parti içindeki dengeleri belirleyecek.
Ama partinin genel başkanı olmak isteyen bir politikacının –İmamoğlu’nu kastediyorum– varsa böyle bir planı, delegeden emin değilse, ön seçimi zorlamaz; eminse zorlar. “Nasıl olsa ben delegeyi kontrol ediyorum. Benim istediğim adaylar Meclis’e girer. Benim istediğim belediye başkanları seçilir” diye bakabilir meseleye. Cumhuriyet Halk Partisi’nde ön seçimin genel kural olması husûsundaki tartışmaların, şu aşamada partinin değişimi, partinin siyâsî ve ideolojik olarak tekâmül etmesi açısından değil de, taktik açıdan ve bundan kimin güçlenerek çıkacağı hesâbı yapılarak sürdüğünü düşünüyorum. Bu açıdan bakıyorum ben de meseleye.
Tabiî Tüzük Kurultayı tartışmalarına paralel olarak, bir de siyâset yasağı tartışmaları var. MHP’lilerin Kılıçdaroğlu’na yönelik açtığı, siyâset yasağı istenen bir dâvâda iddianâme kabul edildi. Üç buçuk yıla kadar hapis ve siyâset yasağı isteniyor. İlk duruşma 3 Aralık’ta olacak. Tabiî bu dâvâ “Ahmak Dâvâsı”na benzemiyor. “YPG bizim için terör örgütü değildir. YPG kendi vatanını kurtarmak için örgütlenmiş bir oluşumdur” sözleri nedeniyle, Kılıçdaroğlu’nu bir “ulusal güvenlik problemi” olarak târif eden bir iddianâme. Bu da bize şunu söylüyor: Bu otoriter rejim, Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı’na da siyâset yasağı getirir. Eğer Genel Başkan İmamoğlu olursa, onun yanında Kılıçdaroğlu ile berâber de bunu yapabilir. Belki İmamoğlu’na bunu yapabilmek için Kılıçdaroğlu’na da yapmak istiyorlardır veya duruma göre bunun altyapısını oluşturmak amacındadırlar. Burada bir görev dağılımı olduğunu görüyorum. Burada bu görev MHP tarafından üstlenilmiş ve îfâ ediliyor.
Bu açılardan baktığımızda siyâset yasağı ihtimâli ve onun dışında Mansur Yavaş hakkında uzun zamandır söylenen bağımsız adaylık meselesi, iktidârın Cumhuriyet Halk Partisi’ni dizayn etmek gibi bir gaye güttüğünü gösteriyor bize. Önümüzdeki ilk seçimde, muhâlefetin adayını belirlemek gibi bir politikayı, yargıyı da araçsallaştırarak adım adım uygulamaya koyduğunu gösteriyor. Cumhuriyet Halk Partisi’nin şu aşamada, Tüzük Kurultayı kadar, asıl bir de bu meselesi olduğunu düşünüyorum. Özgür Özel’in Kılıçdaroğlu hakkındaki iddianâmenin kabul edilmesinden sonra, “Cesedimi çiğnerseniz” diye verdiği demeç önemlidir; not edilmelidir. Militanca bir çıkıştır bu. İktidârın bu tür şeytânî ayak oyunlarının, şeytânî planlarının, ancak partinin militanca tepkileri ve militanlığı örgütlemesiyle durdurulabileceğini düşünmekteyim. Tabiî o kadar abartılı değil. “Cesedimi çiğnersiniz” bir benzetmeden ibârettir. Burada kastedilen “ölmek ve öldürmek” değildir elbette. Şiddet değildir. Kastettiğim de bu değil. Tüzük Kurultayı keşke bu açıdan da izlenebilseydi. İlginç tartışmalara sahne olacak. Cumhuriyet Halk Partisi’nde daha önce fermuar sistemi de uygulanabiliyordu. Fakat Kılıçdaroğlu CHP’si, aşırı merkezî bir parti yarattı. Partide her şey merkezden belirlenir oldu. Bunun dengelenmesi şart elbette. Ama bunun dengelenmesi için de ön seçim tartışmasının parti içindeki güç savaşlarına, taktik planına fedâ edilmemesi gerekiyor. Bunun felsefî, ahlâkî ve ideolojik düzeylerde de ele alınabiliyor olması lâzım.
Ruşen Çakır: Evet, bu haftayı böyle noktalayalım. Birçok şeyi konuştuk. CHP ile noktaladık. Haftaya herhalde ağırlıkla yine CHP konuşacağız. Çünkü Kurultay Ankara’da cuma günü fiilen başlamış olacak. Önce Sivas Kongresi, ama esas olarak Ankara’da başlayacak. Bu arada toplumsal muhâlefet görüntülerinin önümüzde hafta daha da artma ihtimâli olabilir. Şu anda daha çok çiftçiler bu işi götürüyor gibi gözüküyor. Konuştuğumuz gibi, onlar da birbirinden bağımsız ve örgütlenmemiş bir halde feryat ediyorlar. Dikkat çekmek, haklarını savunmak istiyorlar. Gerçekten çok acâyip. Medyascope’ta haberi yapıldı bunun. Meselâ 1 liraya satılan domatesi, biz 20 liraya, 30 liraya alıyoruz. Ürünler çiftçilerin elinde kalıyor ve çöpe atıyorlar. Çok acâyip görüntüler çıktı.
Bu arada gördünüz mü bilmiyorum, Amedspor maçına giden Sakaryalı taraftarların videoları vardı sosyal medyada. Yeşil maskeler takmışlar, bir minibüsün içindeler. Öyle gitmişler maça. Futbol Federasyonu Başkanı’nın açılışta Diyarbakır’a gitmesi, bir gece kalması, belediye başkanlarıyla birlikte olması ne kadar olumluysa, bu da o kadar sakat ve tehlikeli bir şey. Umarım, Amedspor üzerinden tahrikler olmaz. İstanbul’daki ilk maçta da olmuştu, tribünde olaylar çıkmıştı. İnsanların daha dikkatli olacağını umuyorum. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. Kadri Gürsel ve Kemal Can’a çok teşekkürler. İzleyicilerimize de teşekkürler. İyi günler.