Vedat Milor ile sohbet: Yaşam zevkine ulaşmanın bugünkü yolları

Ruşen Çakır konuğu Vedat Milor ile Milor’un Kronik Kitap’tan çıkan Yeni Dünya Yeni Kurallar – Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları kitabını konuştu.

Vedat Milor ile sohbet
Yeni Dünya Yeni Kurallar - Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları
Yeni Dünya Yeni Kurallar – Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları

Peki, baş döndürücü bir hızla değişen bu dünyaya nasıl ayak uyduracağız? Geleceğimizle ilgili hâlâ planlama yapabilir miyiz? Nereye kadar? Yenal Bilgici sordu, Vedat Milor yanıtladı: Yeni Dünya Yeni Kurallar. Yaşam zevkinin bugünkü yollarına, çağımızda var olmak için gereken yetenekler setine, bu çağda insan kalmaya dair derinlikli bir sohbet.

   

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Bugün çok iyi bir konuğumuz var: Vedat Milor. Gazeteci Yenal Bilgici sordu, o cevapladı. Yeni Dünya Yeni Kurallar: Yaşam Zevkine Ulaşmanın Bugünkü Yolları, Kronik Kitap’tan çıkan yeni bir kitap, tâze bir kitap ve biz Vedat Milor’la bu kitaptan hareketle çok şey konuşacağız. Merhaba Vedat Bey.

Vedat Milor: Merhaba Ruşen Bey.

Ruşen Çakır: Evet, siz benim liseden abimsiniz, ama o zamanlardan tanışmıyoruz. Ben açık söyleyeyim, Medyascope’u yaptığımızdan beri, bir punduna getirsem de Vedat Milor’u konuk alsam diyordum. En son İletişim’de çıkan kitabınız için uğraştım, beceremedim. O yine yemek üzerine olan kitaptı. Çok keyifliydi. Ama burada Yenal’la yaptığınız kitap gerçekten çok etkileyici. Yenal’ı özellikle de tebrik ederim. Ben editörlük de yaptığım için biliyorum; her anlamıyla çok iyi paketlenmiş bir kitap diyeyim sonuçta, uzun bir söyleşi var. O kadar çok şey var ki burada konuşacak. Ama önce biraz, kitabın birtakım ana temalarını sormak istiyorum. Öncelikle şunu sormak istiyorum: Şimdi, “Kimseye yol göstermek gibi bir amacım yok” diyorsunuz kitabın girişinde. Peki, o zaman niye böyle bir kitap yaptınız? Çünkü kitapta hayâtınızı anlatıyorsunuz ve bayağı çıkarttığınız dersleri anlatıyorsunuz, bunları dile getiriyorsunuz. Tamam, yol göstermiyorsunuz; peki, ne yapıyorsunuz?

Vedat Milor: Yol göstermiyorum tabiî; çünkü benim tepkim, karıştırılmaması için kitabın girişinde bahsettim: “Bu kişisel gelişim kitabı değil” dedim; yani o kişisel gelişim literatürünü eleştirdim. O tip kitaplar genelde çok sığ oluyor. Çok, “Şöyle yaparsan böyle yaparsan, 10 derste mutluluğun yolları, 10 derste para kazanmanın yolları, 10 derste kadın tavlamanın yolları” gibi. Neyse, yani sanki hiçbir engel yok insanlarda, her kapı açıkmış gibi varsayımlarla hareket ediyorlar. Ben dedim, önemli olan diyalog. Yani iyi sorular sorulunca siz de elinizden gelen en iyi cevapları veriyorsunuz. Burada bir diyalog yaratma, çeşitli konularda kendi yaklaşımımı ve yaptığım hatâları da anlatmak var. Ama “Şu dersi çıkarın, bu dersi çıkarın” demiyorum. Yani herkes kendi istediği sonuçları çıkarır. Önemli olan ufkumuzu genişletmek, rahat bir şekilde birçok sorunu tartışmak. Yani bence önemli olan, bir şeyin nasıl yapılacağını söylemek değil; insanları iyi soru sormaya yöneltmek. Üniversite hocası olarak da onu yapmaya çalışırdım. Nasıl hipotezler ortaya koyarsınız, nasıl yaklaşırsınız herhangi bir soruna diye. Mesela bir sosyal olgu verirdim, üç farklı hipotezle gelmelerini isterdim bakılabilecek. Yani önemli olan o ufku genişletip alternatif açıklamalar yapabilmek. Örneğin, bizim insanımız ya da birçok kişi –bana göre cehâletin bir göstergesi– diyelim bir videoda yüzümü görüyor, flaştan dolayı kırmızı meselâ, şu anda olduğu gibi, hemen diyor: “Ooo, abi kafayı bulmuşsun”. Çünkü kafasında tek bir şey var. O kadar güçlü önyargıları var ki, her gördüğü olguyu o şeye indirgemeye çalışıyor, o önyargıya indirgeyip onu doğrulamaya çalışıyor. Burada kitabın öyle bir amacı varsa, o yol göstermek değil; bu tip ezbere yaklaşımları kırmak diyebilirim.

Ruşen Çakır: Vallahi, bu anlamda ben baktığımda açıkçası biraz ürkerek baktım. İlk başta şey sandım, yine yemek çıkacak sandım. Yemek var, ama az var, mutfak az var ve çok ciddî bir yolculuk var aslında, sizin hayâtınızla berâber. Onu birazdan ayrıca sormayı düşünüyorum. Çünkü sizi kamuoyunda herkes, “yemek uzmanı”, “mutfak uzmanı” olarak biliyor; ama siz çok değişik eğitimler almış birisiniz. Onun öncesinde şunu sormak istiyorum. “İyi vakit geçirmek” kitapta çok yerde karşıma çıktı. Zâten kitabın altbaşlığında da, “Yaşam Zevkine Ulaşmak” diyorsunuz. İyi vakit geçirmek sizin anladığım kadarıyla en temel hedeflerinizden biri. “Neden böyle bir hedef?” diye soracağım ve de şunu soracağım: Vedat Milor bu hedefe ulaşabildi mi?

Vedat Milor: Benim öyle bir hedefim yok aslında. Yani kitapta da sanmıyorum. Şimdi şöyle: Tabiî dışarıdan bakıldığı zaman ne görülüyor? Koyduğum pek çok Instagram paylaşımı olsun, YouTube videosu olsun, yemek yerken görülüyor. Aslında herkesten daha bile az yemek yiyorum. Çünkü kahvaltı etmiyorum, öğlen çok hızlı geçiştiriyorum. Meselâ şimdi ofiste bir rafadan yumurtayla dört tâne kiraz domates yedim, 5 dakikalık bir öğle yemeği. Öyle bir hedefim olmadı; fakat dışarıdan bakanlar onu görüyor. Bir de şu var: Sizin 2017’de Prof. Şerif Mardin’le çok çok güzel bir söyleşinizi dinledim. Dün akşam bir arkadaşım yollamış. Şerif Mardin tabiî çok değerli, dünya çapında bir sosyal bilimci, hümanistti. Çok güzel bir şey söylüyor, diyor ki: “Türk toplumu çok göz odaklı”; yani her şey göz odaklı. Hakîkaten insanlar birçok açıdan derine inmiyor. Meselâ şu anda bakan biri der ki: “İşte, saçın niye şöyle? Gözün niye böyle? Niye kahverengi gömlek giydin? Niye bilmem ne giymedin?”” Yani insanımız, dünyanın hiçbir yerinde görmediğim kadar biçim ve göz odaklı ve hemen hemen hiçbir şeyde çok derine inmiyor. Şerif Mardin bunu ayrı bir bağlamda kullanmış. Meselâ verdiği bir örnekte diyor ki: “Belediyeler, içki içmeyi belli yerlere kısıtlıyor, hani gözükmesin diye, şuralarda içilebilir, buralarda içilemez”. Yani göze gözükmesin. Tabiî, bu bizim ahlâk anlayışımızın, kültürümüzden gelen ve bir ölçüde de dinden gelen ahlâk anlayışının da temelinde yatıyor, o sathîlik, o çifte standartlık. Bir anlamda ikiyüzlülük de denebilir ona. Bu çok kuvvetli. O yüzden iyi vakit geçirmek gibi bir şeyim yok ve hiçbir zaman da olmadı. Şu oldu hayâtımda: Önemli olan benim için daha çok kendimi geliştirmek ve mümkün olduğu kadar bana zevk veren, haz veren şeylerle ilgilenmek. Ama haz veren derken, tabiî yemek onlardan biri; ama genel estetik hazdan bahsediyorum. Okumaktan, iyi film izlemekten, yeni yerler görmekten, yeni şeyler öğrenmekten ve belki de en önemlisi, yani ülkede karşıma çıkıyor, etrafımdaki çirkinlikleri mümkün olduğu kadar hayâtımdan uzaklaştırmak istiyorum. En önemlisi bunun, insanlar… Çünkü dünyanın her yerinde, bizde de, hoca ondan da bahsetmiş, Şerif Mardin… Ben “hödük” deyimini kullanıyorum, o başka bir deyim kullanmış. Etraf hödüklerle dolu, yani sizi sinirlendiren insanlarla dolu; kötü sorular soran, önyargılı, saçma sapan konuşan… Mümkün olduğu kadar kendimi bunlardan uzak tutmaya çalışıyorum. Mümkün olduğu kadar popüler kültürden, hattâ sosyal medyadan, gündelik olaylardan, vaktimi boşa harcamaktan imtinâ ediyorum. Bir şey izlediğim zaman kaliteli olmasına dikkat ediyorum. Ne bileyim? İşte bir Coşkun Aral, Emrah Safa Gürkan Bey gibi daha düzgün podcast’ler; televizyon seyrettiğim zaman iyi filmler; bir dizi izlesem yine işte “The Bear” gibi ya da “The Wire” gibi en iyileri, okuduklarım falan… Benim hayâtımdaki amacım, sonunda şunu diyebilirim burada: “Haz” denebilir, ama hazzı çok genel anlamda kullanıyorum, kendimi geliştirmek. Bir de tabiî güzel sohbetlerden çok zevk alıyorum. O yüzden insan faktörü çok önemli. Yani etrâfımdaki insanların hoşlandığım insanlar olması… Önemli bir şey yapıyorum diyelim hayâtımda, prensibim var: Çok nâdiren böyle zengin ve güçlü insanlarla birlikte olurum, menfaatim olsa bile. Ondan belki, hani Türkiye’de iş yapan, sponsor yapan biri olarak network yapmam gerekir; yapmıyorum hiçbir şekilde. Çünkü daha çok böyle iktidarda olan, zengin ve güçlü insanların çok azının konuşmalarından zevk alabiliyorum. Genellikle donanımlı olmuyorlar. Söyleyecek bir şeyleri olmuyor, kendilerini övmek dışında. O yüzden onlar arasında da çok seçici davranıyorum. Bu seçiciliği yaşamıma uyguluyorum. Yani, benim hayâtımda felsefemi hep bu şekilde ifâde etmeyi tercih ederim — iyi vakit geçirmekten çok. Ama sonunda böyle yaptığım zaman, tabiî daha dolu geçiyor hayat.

Ruşen Çakır: Şerif Mardin dediniz. Şerif Mardin’in –siz bilmiyorsunuzdur ama– benim hayâtımda çok önemli bir yeri vardır. Çok yakın arkadaştık, benim bir tür mentor’umdu hayatta. Ben İslâmcılık çalışmaya başladığımda gazeteci olarak, Şerif Mardin’le kısa bir süre sonra tanıştım. Çok ortak noktamız vardı ve kendisini hep saygıyla, sevgiyle hatırlıyorum. Bu vesîleyle bir kere daha rahmet dileyelim. Şimdi Vedat Milor deyince –bâzen “Milör” diye kaçabiliyor, başkaları da yapıyor biliyorum– Milor deyince akla hemen yemek geliyor tabiî, mutfak geliyor. Halbuki çok farklı alanlarda eğitimleriniz var, deneyimleriniz var, okumalarınız var, bahsettiniz; tanışıklıklarınız var. Şimdi bu durum sizi rahatsız etmiyor mu? Siz meselâ sosyoloji okudunuz, Fransa’da yüksek lisans yaptınız, Dünya Bankası’nda çalıştınız, Kemal Derviş vs… Bütün bu yaşananlar, hocalık yapıyorsunuz falan; ama herkesin aklına yemek geliyor. Bu iyi bir şey mi?

Vedat Milor: Beni hiç rahatsız etmiyor; tam tersine diyeceğim, çünkü şundan: Bu işi yapmasaydım ve Türkiye’de tanınmasaydım bu alanda, şu anda yaptıklarımı çok az kişi bilecekti, kitaplarımı çok az kişi okuyacaktı. Halbuki izleyicilerim arasında çok önemli bir kesim benim diğer alandaki çalışmalarımı, başarılarımı, düşüncelerimi biliyor, merak ediyor. Meselâ Kronik’ten çıkan ilk kitabım Hesap Lütfen, Nurhak Kaya Bey’le, o da çok başarılıydı, çok güzel sorular sordu. Yine doktora tezim, ki Amerika’da Amerikan Sosyoloji Derneği tarafından senenin en iyi tezi seçilmişti, 1990 yazımı doktora tezi, onu Türkçe çıkardım yine İletişim’den. Birçok insan biliyor, yani ben bu işi yapmasaydım diğer alanlardaki başarılarımı hemen hemen hiç kimse bilmeyecekti ya da bir 50-60 kişi bilecekti. Halbuki şimdi bu rakam belki 50 bin, 60 bin. Bir de, gazete yazılarımda da her konuyu tartışabiliyorum, kültüre girebiliyorum, sosyal konulara girebiliyorum, yazılarımı okuyanlar bilirler. Öte yandan kötü gastronomiyi de zâten daha birçok yazılarımda sosyokültürel bağlama oturtuyorum. Yani bana daha geniş bir esneklik veriyor, o yüzden şikâyetçi değilim. Bir de tabiî eksisini düşünün. Meselâ hocalık yapmaya devam etseydim, hele Türkiye’de falan, atılacaktım, kovulacaktım. Yani en iyi ihtimal, o kadar başarılı olacağımı sanmıyorum, Ruşen Çakır olacaktım yani belki. Ciddî konuşuyorum, çok ciddîyim. Kolay değil yani bu, bayağı çalışmak lâzım. Çünkü tahmin edebiliyorum; korkunç bir tempo, onunla ilgili olacaksınız, her şeyiyle. Ayak parmaklarınızın üstünde duracaksınız falan. Yani gayet mutluyum hayâtımdan o açıdan, hiç merak etmeyin. Zaman zaman tabiî bâzıları bir şeyden hoşlanmadığı zaman diyorlar ki: “Sen sus, bu konulara girme” diyor insanlar. Ama halbuki herkes yemek konusuna giriyor. Çünkü yemek öyle bir şey ki… bu şey gibi değil, yani ne bileyim? İktisat gibi değil. Herkesin fikri var, herkes bildiğini zannediyor. Onlar da giriyor. Herkes her konuda konuşuyor. Fakat bana böyle bir şey dedikleri zaman, “Sen girme bu konulara” vs. gülüyorum. Yani ne bileyim? Bir kadına, hani “Elinin bilmem nesiyle erkek işine karışma” der gibi, “Sen siyâsete, şuna buna, futbola karışma” dedikleri zaman gülümsüyorum. Hiç beni etkilemiyor.

Ruşen Çakır: Yemek demişken aklıma geldi, kitabın bir yerinde Türk mutfağından bahsederken benim memleketim geçiyor: Hopa. Hopa diyorsunuz. Hopa’da yemek yemişsiniz belli ki, merak ettim birden. Ne kaldı aklınızda Hopa’dan? Ben Hopalı’yım. Laz’ım.

Vedat Milor: Hopa’da kadınlar kaldı, yani iyi anlamda. Çünkü hakîkaten İsveç gibi bir yer yani. Kadınlar ve erkeklerin birlikte olduğu, sofraya oturduğu, inisiyatif sâhibi olduğu, güldüğü, eğlendiği gerçekten uygar bir yer Hopa bence. Ne bileyim, Tunceli falan da öyle. Bâzı yerler var ki Türkiye’de, çok zevk alıyorum orada bulunmaktan. Yani Hopa’da da aynı zevki aldım. Bir de şey aklımda kaldı, insanlar boylu poslu bayağı. Belediye Başkanı’yla falan da tanıştığımı hatırlıyorum. Yani gördüğüm insanlar, Gürcü mü oranın kökeni etnik olarak bilmiyorum yani, ama o da dikkatimi çekti. Maşallah, yapılı, sağlıklı insanlar. Kültürlü, okumuş falan aynı zamanda. Çok zevk almıştım Hopa’dan. Bir de nefis galiba bir pide falan yemiştik. O da var. Yemek de güzeldi. Fakat yemekte ne yediğimi hatırlamaktan çok, o çekim için değildi, işte benim orada kadınların sohbete katılması, rahat konuşması ilgimi çekmişti. Yani aydın bir yer. 

Ruşen Çakır: Evet, o anlamda okuryazar oranı çok yüksektir. Neyse; şimdi şunu sormak istiyorum: Âilenizden, yani “âileniz” derken anne babanızdan birçok vesîleyle bahsediyorsunuz. Değişik kitaplarınızda, bir önceki kitabınızda da vardı. Okullarınız var, evliliğiniz var. Eşiniz ve kızınızdan da çok bahsediyorsunuz. Bir de işleriniz var. Bütün bunların hepsi kitapta okuduğumuzda hep zaman zaman karşımıza çıkıyor. Bunlar nasıl şekillendirdi hayâtınızı? Yani kimi zaman okul, kimi zaman ev, kimi zaman iş herhalde… Meselâ şunu fark ettim: Çok disiplinlisiniz. Belli bir saatte muhakkak uyuyorsunuz. Belli bir saatte hiç kimseyi kabul etmiyorsunuz. Çalışma saatleriniz var. İşinizi çok önemsiyorsunuz, çok disiplinlisiniz, öyle anladım. Yoksa kitap bizi yanıltıyor mu?

Vedat Milor: Yok, doğru. Hemen hemen herhangi bir insanı, yani öyle Ruşen Çakır, kim olursa olsun ya da Ali Veli, etkileyen bunlar. Bunun dışında belki sporu ekleyebilirim. Gençlikte Galatasaray Lisesi’ndeyken pinpon takımında olmak, Tenis Eskrim Dağcılık’taki ve Galatasaray’daki kolektif başarı ve arkadaşlık ve sporun getirdiği disiplin tabiî ki önemli. Fakat doğru herhalde, çünkü ben dedemle ve babaannemle büyüdüm: Handan Milor, Tahir Milor. Dedem meşhur Konyalı Tahir Paşa vardır, işte onun torunu. Annesi çok güçlü bir kadın. Konya’da Millî Müdâfaa Cemiyeti kadın kolunu falan kuran, Konya’nın epey ileri gelen bir âilesi. Mecidiyezâde Âilesi. Dedem de çok ileri görüşlü. Çünkü babası erken yaşta ölüyor. Almanya’ya yolluyor daha 14 yaşındayken. Almanya’da dedem tahsilini bitiriyor, tarım yüksek mühendisi. Kolunda da, işte, sarışın bir Alman’la geliyor evlenmek için Konya’ya. Fakat o Alman, disiplini de birlikte getiriyor tam kadınla birlikte. Sonra diyorlar ki: “İyi de, bu kadın buraya adapte olamaz” falan. Hakîkaten de olamıyor fazla. Ama dedem gidiyor, sarışın sevdiğini bildikleri için babaannemle tanıştırıyorlar. O da sarışın, mavi gözlü falan. İşte onlarla büyüdüm ben. Gerçekten dedem çok sabırlıydı, ama çok disiplinliydi. Çocukken herhalde en önemlisi o; yani onu gözledim. Kitap sevgisini, okuma disiplinini… Boş lâftan da hiç hoşlanmazdı.Meselâ en kızdığı şeylerden biri, hatırlıyorum: Misâfirler gelir, artık allahaısmarladık der kapıya giderler. Ondan sonra babaannem, karşı taraf falan bir şey konuşurlar, kapıda kapı açıkken 20 dakika daha sohbet ederler. Dedem derdi ki: “Oturun, içeri gelin, herkesin duymasına gerek yok. Bittikten sonra allahaısmarladık denir gidilir, yani burada fazla konuşmaya gerek yok”. Tabiî bunları gözlemlemek çok önemli çocuklukta. Bütün bunlar son derece mühim. Tek tek de kitapta bunları anlattım. Çok hikâyeler var. Türkiye’de yaşamamamda da önemli bir engel oldu, neden oldu belli âile sorunları. Dedemle babaannem öldükten sonra, annemle babam ayrı tamâmen, bir yerde kendimi çok boşlukta hissettim. Kendi hayâtımı yurtdışında kurmaya karar verdim; çünkü bir şey olmadığını gördüm benim için ülkede, bir güvenlik ağı diyeyim, yani dayanabileceğim insanlar. Ve baktım ki hakîkaten bizim ülkede torpil çok geçerli. Benim öyle bir şansım yok, yani tanıdık şey yok. Bir dayanışma kuracağım âilem de kalmamıştı. O açıdan da etkiledi diyeceğim, yani yurtdışına gidip orada doktora yapmam, orada kalmam, Dünya Bankası’na girmem falan gibi sebepler. Ama yani kitabı okuyan herkes görür tabiî. Yani evlilik tabiî çok mühim. Çünkü orada önemli olan şu; daha çok gençken bile o konuyu konuşurduk, çocukken diyeyim ya da. Hep derdim; benim için eş deyince en önemlisi şeylerimizin tutması. Yani çekicilik çok önemli tabiî, olmazsa olmazı çekicilik. Fiziksel çekicilik dışında diyordum, akıl çok önemli. Şeyimiz benzer olacak, beyin dalgalarımız ve her konuyu konuşabileceğim ve onun da bana bir şey katması lâzım. O yüzden de zâten eş seçerken de buna dikkat ettim. Hakîkaten hâlâ bu benim için çok mühim. Çünkü bakıyorum, birçok uzun zaman birlikte olmuş çiftler artık tamamen fonksiyonel konuları konuşuyorlar. İşte, “Ne alacağız?”, “Şu parayı nasıl harcayacağız?”, “Şunu nasıl yapacağız?” falan. Halbuki biz her konuyu tartışabiliyoruz, konuşuyoruz. Kitaba da çok girdi o tartışmalarımız. Yenal Bey de soruları yolladıktan sonra ben gerek eşimle gerek de kızımla tartışıyordum ve yeni sorular açılıyordu, yeni bir pencere açılıyordu her zaman için. Bu yaşamda bence çok büyük bir zevk. Tabiî ki gene okul da çok mühim. Orada da sevdiğimi yaptım, yani ekonomi okudum ama doktoramı sosyolojide yaptım; çünkü târih ve sosyolojiyle daha çok ilgiliydim, seviyordum. Yani hiçbir zaman şey için yapmadım okumak işini, kariyer düşünmeden yaptım. “Hoca olurum” dedim, “Profesör olurum” dedim. Başka hiçbir şey düşünmedim. Bunların hepsini kitapta anlatıyorum zâten. Hesap Lütfen’de de var, bu kitapta da var. Ama elimizdeki tek geçerli bu dedikleriniz. Yani en önemli ögeler bunlar hayatta.

Ruşen Çakır: Siz şimdi Türkiye ile çok bağlantılısınız, çok gelip gidiyorsunuz, televizyon programları da yaptınız vs., ama anladığım kadarıyla hayâtınızın büyük bir kısmı ABD başta olmak üzere yurtdışında geçiyor.

Vedat Milor: Doğru.

Ruşen Çakır: Şimdi, ben yurtdışında yaşayan çok Türk’le tanışıyorum. Kimisi çok ilgili, Türkiye’de olup biteni benden daha iyi bilenler var. Kimisi çok kayıtsız, kimisi arada sırada bakıyor vs.. Sizin ilgili olduğunuzu biliyorum, ama şunu merak ediyorum: En çok neleri önemsiyorsunuz Türkiye’ye baktığınız zaman — olumlu, olumsuz? Yani siyâset mi, ekonomi mi, insanlar mı? Ne sizi üzüyor ya da heyecanlandırıyor Türkiye’de?

Vedat Milor: Her şeyden önce Galatasaray maçlarını izliyorum. O beni heyecanlandırıyor  ya da üzüyor. Siyâseti izlemek şöyle: Yani siyâseti analiz ediyorum, sonunda doktora konum târih ve siyâset sosyolojisi. Bu konuda fikirlerim var aşağı yukarı. Orada daha çok bir traji-komedi gibi izliyorum. Mümkün olduğu kadar dinlememeye çalışıyorum. Çünkü o kadar sathî, o kadar şey bir düzeyde icrâ ediliyor ki siyâset… yani âdeta insan zekâsına hakaret eden diyebileceğim kadar. “Don’t insult my intelligence” derler bir düzeyde. O yüzden çok fazla izlemiyorum. Fakat Türkiye’de tabiî beni heyecanlandıran, benim tüm hayattaki, yaşamdaki önem verdiğim konular, mizah anlayışım falan tam anlamıyla Türk, yani bize uyuyor. O yüzden Türkiye deyince aklıma ilk gelen, bana en çok zevk veren, arkadaşlarım ve sevdiklerim oluyor. Çünkü Türkiye’de olduğum zaman –ki yarısına yakın senenin–, çok büyük haz alıyorum sohbetlerden, konuşmaktan. Benim esprimi anlayan ya da gülen insanlar daha fazla ve aslında çok zengin, güzel bir sosyal yaşamımız ve dayanışmamız var kendi aramızda. Sonra bâzı irrasyonel şeyler bile çok hoş. Yani Türkiye’de, burada görmediğim, yani dünyanın hiçbir yerinde görmediğim kadar, zaman zaman insanlar asil davranabiliyor. Bir yandan bakıyorsunuz, çok öfkeli insanlar, bâzen linç etmeye çalışıyorlar diğerlerini. Çok günlük bir anarşi var yaşamda falan. Ama öte yandan da aynı insanlar hiç beklenmedik şekilde son derece cömert, son derece düşünceli olabiliyorlar. Çok uçları yaşıyorsunuz aslında Türkiye’de. O açıdan, yani ben herkes neyle ilgileniyorsa onlarla ilgileniyorum sonunda diyeceğim. Yani tamâmen tabiî ki şeyin içindeyim, Türkiye’de olan bitenlerin falan, ekonominin, siyâsetin… Fakat tabiî bunu söylemeden edemeyeceğim: 2002’den sonra öyle bir döneme girdik ki Türkiye’de, bu açıdan yavaş yavaş ve giderek üzülerek şunu gördüm; yani dünyanın birçok yerinde de gördüğüm, kitapta da bahsettiğim: İktidarda kalma ve sağlamlaştırmanın tek yolu olarak kutuplaşma görüldü. Yani devamlı iç düşmanlar üretmek; çünkü dış düşman da olabilir ama o savaşa gidebilir, iç düşman daha kolay. Devamlı iç düşmanlar, devamlı yabancılaştırmak, ötekileştirmek, ötekileştirip domine etmek… Tabiî ki buna büyük bir tepki duyuyorum. Çünkü yaşamın daha güzel olabileceğini ve bunu hak etmediğimizi düşünüyorum. Bunu da söylemek istedim.

Ruşen Çakır: Şimdi şunu fark ediyorum. Ben de bir dönem ABD’de yaşadım, Washington’da gazetecilik yaptım, 2004 sonundan 2007 ortasına kadar. Meselâ o tarihlerde ABD’de, ama Avrupa’da da Türkiye’ye yönelik çok büyük bir ilgi vardı. Hem kurumların ilgisi vardı hem de insanların bir ilgisi vardı. Ama son dönemde, yurtdışında yaşayan, meselâ Washington’da think tank’lerde falan çalışan arkadaşlarım, artık Türkiye ile ilgili programların azaldığını, kimsenin Türkiye ile çok fazla ilgilenmediğini söylüyorlar. Avrupa’da da bir ara Avrupa Birliği tartışması vardı; oradan dolayı bir heyecan vardı, o da gitti. Siz de bunu gözlüyor musunuz? Dünyada Türkiye’ye ilgi ve buna bağlı olarak da aslında ilgiyle berâber bir tür sempati de vardı sanki Türkiye’ye yönelik. Böyle bir şey vardı; Türkiye’yi İslâm dünyasının, Ortadoğu’nun bir modeli, örnek ülkesi falan gibi görme de vardı. Bunun zamanla gerilediğine siz de tanık oluyor musunuz, yoksa sizin deneyiminiz farklı mı?

Vedat Milor: Tabiî ki siz basında olduğunuz için, gazetecilikte tam şey dünyasındaydınız, bu think tank’lerin dünyası, yani Türkiye’yi izleyen entelijansiya diyelim, yani siyâsîlerden oluşan o dünya. Ben de Dünya Bankası’nda çalışırken o dünyanın içindeydim. Şimdi daha çok Atlanta’da olduğum için o dünyanın içinde değilim. Fakat tanıdığım çok insan Türkiye’yi izliyor. Tabiî ki çok büyük bir hayal kırıklığı var; çünkü Türkiye, bakılır bakılmaz artık fikir özgürlüğünün hiç olmadığı bir yer olarak görülüyor. Bâzıları açık hava hapishânesi olarak görüyor Türkiye’yi. Ve açıkçası hiçbir şekilde câzip gelmeyen bir ülke. 2000’lerin başında câzip geliyordu; çünkü bayağı bir enerji vardı Türkiye’de ve İstanbul’da. İnsanlar genelde umut doluydu. Bayağı böyle, sanat hayâtı da çok canlıydı İstanbul’da o sırada. Ve gerçekten dışarıdan bakanlar bir üçüncü yol görmeye başladılar orada, Türkiye’de. Acaba böyle bir şey olacak mı? Yani Franco sonrası İspanya gibi Türkiye’de de bir canlanma, bir nevi bir rönesans doğacak mı? Ve burada sizin konunuz bu, benden çok daha iyi bilirsiniz, yani İslâm bu tip bir şeyde, tekrar kendini yenilemede, canlanmada katalizör rolü görebilir mi? Fakat yavaş yavaş bütün bu umutlar tabiî ki söndü. Dışarıdan bakıldığı zaman, artık dünyadaki birçok benzeri gibi, bir Ortadoğu ülkesi olarak gözüküyor, yani bataklığın içi. Türkiye’ye yaklaşım artık daha çok enstrümantal diyeceğim; yani tamamen işte… “Bizim aleyhimize iş yapmasınlar, istemediğimiz mültecileri alsınlar, gerekirse çöpümüzü gönderelim, artığımızı gönderelim” gibi. Artık pek fazla bir şey kalmadı, dediğiniz gibi, yani bir ilgi kalmadı. Şimdi ben daha çok şöyle şeyler duyuyorum: “Aa, siz Türkler, ben hatırlarım… yaşlılar söylüyor, ne kadar kahramansınız, Kore Savaşı’nda ne kadar bize yardımcı oldunuz” falan gibi. Yani bizim aslında duymaktan çok hoşlanmadığımız genellemeleri duyuyorum. Fakat çok haklısınız, yani bir Türkiye modeli, Türkiye yaşam biçimi en son o Gezi sırasında oldu. Batı’da heyecanlandılar, diyorlardı ki: “Bizim üstümüze ölü toprağı serilmiş gibi. Siz gerçekten bir şey yapabildiniz. Yani hâlâ Türkiye’de belli bir ütopya var, belli bir heyecan var”. Collective action diyelim ona; yani kolektif bir hareket ortaya çıkabiliyor falan. Fakat bütün bunlar ezildikten, hallaç pamuğu gibi savrulduktan sonra, en azından benim daha çok yakın olduğum Amerika’da diyeyim –çünkü ben Amerika’da tabiî daha çok liberal kesimlere yakınım, yani arkadaşlarım arasında onlar var–, o kesimde bu heyecan hemen hemen bitti diyeceğim. Aynen sizin dediğiniz gibi, son zamanlarda pek konuşulmuyor.

Ruşen Çakır: Şimdi, sizin kitabınız çıktıktan kısa bir süre sonra Daron Acemoğlu Nobel Ekonomi Ödülü’nü iki meslektaşıyla birlikte aldı. Aynı lisedeniz, siz de ben de Daron da. Sırayla; siz en büyük, ben sonra, Daron daha ufak. Ne hissettiniz Daron’un Nobel almasından? Tanıyor musunuz bu arada? Onu da sorayım.

Vedat Milor: Ben onu tanımıyorum, hayır. Yani elbette ki adını biliyorum, herkes biliyor. Kitabını da okudum. Şimdi aslında enteresan bir soru bu. Ben de aynı gelenekte çalıştım. Yani doktora tezim kurumsal iktisattan da epey fikir aldı. Fakat ben farklı bir alan üzerinde yoğunlaştım, daha çok kurumsal gelişme; yani ekonomik gelişmenin gerisinde kurumsal gelişmenin yattığını düşünüyorum. Bunun sosyokültürel nedenleri var, bir de sınıf dengesi ile ilgili ve sınıf-devlet ilişkileriyle ilgili. Yani hem state-class diyorum ona, bunlar da business/iş kesimi ve devlet dengesi; bir de sınıflar arası kendi dengeler. Bunları ele aldık. Fakat varılan birçok sonuç benzer. Fransa, Türkiye ve Kore’yi kıyasladığımız zaman gelişme konusunda, kapitalist planlama konusunda ele almıştım doktora tezimde. Çok önemli sonuçlardan biri şu: Kurumların hükûmetten bağımsız olması lâzım. Hukukun üstünlüğü ve keyfî olmaması çok önemli; aynı şekilde herkese eşit uygulanması çok önemli. Devletle iş kesimi arasındaki denge çok önemli; özellikle Doğu Asya’da, meselâ Kore’de, Japonya’da falan. Önemli bir özerklik olacak, ikisi arasındaki ilişkide biri diğerine tamâmen bağımlı olmayacak, belli bir denge kurulacak. Sivil toplum örgütlenmesi çok önemli. Sivil toplumda devamlı bir şey olması çok mühim: Her an alternatif bir toplumsal proje gündemde olacak. Yani işin Türkçesi, sosyalist bir proje sivil toplumda yer alacak. Bu durumda işveren kesimi daha çok reformlara yanaşıyor ve o reformlar sonucunda çok ironik bir şekilde az gelişmiş kapitalizm giderek daha gelişmiş bir kapitalizme dönüşüyor. Sivil toplum daha çok yeşeriyor, orta sınıf ortaya çıkıyor — ki orta sınıf demokrasinin temel direğidir. Bütün bu konuları tartıştım. Şimdi, Daron’un yaptığı tabiî şu oldu. Bu arada Simon Johnson da yine Nobel alanlardan biri. Ben, Brown Üniversitesi’nde profesörken Doğu Avrupa’nın kapitalistleşme sürecinde bir konferans düzenlemiştim. Orada Daron yoktu, ama meselâ Simon Johnson bir makale verdi. Yine Nobel alması gereken çok değerli bir iktisatçı Dani Rodrik, Harvard Government School’da, bir paper verdi. O sırada Columbia’daydı falan, makale verdi. Şimdi, Daron şunu yaptı, çok akıllıca bir şey yaptı. Tabiî Daron siyâset bilimini çok iyi biliyor, aynı zamanda Türk, Galatasaraylı falan, bunlar çok mühim. Bu değişkenlerin ve kurumların önemini biliyor. Birçok ülkeye baktılar; bir târihçiyle birlikte başladı buna. O ülkelerin belli kurumsal özelliklerine bakıp onu ölçülebilir hâle getirdiler, regresyon yaptılar. Çünkü matematiği, istatistiği de çok iyi. O şekilde bilimsel olarak, daha istatistik yoluyla bu tezleri iktisat dünyasına tanıttılar. Yani, bir ilk oldu diyemem ama bunu yapanlar daha çok işte Schumpeter falan gibi iktisatçılardı. Daha önce Karl Polanyi gibi isimler, The Great Transformation gibi eserlerde çok daha târihsel ve toplumsal bir söylemde kalıyorlardı. Daron bunu daha matematiksel hâle getirdi, istatistiksel hâle getirdi. Tabiî ki bu birçok açıdan metodolojik olarak eleştirilebilir, ama şurası yadsınamaz: Kimse, bu düzeyde, bu kadar makro düzeyde yapmamıştı. Ve genel olarak söyledikleri, ben de daha önce bu sonuçlara vardığım için, benim şahsen kulağıma hoş geliyor. Çok çok sevindim. Sâdece Türk olduğu, Galatasaraylı olduğu için falan değil, bunlar mühim değil aslında bence. Bu tip konuların gündeme gelmesi çok önemli, tartışılması çok önemli. Çünkü Dünya Bankası’nda çalışırken de biliyordum: Bir ülkede makroekonomik politikaları istediğiniz gibi yapın, kurumsal reformları yapmadan, yapamadan hiçbir… şey olmaz — başka bir şey söyleyecektim, “B” ile başlayan, ama neyse. Yani hiçbir değişiklik olmaz.Nitekim bugün Türkiye’de görüyoruz. Şu anda meselâ Mehmet Şimşek Bey’in yaptıkları tamam, para politikasıdır, şudur budur, vergilendirme; ama kurumsal düzenlemeler olmadan –politik nedenlerle yapamıyor onları– hiçbir şekilde fark yaratıp sürdürülebilir bir gelişmeye dönüşmeyecektir küçük ekonomik palyatif değişiklikler. Bu açılardan bakınca, dediğim gibi, Daron ve arkadaşları ve çok önemli bir gelenek şimdi, kurumsal gelişmenin temelleri, bunun gündeme gelmesi hârika.

Ruşen Çakır: Şimdi fark ettim birden, Daron da siz de aynı parkuru izlemişsiniz: Galatasaray Lisesi, London School of Economics, Londra’da. Sizinki biraz kısa sürmüş, ama sonra Amerika Birleşik Devletleri. Daron’un da aynı. Ve ikiniz de şu anda Amerika Birleşik Devletleri’ndesiniz.

Vedat Milor: Ruşen Bey, ikimizin de eşi elektronik profesörü. Onun eşi MIT’de profesör, benim eşim de Georgia Institute of Technology’de. Ama ikisi de elektrik doktoralı, elektrik mühendislik doktoralı. Onu da ekleyeyim.

Ruşen Çakır: Evet, aranızda bildiğim kadarıyla 12 yaş bir fark var. O çünkü 118 devresi, siz 106 devresisiniz. 12 yaş fark var, evet.

Vedat Milor: Eyvah! Yaşımı hatırlatmayın.

Ruşen Çakır: Anlamazlar. Bir biz anlarız, Galatasaraylılar anlarız.

Vedat Milor: Kesinlikle.

Ruşen Çakır: Şimdi şeyi sormak istiyorum, kitapta gözüme çok çarptı: “Yılmazlık” diye bir kavramı söylüyorsunuz, “yılmazlık yeteneği”. Hayatta öğrendiğiniz en önemli şeyin yılmazlık yeteneği olduğunu söylüyorsunuz. Yani çok sorunlar var vs. ama, “Ben bunları yenerim, bunlar beni yıldırmaz” diyorsunuz. Şimdi bunu tabiî yaşayarak öğreniyorsunuz ve bayağı zaman alan bir şey. Bir şekilde bunu edinenlerin hepsi de bayağı zorlanarak almıştır. Ama biliyorsunuz ki gençler –öğrencilerinizden de biliyorsunuzdur ya da çocuğunuzdan da biliyorsunuzdur– onlar bu işi bir şekilde… ne lâzımsa hemen edinmek istiyorlar. İnsanın böyle bir şeyi, böyle bir deneyimi hızlı bir şekilde edinmesi kolay değil. Hayatta zorluklara karşı ayakta kalabilme gibi bir beceri, çok değerli bir beceri. Yani buna ulaşabilmek kolay bir şey değil ve zaman kesin gerekiyor, değil mi? Yani kestirme bir yolu var mı bunun? Şunu yaparsanız, şunları okursanız, şöyle yaşarsanız gibi… var ya hani böyle birtakım şeyler? Onları söylemiyorum tabiî ki, yaşam koçluğu yapmanızı söylemiyorum ama; bu hakîkaten belli bir yaştan, belli bir deneyimden sonra edinilen bir yetenek.

Vedat Milor: Emin değilim, zor bir konu. Yani bir kere şunu söyleyeyim, sesli düşüneceğim. Burada bir genelleme yapabilecek durumda değilim; ama kendi bildiğimi söyleyeyim, kendi yaşamımdan: Bu yetenek, yani “yılmazlık” derken şunu kastediyoruz, değil mi? Başarısızlık durumunda hemen yılmama, çâresizliğe düşmeme, tekrar kendini toparlayabilme, disiplini kaybetmeme. Bundan bahsediyoruz sanıyorum, değil mi? Gerektiğinde risk alabilme, adım atabilme. Bundan bahsediyorsak, bence en önemli etken burada şu: İnsanın tabiî özgüveni çok önemli. Fakat özgüvenin gelişmesi için de sevildiğini bilmesi lâzım, etrâfında bir destek ağı olması lâzım. Yani şunu bilmeli ki, ilk yumruğu yese bile, tekrar çarpışmaya, dövüşmeye devam edebilir, çünkü onu sevenler var. Başarısızlık durumunda başını yaslayabileceği omuzlar var, danışabileceği, onu seven insanlar var. Şimdi bu, bir âileden başlıyor tabiî. Biz meselâ bunu düşündük kendi çocuğumuz açısından; o yüzden, özellikle onu gerekirse şımartalım dedik, önemli değil, şımarsın, sevildiğini bilsin. Yani şunu bilsin ki, ne yaparsa yapsın, isterse okulda başarılı olsun ister olmasın, o bizim sevgili çocuğumuz, kızımız. Ne olursa olsun biz onun yanındayız, onun arkasındayız. Bir kere bunu insanın bilmesi lâzım. Tabiî âileden başlıyor, arkadaşlar da çok önemli. Yani iyi arkadaşlar… “Kötü gün dostu” denir ya bizde? İyi gün dostu, herkes iyi gün dostudur. Herkes başarıdan pay kapmak ister, ama kötü gün dostu az insan vardır. O insanlar çok kıymetlidir. Tabiî devlet politikası da önemli. Sosyal güvenlik ağı çok önemli — ki bizde maalesef pek yok. Var olan ülkelerde, sosyal güvenliği sağlamış ülkelerde bir ölçüde bu yılmazlık gelişebiliyor. Çünkü en kötü durumda bile biliyorsunuz ki yine de aç kalmayacaksınız.Ama bizim gibi ülkelerde bu biraz şansa kalıyor, biraz da âileye ve kişinin kendi çabasına. Sâdece söyleyebileceğim gençlere: Yani şu network işinden vazgeçsinler. Şimdi moda deyimiyle, “Onu tanıyayım, bunu tanıyayım, iki şey söyleyeyim” deyip kısa yoldan mümkün olduğu kadar size yardımcı olabilecek insanlar bulmak… iş hayâtında önemli insanlar. Öyle ki bâzı bu aşırı durumlarda, onu çok fark ettim, gördüm, gözlemledim: Sâdece size yarârı olabilecek insanlarla tanışan, konuşan, diğerlerini tamâmen es geçen bir insan tipi gelişmeye başladı ülkemizde. Yani, sizi tanıyor meselâ, kimsiniz söyleyin: “Ben de işte emekli marangozum” başka, “Ben Media Spoke’un başındayım” başka… Şimdi insanlar aptal değil, bunu hemen anlıyorlar. Ancak bu networking, belki neoliberal dönemin bize dayattığı bir yeni stil olarak çok gelişti. Bu durumda da insanların hemen yılmazlık güçleri kayboluyor, böyle cam gibi kırılıyorlar.Bence insanın ihtiyâcı olan şey, hakîkaten gerçek arkadaşlar. Âile hârika tabiî, âilede o sevgi bağı varsa, yani ne olursa olsun, ne yaparsanız yapın sizi destekleyecek insanlar varsa. Fakat burada da seçici olmak lâzım, yani az ve öz davranmak lâzım. Birçok şeyi zâten kontrol edemiyoruz, birçok şey tesâdüf yaşamda. Ama iyi dostlar, iyi arkadaşlar, iyi bir eş edinmek lâzım. Mümkün olduğu kadar bence, az ama öz, gerçekten etrâfımızda o dayanışma ve sevgi ağı varsa –ki bu tek taraflı olmuyor, çift taraflı oluyor tabiî her zaman– o zaman o insanın yılmaz olmasının en azından ön koşulu yerine gelmiş oluyor. Bunun dışında da unutmamak lâzım, yani genel söylenecek bir şey: Hiçbir hayat böyle tek bir başarı çizgisi değil. En başarılı görünen insanların hayâtında bile korkunç bozgunlar oluyor. Ama eğer güçlüyse, yani o yılmazlık yeteneği gelişmişse, er veya geç tekrar kendini toparlayıp ileri gidebiliyor. Bilmiyorum, söylediklerim ne kadar yararlı ve geçerli; ama böyle daha kısa bir kestirme yol göremiyorum.

Ruşen Çakır: Şimdi bu güzel sohbeti daha çok uzatmak isterim, ama bir yerlerde durmamız lâzım. Son olarak şunu sormak istiyorum: Aslında hem kitapta var hem bütün hayat böyle geçiyor zâten, eski yeni edinilmiş alışkanlıklar ve karşılaşılan yenilikler… Sizin çok ciddî bir şekilde geçmişteki birtakım temel değerlere, kişilere, kavramlara referans verdiğinizi görüyorum. Ama meselâ şimdi bakıyorum, siz Feyerabend’in öğrencisi olmuşsunuz ya da Michel Foucault’nun öğrencisi olmuşsunuz, Habermas’ın öğrencisi olmuşsunuz. Bunları okuyunca ben çok heyecanlanıyorum. Ama birçok insanın gözünde, “Ya, bunlar ne, nedir?” Meselâ şimdi siz bir gence, “Habermas, kamusal alan derken şunu kastediyor” deyin, çok da fazla şey yapmayacaktır. Halbuki Habermas’ın o söyledikleri ya da Foucault’nun birtakım yaklaşımları aslında onların da çok işine yarayabilecek, hayâtını kolaylaştırabilecek bir şeydir. Bu eski-yeni meselesi nasıl aşılacak, aşabiliyor musunuz? Sizin meselâ öğrencileriniz var, öğrencileriniz size şey mi diyor yani: “Ya, işte geldi bizim moruk, yine bize bir şeyler anlatacak” mı diyor? Yoksa hakîkaten böyle bir diyalog kurabiliyor musunuz onlarla? Sâhici diyalog anlamında…

Vedat Milor: Çok güzel bir soru Ruşen Bey. Vallahi doğruyu söyleyeyim, hiç gençlerle sorun yaşamadım. Tam tersine ben hep yaşlılarla sorun yaşıyorum. Yani şeye bakın, izleyiciler ve beni en çok sevenlere, etrâfımda bir sevgi ve dayanışma oluşturanlara; genelde 25-40 arası falan. Daha çok “ad hominem” dediğimiz kişisel saldırıda bulunanlar, çok böyle nefret kusanlar da daha çok yaşlı, kendi yaşımdakiler ya da biraz daha gençler de olabiliyor, yani orta yaş ve üstü oluyor. Bunu anlamıyorum. Belki hani rekabet şeyi görüyorlar falan. Belki de hocalık yaptığım için, şimdi de sosyal medyada aktif olduğum için, insan genç kalıyor. Çünkü gençlerle devamlı haşır neşir oluyor. Bir de şu var, yani bunu ben değil de dışarıdan bakanlar bana söylüyor: Ben bir anlamda, yani şimdi 69 yaşıma gelsem bile, çok çocuk kalmış biriyim. Yani rûhen hâlâ hayatta birçok şeyden zevk alabiliyorum, heyecan duyabiliyorum. Hiçbir zaman yaşamdan aldığım o heyecânı yitirmedim; joie de vivre (yaşama sevinci). Bu da herhalde yansıyor, gençlerde de var çünkü, daha çok var bu. Ve o açıdan takdir ediyorlar. Öte yandan dediğiniz, tabiî ki yani şey o kadar önemli değil; sonuçta tabiî bütün bu dedikleriniz, insanlardan öğrendiklerim bir yerde insanın karakterine ve gündelik tutumuna yansıyor.Ama sonuçta, soyut bilgiden çok, mesela Foucault üstüne bayağı bir çalıştım, makaleler falan yazmıştım; ama bütün bunların gerisinde de önemli bir tortu kalıyorsa, o tortu da belki şu — hani hepsinin ortak bir tarafı var mı, çok farklı insanlar derseniz, Feyerabend’da meselâ o çok açık, işte, bilimsel teorilere yaklaşımında: Pencerelerinizi dünyaya hiçbir zaman kapamamak, yani yeniliklere devamlı açık olmak, tepki vermek yerine, önyargılı yaklaşmak yerine açık fikirli ve devamlı olarak hayatta önyargılarınızı kırmaya çalışmak ve empati geliştirmeniz çok mühim — bir bu.İkincisi de, özellikle tabiî Foucault ve bir ölçüde Habermas, tabiî ki ötekinde de aşırı otoriterliğe ve patronizing dediğimiz, başkalarına hani ne yapılacağını, “Ruşen şöyle giyinme, Vedat saçını böyle tara”dan tut da nasıl düşünmemiz, içki içmememiz ya da içmemiz gerektiğini söyleyenlere karşı, patronizing, büyük bir tepki yani baskıcılığa karşı, baskı düzenine karşı büyük bir tepki. Sonunda bütün bunlardan aldığım, içimde… “liberal refleks” diyorum. Burada ekonomik anlamda kullanmıyorum liberal refleksi; daha hoşgörü, yaşama daha çokyönlü bakabilmek. Bu özelliğim sanırım, özellikle kendini geliştiren ve arayış içinde olan, öğrenmeye açık gençlerle çok uyuyor, tıpatıp uyuyor. O yüzden kendimi hiçbir zaman yaşlı hissetmiyorum, yani en azından rûhen ve düşünce yapısı olarak yaşlı hissetmiyorum. O yüzden pek bir çelişki görmüyorum.

Ruşen Çakır: Çok çok güzel, ne mutlu. Benim hâlâ çok ciddî sorunlarım var genç kuşaklarla iletişim kurma konusunda. Noktayı koyalım. Hakîkaten güzel bir sohbetti.

Vedat Milor: Nefis oldu. Ne kadar konuştuk? Hiç saate bakmadım.

Ruşen Çakır: Bir saate yakın olmuştur herhalde. Bu söyleşiye, sohbete vesîle olan Yenal Bilgici’ye tekrar teşekkür edelim ve Yeni Dünya Yeni Kurallar kitabına da tekrar hayırlı olsun diyelim. Çok sağ olun Vedat Bey, çok güzel bir sohbet oldu. Arada siz kitaplar yazdıkça bu sohbetleri de tekrarlarız.

Vedat Milor: İnşallah. Her zaman sizinle, başım üstüne. Çok teşekkür ederim size ve Medyascope çalışanlarına.

Ruşen Çakır: Çok sağ olun, iyi günler.

Vedat Milor: İyi günler, sağ olun.

Ruşen Çakır: Evet, Vedat Milor’la, gazeteci Yenal Bilgici’yle birlikte hazırladıkları Yeni Dünya Yeni Kurallar (Kronik Kitap, Eylül 2024) kitabı üzerine konuştuk. Çok güzel bir sohbet oldu, kendisine minnettârız, çok teşekkür ediyoruz. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.