Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel ile Haftaya Bakış (241): Erdoğan-Bahçeli buluşması | CHP’li belediyelere iktidar kıskacı

Erdoğan-Bahçeli buluşması

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel Haftaya Bakış’ın yeni bölümünde son yaşanan. gelişmeleri, Erdoğan-Bahçeli buluşması ve CHP’li belediyeleri yorumladı.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP lideri Devlet Bahçeli  dün görüştü.  Erdoğan ve Bahçeli arasındaki görüşme yaklaşık 1 saat sürdü.

Erdoğan-Bahçeli buluşması | CHP'li belediyelere iktidar kıskacı

Siyasette “çözüm süreci yeniden mi başlıyor?” tartışmaları sıcaklığını koruyor. Bahçeli’nin 1 Ekim’deki Meclis açılışında DEM Partili vekillerle tokalaşması iki parti tarafından da olumlu yorumlandı. Ardından Bahçeli’nin İmralı Cezaevi’nde tutulan Öcalan’a PKK militanlarının tek taraflı silah bırakması yönündeki çağrısı gündem oldu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Sesim biraz kötü, fark ediyorsunuzdur. Kadri stüdyoda, ama aramızda bayağı mesâfe var. Kemal Can uzaktan bağlanıyor. Bu hafta iki şey konuşacağız: Birincisi tabiî ki Bahçeli olayı, ama onu sona saklayacağız. Bir diğeri de son günlerin olayı, iktidârın CHP’li belediyelere uyguladığı baskılar. Bugün bir arkadaşımız Beykoz Belediye Başkanı’yla kayıt yapacaktı. Ama Beykoz Belediye Başkanı müfettişler tarafından saatlerce sorgulandığı için bağlanamadı. Orada bir inceleme var. İncelemeyi konuşacaktık, haber yapacaktık, ama belediye başkanına ulaşamadık. Beykoz bir örnek; ama esas önemli olaylar, İstanbul ve Ankara belediyelerinde. Buralarda da konser harcamaları gerekçe gösterilerek inceleme yapılıyor. 

Bir diğer husus da şu: Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı, çoğunluğunu CHP’nin oluşturduğu, SGK borçlarını ödemeyen belediyelere haciz işlemi başlatılacağını söyledi. Tabiî bu tam bir yıldırma, etkisizleştirme operasyonu. Ayrıca, Özgür Özel’in Ankara için telaffuz ettiği bir kayyum iddiası da var. Bir açıklama yapmıştı biliyorsunuz. MİT Başkanı’ndan randevu talep etti. “Ankara’ya kayyum atanacağı yolunda bâzı şeyler duyuyoruz. Sakın buna kalkışmayın” dedi, fakat o mesele büyümedi. Ama bu notu da düşmüş olalım. 

Kadri, seninle başlayalım. Ne diyorsun? Şimdi CHP’li belediyeler SGK borçlarının büyük bir çoğunluğunun AK Parti döneminden kalma olduğunu söylüyorlar. Ya da “Bizim konserler için harcadığımız para şu kadar. Ama zamânında AK Parti’nin harcadığı parayla (dolar bazında) çok net bir şekilde farklılık var” diyorlar. Ve böyle bir şeye girişiyorlar. Ama iktidârın böyle bir sorunu yok. İktidâra her şey serbest, muhâlefete her şey yasak.

Kadri Gürsel: Evet, büyük resme baktığın zaman burada bir makro plan olduğu görülüyor. İktidar seçimlere hazırlanıyor. “İktidar” derken, artık Cumhur İttifâkı’nı kastederek konuşuyorum. İktidar seçimlere hazırlanırken, muhâlefeti de kendi bildiği şekilde seçimlere hazır hâle getirmeye çalışıyor. Bir taraftan, enflasyonu düşürmek gibi bir dertleri var. Fakat enflasyonu düşürmek için kamuda tasarruf yapamadıklarından –çünkü kamuda tasarrufa gitmek kendi finansmanlarını ve gelir kaynaklarını kurutacağından, kamuda tasarruf yapamıyorlar– doları baskılayarak enflasyonu kontrol altına almaya çalışıyorlar, onu da yapamıyorlar. Bu ayak aksıyor. 

Ama diğer taraftan, Bahçeli’nin Meclis’in yeni dönem açılışında el uzatmasıyla başlayan o süreç var. Onun da amacı bir şekilde, Kürt hareketini bir anayasa değişikliğine iknâ etmek. Bir anayasa değişikliğini, yani Recep Tayyip Erdoğan’a ömür boyu cumhurbaşkanlığı yolunu açacak bir anayasa değişikliğini desteklemelerini –ki bunda da aceleleri olduğu anlaşılıyor–, ülkeyi bir an önce referanduma götürmeyi ve bunu da Kürt hareketinin desteğini alarak yapmayı istiyorlar. Ama oraya giderken de seçmenin kendilerine cezâ kesmesini önlemek istiyorlar. Ekonomi ayağı aksadığı için bu da aslında başlı başına riskli bir konu. Bu ikinci ayağını zâten tartışacağız, tartışmaya çalışacağız. Üçüncü ayağı da, Cumhuriyet Halk Partisi’nin, Cumhuriyet Halk Partili belediyeler üzerinden bütün anketlerde Recep Tayyip Erdoğan’dan daha fazla destek aldığı veya alacağı görülen iki adayını îtibarsızlaştırmak. Önce îibarsızlaştırmak. Herkesin söylediği gibi ben de aynı görüşteyim; farklı bir görüşte olmanın, orijinal bir görüşle gelmenin de çok fazla bir âlemi yok. “Önce itibarsızlaştırmak” derken de… maalesef Türkiye’de dargelirli çalışan kesimlerin, asgarî ücretle çalışan kesimlerin, yoksul kesimlerin eğlence ihtiyâcının da artık belediyeler tarafından karşılanması, kaliteli belediyeciliğin olmazsa olmazı hâline gelmiş. CHP’li belediyeler bunu da doğal ve haklı olarak kendilerine iş edinmiş. Bunu bir faaliyet alanı olarak gördüklerini anlıyoruz. Ben buna daha çok cumhuriyetçi ve halkçı bir açıdan bakıyorum. Çünkü gerçekten Türkiye’de devletin yapamadığı, devletin nezdinde ayrıcalıklı olanlara değil artık pek çok geniş kesime sağlayamadığı hizmeti, en geniş vatandaş topluluklarına götürmek, sağlamak artık belediyelerin sırtına yüklenmiş olan bir durum. Veya en azından Cumhuriyet Halk Partili belediyeler bunu böyle algılıyorlar. Ben niye konser düzenlediklerini sorgulamıyorum. Böyle bir şey sorgulanamaz en başta. Bu son derece meşrû, haklı, doğru bir faaliyettir. Türkiye’de insanların buna ihtiyâcı var, eğlenceye erişime ihtiyâcı var, kültüre erişime ihtiyâcı var. Bu ihtiyâcın da Cumhuriyet Halk Partili belediyeler tarafından karşılanması kadar doğal bir şey olamaz. 

Yıllardır ülkenin çölleştirilmesinden söz ediyoruz ve evet, Cumhur İttifâkı ve bu iktidar, özellikle de Adalet ve Kalkınma Partisi, ülkeyi gerçekten bir kültür çölü hâline getiriyor. Kendisi bir hegemon kültür oluşturamıyor veya oluşturduğu yerde bunu cebren, zorlamayla yapıyor ve oluşturduğunu zannediyor. Aslında bir şey yapamıyor. Ama diğer taraftan da konser yasakları, festival yasakları, yaz festivali yasakları, eğlence için de hafif alkollü bira gibi içkilerin dahi bu aktiviteler sırasında tüketilmesinin yasaklanması gibi, aslında gençliği ve insanları, genel olarak insanları bunaltan, baskı altına alan bir iklim yaratmış durumda. Bunu fazla uzatmayayım. Şimdi buradan da, bir açık yakalama peşinde. “Efendim, niye falanca sanatçıya şu kadar milyon verdin, niye şunu bunu yaptın?” diye araştırılıyor. “Niye 64 milyon lira ayırdın bu bütçeye?” Ayrılır, bu çok doğal bir şey. Eğer burada yolsuzluk arıyorlarsa o zaman şunu tespit etmeleri lâzım: Bu sanatçılara ödenen paralar daha sonra bu sanatçılar tarafından başka yerlere ödenmiş mi? Acaba burada bir şey var mı, bu para dönüyor mu? Bu para siyâsetin finansmanında kullanılmak üzere, üçüncü veya başka ellere de aktarılıyor mu? Bu tespit edilirse âmennâ, o ayrı konu. Ama bu noktada da başta İstanbul Büyükşehir Belediyesi olmak üzere, Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin, iyi yönetmek dışında hiçbir şansları yok. Özellikle İmamoğlu ve Mansur Yavaş açısından da söylüyorum, Aday olacaklarsa olurlar, ama aday olacakları âna kadar, belediyeleri iyi ve kusursuz yönetmek dışında hiçbir şansları yok. Bunu zâten herhalde en başından îtibâren biliyorlardı. “Hesap verebilirlik” en önemli konu. 

Yeri gelmişken, Özgür Özel’in bir demecine atıfta bulunmak istiyorum. Ankara, İstanbul ve diğer büyükşehir belediyeleriyle Beykoz Belediyesi’ne karşı açılan soruşturmaların akabinde, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel’in bir açıklaması var: “AK Partili belediyelere hiçbir müfettiş yollamayanlara sesleniyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi 36 dosyada suç duyurusunda bulundu, tık yok. Ankara Büyükşehir, Melih Gökçek dönemine ilişkin 40 suç duyurusunda bulundu, tık yok. MHP’den aldığımız Manisa Büyükşehir’in 8 yolsuzluk dosyası var, ikisi savcıda. Savcılar müfettiş talep etmiş mi? Aylardır bekliyor, tık yok.” Doğru, daha önce çıkan haberlerden hatırlıyorum. Hattâ bunu programımızda birkaç kez dile getirmiştim. Bu benim izlediğim bir konu. İmamoğlu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni aldıktan, kazandıktan sonra Yenikapı’da bir israf sergisi açtı. Belediye tarafından kirâlanıp, belediyeyle alâkası olmayan AKP’lilerin özel hizmetine sunulan ve parasını İstanbul halkının ödediği araçlar sergisi. Bu israf değildi, bu yolsuzluktu. Yolsuzluk siyâsallaşmış bir kavram olabilir; ama yolsuzluğun siyâsallaşması artık geride kaldı. Bence yolsuzluk ve hırsızlık netîcede Türkiye’de teşhir edilmesi gereken bir durum. Ben bunu 36 dosya değil de 50 dosya diye biliyordum. Daha önceki haberlerde 50 dosya diye çıkmıştı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi gelir gelmez yaptı bunu, 2020’de. Ondan sonra aradan 6 ay gibi bir süre geçti, İçişleri Bakanlığı bu dosyalara el koydu ve kovuşturmaya, hattâ soruşturmaya yer yok karârı aldılar. İçişleri Bakanlığı dosyalara el koydu. Yani Büyükşehir Belediyesi şimdi dosyaları geri almak istese alamıyor. 

Ben burada bir kez daha soruyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, bir israf sergisi açmakla yetindi. İkinci dönem, 2024 Mart’ındaydı. Mart’tan beri üzerinden epey de bir zaman geçti. Ardından, AKP ve öncesi, tâ Erdoğan döneminden, yani 94’ten bugüne neredeyse 30 sene, değil mi?

Ruşen Çakır: Hayır, 25. senede aldı. 

Kadri Gürsel: Öyle, değil mi?

Ruşen Çakır: 94’ten 2019’a, 25 sene.

Kadri Gürsel: Doğru, özür dilerim. Yirmi beş yıl.  Yani çeyrek asır boyunca İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin kaynakları, bu otomobillerin kirâlanması dışında, zenginleşme ve siyâsetin finansmanı için hiç mi kullanılmadı? Kullanılmış. Elli tâne dosyadan söz ediyoruz. Şimdi burada 36 dosya diyor. Elli dosyadan söz ediyoruz. Peki, bu dosyaların içeriği hakkında seçmenler neden yeterince bilgilendirilmedi? Neden içerikleri kamuoyuyla paylaşılmadı? Bu neden siyâsal iletişimin tâkip edilen bir boyutu hâline getirilmedi? Bu dosyaların ne olduğunu bilmiyoruz, neden açıklanmadı bu dosyalar? Ben bunu burada neden söylüyorum ve hatırlatıyorum? Bu bir hatâydı. Burada bir gri alan, zımnî bir müzâkere alanı yaratılıyor. “Bak, ben bunları biliyorum, üzerime gelme. Ben de bunların üzerinde yeterince tepinmem. Bunu mesele hâline getirmem. Ben bunları verdim” vs.. Yıllar geçti, biz hâlâ bu dosyaların ne olduğunu bilmiyoruz ve bunları bilmediğimiz için de, sanki 25 yıllık AKP döneminde, objektif olarak bu dönemin aklanmasına hizmet ediyor. Başka bir şey değil. Niyet bu değil, bunu biliyorum. İBB’nin, yani İmamoğlu’nun aklamak gibi bir niyeti yok. 

Şimdi ilk aşamada, öyle görünüyor ki İstinaf’tan bir onay gelecek. Çünkü İstinaf süreci, hiçbir zaman 2 yıl sürmez. İlk önce 14 Aralık 2022’de İlk Derece mahkeme tarafından mahkûmiyet karârı verildi. İstinaf normalde bir yıl içinde karar verir. Ama İmamoğlu dosyası 2 yıldır bekliyor orada. Bu siyâsî bir tasarruf. Bu tamâmen iktidârın makro planı dâhilinde uygulamaya konulacak olan bir şey. Önce yıpratılacak ya da yıpratıldığı varsayılacak, bu ölçümlenecek ve yıpratılması etkili oldu mu olmadı mı diye bakılacak, ondan sonra da İstinaf’tan onay gelecek. Aslında İstinaf’ın onaylaması da yıpratmanın bir parçası olacak, ama sanki bir temel atıp üstüne kat çıkacaklarmış gibi görünüyor. Kürt hareketiyle anlaşamazlarsa başka yolları deneyecekler. Belki anlaşacaklar ve yargı silâhını kullanarak diğer iki adayı bertaraf edecekler. Böyle bir plan uygulamaya konulmuş görünüyor.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, sen ne diyorsun belediyelere yönelik bu operasyonlar konusunda? Çünkü ilk dikkat çekenler İstanbul ve Ankara ve burada da iki tâne potansiyel cumhurbaşkanı adayı var. Açıkçası, Mansur Yavaş’a bu kadar sert saldırmaları biraz şaşırttı beni. Ekrem İmamoğlu’nu biliyoruz ama, Mansur Yavaş’ı da böyle zorluyor olmaları ilginç. Ne dersin?

Kemal Can: Şimdi olayın birkaç boyutu var sanıyorum. Ama ben şöyle bir sıralamayla, Kadri’nin bıraktığı yerden devamla gitmek istiyorum. Kadri daha önce araç sergisini ve üstüne gidilmemiş şeyleri saydı, dosyalardan bahsetti. Bu, bizim “Haftaya Bakış”ta da birkaç kez konuştuğumuz bir mevzû. Bu biraz bilinçli olarak yapılmış bir şey. Çünkü şimdi Özgür Özel, “Ne oldu o dosyalar, tık yok?” diye soruyor. Ama bu kadar süre içerisinde muhâlefette de tık yok. Beş yıldır, “Bu dosyaları hazırladık, verdik. Elimizde böyle şeyler olduğunu îmâ ettik. Bunu seçmen de anladı. Size de verdik dosyaları. Bu yedekte duruyor” şeklinde, güya bekletilen bir koz gibi kenara kaldırıldı. Ama meselâ Melih Gökçek gibi 25 yıl iktidarda kalmış bir aktörün, bâzıları artık kamuoyunda iyice deşifre olmuş açık yolsuzlukları, büyük israfları söz konusuyken, bunu bu tür bir siyâsî mesele olarak gündemde tutmamak başarılı bir siyâsî tercih olamaz. Zâten daha kötüsü, Özgür Özel’in o, “Tık yok” lâfının civârında başka bir şey daha söylüyor olması: “Siz bir adım daha atarsanız, biz de bunları anlatırız.” Bir siyâsînin, rakipleri, ama daha kötüsü mevcut yönetimi, iktidârı, yaptıkları hukuksuzluklar, adâletsizlikler, yolsuzluklar nedeniyle sâdece tehditle yetinmesi, siyâsî bir enstrüman olarak çok iknâ edici ve çok kuvvetli bir şey değil. Ve böyle bir tercih yapıldığı için bugün çıkıp, “Ama sizin zamânınızda da şu kadar harcama yapılmış” diye rakamlar ortaya koymanın bir anlamı olmuyor. Çünkü zamânında, “Şu kadar israf yapılmış, bunların şu kadarı da böyle saçma sapan organizasyonlara gitmiş” diye bunu mesele etmiş, bunu konuşmuş, bunu tartışmış olsanız, bugün, “Sizin yaptıklarınız arşa varmış. Bizim yaptığımız üç tâne şeyin nesini soruşturuyorsunuz?” deme hakkınız doğar. Şimdi dönüp kendilerince bir açık buldukları varsayımıyla size bir yerden yüklenirlerken, aslında bu sosyal medyada ve kamuoyunda biraz da kendiliğinden de büyüdü ve köpürdü. O köpürmenin fırsat oluşturduğunu düşünerek bu işi biraz hızlandırmış da olabilirler. Ve dolayısıyla böyle bir çerçeve, böyle bir siyâsî duruş, bir anlamda, “Nasıl olsa aldık, geçmişi sorgulama konusu yapmıyoruz, hesaplaşmıyoruz. Bir tür beyaz sayfa açıyoruz ve biz hizmetlerimizle var olacağız. Bundan önce yapılan yanlışları da sâdece işâret ettik ve kenara kaldırdık” demek, doğru bir siyâsî pozisyon değildi. 

Yerel yönetimlerde böyle davranılması, aslında devr-i sâbık mantığıyla genel siyâset için de geçerli. Bu devr-i sâbık, baştan îtibâren, yapılanların hesâbının sorulacağı iddiasının, karşı taraf seçmenini rahatsız edip ürküteceği, muhâlefete gelme heveslerini azaltacağı tezi üzerine kurgulanmış, “Aman! Bundan hiç bahsetmeyin, hesaplaşmadan hiç söz etmeyin” denilen tuhaf bir siyâsî iletişimin parçası oldu. Tahkîmatta yapılan bu hatâ yüzünden, bugün savunma kurmakta zorlanıyorlar. İkiniz de bilirsiniz: “Siyâsî savunma yapmak”, 70’lerin, 12 Eylül yargılamalarının kavramlarından biridir. Şimdi de, belediyelerine yapılan saldırılar karşısında CHP siyâsî savunma yapmıyor, hukuksal savunma kurmaya çalışıyor, rakamlarla savunma kurmaya çalışıyor. “Biz tabiî ki bu ihtiyâcı da karşılayacağız. Sizden daha fazla harcamamışız, hattâ daha az harcamışız. Sizin orada çok hukukî mesnetleriniz yok” diyor. Sonuçta normal bir hukukî sürecin içerisindeymişiz ve bir yolsuzluk ithâmıyla karşılaşmışlar, bunun karşısında sıradan insanlar ne yaparlarsa, nasıl, “Ben yapmadım” savunması yaparlarsa, o savunmayı yaparak sonuç almaya çalışıyorlar. Ama söz konusu olan saldırı siyâsî bir saldırı. Dolayısıyla, savunmasının da siyâsî bir savunma olması gerekir. İşte o yüzden örneğini verdim: 12 Eylül savunmaları, “Ben yapmadım”, savunması yapan insanlar da oldu; hattâ “Ben pişmânım” diyenler de oldu; ama bir de, “Zâten yaptığınız yargılama meşrû değil” diye, yapılan saldırıyı sorgulayan, tam tersine savunma yapmayıp karşı bir iddiayı ortaya koyan, karşı suçlama dile getiren bir savunma. Dolayısıyla bu, politik zeminde önemli bir mesele. Bu hikâyede önlerine gelen ve Özgür Özel!in söylediği o “Üstümüze biraz daha gelirseniz, bakın söyleyeceklerimiz var” cümlesi… Bu ne demek ya? İktidarı sâhiden böyle bir şeyle tehdit edeceksen bile, bunu kamuoyu önünde yapmazsın — ki tuhaf durmasın. En azından kendi seçmeninin, “Bizden sakladığın neyin kozunu kullanıyorsun?” diye sormaması için yapmazsın. Onlara aba altından sopa göstereceksen, bunu başka bir yolla yaparsın. Çıkıp gazetecilere böyle demeç vermezsin. Burada bir tuhaflık var. Bu, işin bir tarafı. 

İşin başka ve bence önemli bir tarafı da şu: Altı haftadır cereyan eden hâdisede ve daha pek çok meselede, İmamoğlu Dâvâsı’nda ve başka hâdiselerde hep önümüze gelen bir şey var: Bu iktidârın temel motivasyonunun, derdinin gücünün, bütün arayışının kaynağı iktidarda kalmak. Bu bilginin bir bilgi değeri yok. Bu saklı bir bilgi değil zâten, dolayısıyla bir analiz değeri de yok. “Bu iktidar ne yapıyorsa iktidarda kalmak için yapıyor.” Evet tamam, anladık. Bunu zâten saklamıyorlar.

Ruşen Çakır: Kemal, bir dakika. Bugün Bekir Ağırdır’la bir kayıt yaptım, akşam 20:00’de yayınlanacak. Bekir, muhâlefete yönelik eleştirilerinde şöyle bir lâf söyledi: “Olup bitenlerin altına altyazı yazıyorlar”. Tam da senin söylediğine denk geliyor. Zâten insanlar hayat pahalılığı, işsizlik, enflasyon şu bu diye yazıyorlar. Kemal’in dediği gibi, Erdoğan iktidarda kalmak için her şeyi yapıyor. Bunlar zâten insanların bildiği şeyler.

Kemal Can: Hayır, zâten Erdoğan’ın da sakladığı bir şey değil. On senedir bunu yapıyor zâten. O da bunu yapıyor, Bahçeli de bunu yapıyor. Bu iktidârın temel motivasyonunun, bütün siyâsî manevralarının özeti: İktidarda kalmak. Keşfedilmiş bir şey yok burada. Bunun başka bir versiyonu da, Bekir Ağırdır’ın söylediği gibi etiket yapıştırmak. Hatırlayın, şu 10 yılda kaç şeye “darbe” dendi? “Bu aslında demokrasiye darbedir”, “Bu, siyâsete darbedir”, “Bu, rejime darbedir”, “Bu, devlete darbedir”, “Bu, halka darbedir”, “Bu bilmem ne…”, “Can Atalay’a bilmem ne yaparlar”, “O dâvâdan bilmem ne sonucu çıkar”, “Şu hukuksuzluğu yaparlar”, “Bu karârı takmazlar”, “AİHM’ne bilmem ne yaparlar”, “Meclis’e ‘Şûra’ derler”. Çıkıp “Darbe yapıyorlar” dediğinizde, etiket yapıştırdığınızda, ona bir şey söylediğinizde, o zaman tamam, adını koymuş oldunuz. Hattâ şöyle bir şey de var: “Aman ne kadar da net konuştunuz”. Yani: “Çok anlaşılır şey söyledim”. İyi de bu bize ne anlattı şimdi? Ne anladık bundan? Evet, bu iktidar ne yapıyorsa bundan yapıyor. Ama bizim için şöyle bir mesele yok mu? Ben sağda solda yazıp çizerken, konuşurken, benim için bu etiketi 125 kere tekrar etmenin anlamını hakîkaten bulamıyorum. Tamam, bu adamlar bu amaç için ne yapıyorlar? Bu yaptıkları hangi dinamikleri nasıl harekete geçirir, muhtemel sonuçları ne olur ve bunlar üzerine tartışılarak, buna doğru cevaplar nasıl geliştirilebilir? Bunun üzerine konuşmak lâzım. 

Dolayısıyla bu hâdisede de aynı şey geçerli. “Belediye başkanlarının önünü kesmek istiyorlar, gözden düşürmek istiyorlar.” Evet. “Seçimi kazanmak istiyorlar.” Evet. Peki, bunu hangi mekanizmaları kullanarak yapıyorlar ve burada karşı hamle olarak kurgulanan siyâsetin boşlukları nedir? Burada siyâsî alanı hâlâ tanzim edip belirleyebilme imkânını, yine bir etiket olarak “Bu iktidar çâresiz, bu iktidar çâresiz, bu iktidar çözüm üretemiyor” diye yüzlerce kez yazıp söylemenin de bir analiz değeri yok. Ama kendisini iktidarda tutacak birtakım çâreler üretiyor. Öyle olmasa, zâten 10 yıldır iktidarda kalamazdı; 2015’te iktidardan düşmüştü AKP. 

Belediyeler meselesinde şu önemli: Tamam, belediyeler, özellikle metropol belediyeleri muhâlefet açısından, iktidar olabilme ve iktidarda çözüm üretebilme iknâ ediciliği açısından iyi bir vitrin. Muhâlefet burada yapabildiklerini göstererek, genel iktidârın adayı olarak kendisinin kapasitesini hem test etmiş oluyor hem de bunu genel kamuoyuna sunmuş oluyor. Evet, işin böyle bir tarafı var. Dolayısıyla, her ne iş yapıyorlarsa bunu iyi yapmaları lâzım. Ama ben de hep şunu söylüyorum: Tamam, bu vitrin çok önemli, seçim düşünmek çok önemli; ama insanlar iktidar tercihlerini yaparken bizim konuştuğumuz kavramlarla değil verilen reaksiyonlarla, alınan pozisyonlarla siyâsî kapasiteler konusunda bir kanaat geliştiriyorlar. Siyâsî kapasiteye de bir puan veriyorlar, tercihlerini ona göre kullanıyorlar. “Bunlar yapabilir” fikrini doğuran tek şey, yaptığınız işleri becerebilmiş olmanız değil. Daha büyük sorunların altından kalkabilecek bir siyâsî vizyona sâhip olduğunuz intibâını yaratmak. Bu da ancak siyâsî pozisyonlarla oluşabilecek bir şey. Biraz sonra öbür konuya geçeceğiz, bu da vesîlesi olsun. Birinci günden beri aynı şeyi söylüyorum. Bunu böyle küçük bir aritmetik mesele olarak alıp, “Bunun üstüne daha fazla kafa yoracak bir şey yok” diye geçiştirmek de mümkün, rahatlayıp eve gitmek de mümkün. Hem Kürtlerin güvenilmezliğine bir etiket yapıştırırsınız, hem iktidârın bu kolpacılığını ifşâ etmiş olursunuz, mesele biter. 

Ruşen Çakır: Şimdi iki tâne not düşmek istiyorum. Birincisi kişisel bir şey. Biz, Medyascope ve ben çok ciddî vergi incelemelerine tâbi tutulduk ve acâyip bir cezâ verdiler. Şimdi oradaki vergi müfettişine kalkıp, “Biliyor musunuz Turkuaz Holding sıfır vergi veriyor” diyemiyorsun. Hiçbir şey yok. Tâlîmatla yaptıkları çok belli. Çok acı bir şey, ama hakîkaten bizi çok kötü cezâlandırdılar. Benim YouTube gelirlerim üzerinden acâyip bir cezâ geldi meselâ. Ne yapacağını da bilemiyorsun, böyle bir durum var. Bir diğer husus, çok alâkasız gibi gelebilir ama: Bu “etki ajanlığı” meselesi. Bir şekilde askıya mı alındı, tamâmen vaz mı geçildi bilmiyoruz; ama şu anda kenarda — hemen olmuyor. Şimdi birileri haklı olarak, “Bu, toplumsal muhâlefetin sonuç almasıdır” diye bir yorum yaptı — ki bence etkisi muhakkak var. Ama kendilerini muhalif olarak tanımlayan insanlar, “Yok, ne toplumsal muhâlefeti? Erdoğan’ın yine vardır bir bildiği” diyorlar. Ne öneriyor insanlar? Şimdi etki ajanlığı yasası geldi diyelim. Ne yapacak insanlar? Sessiz mi kalacak? Ne yapacak? 

Kemal Can: Bir de bugün Medyascope’un yayınladığı bir haber var. MHP’nin, bu etki ajanlığı teklifinin geri çekilmesinden memnun olmadığına dâir bir haber.

Ruşen Çakır: Evet, doğru. MHP ısrar ediyor. Belki yarın öbür gün tekrar gelebilir de. Ama, ben insanlardaki şu mantığı anlamıyorum: “Biz ne yaparsak yapalım Erdoğan bildiğini okuyor” gibi bir yaklaşım var. O zaman ne olacak?

Kadri Gürsel: Toplumsal muhâlefet örgütlü bir toplumsal muhâlefet değil. Dolayısıyla, ben bunu muhâlefetten ziyâde direnç olarak târif ediyorum. Toplumsal bir direnç var. Toplumun çok büyük bir kesiminde var bu direnç. Orada, burada, şurada, her yerde, her an spontane olarak karşımıza çıkıyor. İnsanlar mutsuz, rahatsız, toplumda rahatsızlık artıyor. Adını koymak açısından şemsiye plan, makro planın bir parçasıydı “etki ajanlığı” konusu. Bu, gündeme gelecektir; çünkü böyle bir şey bu iktidârın ihtiyacıdır. Zîra yapmak istediği yol temizliği için elindeki enstrümanlar yetersiz. Yani cumhurbaşkanına hakaret ve insanları terörle iltisaklı hâle getirmek, bunu iddia etmek, terör suçlamalarıyla insanları özgürlük, seyâhat, siyâset etme gibi birtakım haklarından mahrum etmek yeterli değil. Ekonomi konusundaki eleştirileri terörle nasıl bağlantılandıracaksınız? Ekonomiyle, ülkenin nasıl yönetildiğiyle alâkalı eleştiriler… Bunlar her gün yaşadığımız şeyler. Türkiye’nin her yerinden felâket haberleri geliyor. Bunlarla ilgili eleştirileri nasıl terörle bağlantılandıracaksınız? 

AslındaDevlet Bahçeli etki ajanlığı yasasının güzel bir örneğini verdi. İleride, yakın bir zamanda, mutlaka bir şekilde yine başka bir isim altında gündeme gelecektir. Yâhut da ismi aynı kalacaktır, fakat lafzı değişmiş olarak gelecektir. Çünkü onsuz yapamaz, o noktaya gelmiştir. Şimdi tam kelimesi kelimesine hatırlamıyorum ama bir önceki konuşmasında, “Cumhurbaşkanımızı seçim yoluyla devirmek isteyen dış mihraklar” diye bir ifâde kullandı. Bu dış mihraklar, eğer Cumhurbaşkanını seçim yoluyla devirmek istiyorsa, bu ne demektir? O zaman, “Cumhurbaşkanının seçim yoluyla iktidârını kaybetmesi için çalışan herkes suçludur, dış mihrakların etki ajanıdır” deyip işin içinden çıkarsın. Hiçbir yanlış anlaşılmaya yer vermesini istemem; ama başka da bir şey gelmiyor aklıma. Bu bana, Nazi Almanyası’nda 1933-1936 yılları arasında çıkan yasaları anımsatıyor — özellikle ihânet yasası. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’ni her ne şekilde olursa olsun eleştirmek suç addedilmişti, kriminalize edilmişti. Şimdi bu etki ajanlığı meselesinde de sözde bir meşrûiyet payandası var. O da nedir? Dış mihraklar. Yani dış mihrakların stratejik çıkarlarının temsilciliğini yapmak gibi bir şey. Artık bundan vazgeçilemez. Eldeki enstrümanlar artık yetersiz, yeni bir enstrümana ihtiyaç var. Fakat burada da ciddî bir meşrûiyet kaybına uğrayacaklar. Meşrûiyeti taktıkları var mı? Bence yok. Ama etki ajanlığı meselesinde kendi içlerinde bir tartışma olduğu kesin. Burada iyi hazırlanmadıklarını düşünüyor olabilirler. Zâten artık pek çok konuda iyi hazırlanamıyorlar. 

Ruşen Çakır: Dün Devlet Bahçeli’yle Erdoğan, yaklaşık bir ay gibi uzun bir aradan sonra Külliye’de bir araya geldiler, bir saat konuştular. Fotoğraf dışında hiçbir açıklama yok tabiî ki. MHP 3 gündür garip bir paylaşım yapıyor. Her gün saat 15:00’te, “Hazırız’’ gibi, böyle acâyip bir şey. Bugün Bekir Ağırdır’la kayıt yaptık dedim ya; bu arada, Bekir Ağırdır KONDA’da değil artık. Veri Enstitüsü diye bir araştırma şirketi kurmuşlar. Bekir Ağırdır, yaptıkları son araştırmada, Türkiye’yi birleştiren en temel husûsun “Kaygı” olduğunu ve burada toplumun her kesiminden insanların olduğunu söylüyor.

Kadri Gürsel: Ama kaygılar farklı olabilir.

Ruşen Çakır: Tabiî, ama geleceğe yönelik kaygıdan söz ediyor ve kimlik politikalarının artık daha gerilerde kaldığını, giderek ekonominin, sınıfsal meselelerin daha fazla öne çıktığını söylüyor. Bahçeli’nin çıkışı konusunda da genel bir ilgisizlik olduğunu belirtiyor. Meselâ milliyetçi tabanda çok büyük çıkışlar olmadı. Musavat Dervişoğlu’nun çıkışları dışında, sokaklarda, “Bunu nasıl yaparsın?” gibi bir şey olmadı. “İnsanlarda, ‘Yapsın görelim’ yaklaşımı var” diyor. Ama Bahçeli’nin yapıp ettiklerine de çok büyük bir ilgisizlik olduğunu söylüyor. Son bir husus da şu: Çok emin bir şekilde, Bahçeli’nin bunu Erdoğan’dan habersiz yapmış olabileceğine hiçbir şekilde ihtimal vermiyor. Ne diyorsun Kadri?

Kadri Gürsel: Son cümlenden başlayayım. Ben başından beri zâten böyle düşünüyorum. Bu konu, bir devlet-hükûmet çatışması şeklinde te’vil edildi. Bunu yapan da sanıyorum Mümtaz’er Türköne oldu. Bu görüşe hiç saygı duymuyorum, küçümsüyorum ve bu görüşü savunan insanlara da şüpheyle bakıyorum. Mümtaz’er Türköne’ye de şüpheyle bakıyorum, onu da söyleyeyim. Kendisi bana gücenebilir, gücensin. Kendisi Bahçeli’nin tavsiyesi ve baskısı sonucunda serbest bırakıldı. Devlet Bahçeli, “Yargılama yeniden yapılmalıdır” diye bir çağrıda bulundu ve ondan sonra o doğrultuda karar alındı. Yani Bahçeli yargıyı etkiledi, yargıya tâlîmat verdi ve Mümtaz’er Türköne bu şekilde çıktı. Mümtazer Türköne’yle berâber çıkan diğerleri susuyorlar, ama Mümtaz’er Türköne konuşsun. Tabiî ki konuşmak herkesin hakkı, ben ona bir şey demiyorum; sana yaptığı açıklamaları, yazıları okudum. Ama bana iknâ edici gelmedi. Niye iknâ edici gelmediği ayrı bir mesele. 

Şimdi Mümtaz’er Türköne tartışmasını açmak istemiyorum, ama en başta kavramsal olarak şunu söylemek istiyorum: Kemal, geçen haftaki programda tabiî ki kendi görüşlerini de katarak Gramsci ve Althusser’den mülhem, komprime ve etraflı bir şey paylaştı. “Devlet nedir? Devlet, târihsel blok, egemen blok tanımları nasıl çalışır?” gibi. Tabiî izleyicilerimiz bundan çok faydalanmıştır mutlaka. Ama ben burada devlet diye bahsettiğimiz hâdisenin kurumlar olduğu kanaatindeyim. Tâbir-i câizse devlet içinde örgütlenmiş, nüfuz ve güç kazanmış şebekelerin devleti temsil ettiği kanaatinde değilim. Devlet Bahçeli devleti temsil etmez. Geçmişte bizim karşı karşıya kaldığımız fenomen neydi? “Askerî vesâyet” diyorduk. Askerî vesâyetin araçları yok muydu? Millî Güvenlik Kurulu’ydu. Millî Güvenlik Kurulu’ndaki askerlerin çoğunluğuydu. Veyâhut yargıda, doğrudan devletin güvenliğine yönelik tehditlerle uğraşan yargının ilgili kesiminde, askerî mahkeme ve asker olan yargıçlar vardı. “Askerî vesâyet” dediğimiz hâdisenin kurumsal bir tanımı vardı. O zaman bu mantıkla bakacak olursak, AKP-Fethullahçı koalisyonu döneminde de Fethullahçılar adına ortaya çıkıp bir şey söyleyene “Devlet”, ötekine de “Hükûmet” demek gerekiyordu. Devlet içinde güçlenmiş, güç kazanmış bir kesim, doğrudan devleti temsil etmez. Onun temsilcisinin, o kesimin birinci derecedeki ağzının –burada Devlet Bahçeli oluyor– söylediklerinin devleti bağladığının iddia edilmesi mümkün değildir. Bu ancak şurada ortaya çıkar: Misal, “devletin kurumları” dediğimiz zaman, bu etki ajanlığı konusunda tevâtür edilen duyumlar var. Muhâlif kesimin veyâhut olan bitene meraklı kesimin izlediği gazeteciler aracılığıyla da bunlar servis ediliyor; çünkü onların da böyle bir faaliyete, yani duyum almaya ihtiyâcı var sonuçta ve onlar da yansıtıyorlar. Bunu MİT ve Adalet Bakanlığı istiyormuş. MİT ve Adalet Bakanlığı diye iki kurumun, bugünkü iktidar yapısı içinde Erdoğan’dan ve Saray’dan bağımsız olarak irâde geliştirmesi mümkün mü? “Etki ajanlığı” denilen şey, doğrudan iktidârın –Cumhur İttifâkı demiyorum– mutfağında hazırlanmış bir tedbirdi. Elbette ki burada bir koalisyon var ve bu koalisyon, devletle hükûmetin koalisyonu değil. Böyle bir koalisyon yok. “Devlet” dediğin zaman, bu biraz ciddî bir şey — Devlet, kurum. Türkiye’de kurumsal işlerlik ve kurumsal etkileşim diye bir şey kalmadı. Düzgün çalışan bir devlette, kurumsal etkileşim vardır; burada kurumsal etkileşim yok. Doğrudan tek yönlü bir hareket var. Ama işte yeni koalisyon, yani AKP-MHP koalisyonu asimetrik bir koalisyon. Asimetrik koalisyonda devlet içinde, devletin kurumlarında, yani hükûmet sisteminde yer almadığı için hiçbir siyâsî sorumluğu olmayan Bahçeli var ve bu Bahçeli, devlet adına racon kestiğinin zannedilmesini istiyor. Aslında burada bir görev dağılımı var, başka da bir şey yok.  

Bizim yakın târihimizden, medya târihimizden ve siyâset târihimizden iki şey kullanacağım. Birincisi, 90’lı yıllarda röportajcıların, özellikle de kadın gazetecilerden seçilen röportajcıların çok sıklıkla sordukları bir soru vardı: “Aslında bu bir oyun, değil mi?” Evet bu bir oyun, burada bir oyun var, bir oyun planı var. İkincisi de bu bir tiyatro. Bahçeli 1 Ekim’de Meclis’in açılmasıyla DEM Parti’ye el uzattı ve sonra 3 Ekim’de görüştüler. Ardından 2 gün sonra da o sözde “târihî konuşma” geldi.  Bu da “Devlet Tiyatrosu”. Yani mutlaka devlet diye bir şey kullanacak olursak, bu da bir “Devlet Tiyatrosu”. Küçümsüyorum, ciddîye alanları da küçümsüyorum. Bunu söylemek ayıp değil. Çünkü ortada “Niye bütün bunlar oluyor?” sorusunun bir cevâbı olması lâzım. Bunlar niye oluyor? Çünkü Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Cumhur İttifâkı, siyâsî ömürlerini uzatmak için oyun ve plan peşindeler ve bunları yapıyorlar. Bunu söylemenin bir analiz değeri olmayabilir, ama gerçeklik değeri var. Yani gerçeklik başka bir şey, analiz başka bir şey. Analiz, gerçeğin analizi, çözümlemektir. Önce gerçeği bir tespit edelim, ondan sonra onun analizini yaparız yapmayız, ayrı mesele. 

Başta da söyledim: Bahçeli’nin grup konuşmalarında söylediklerini Erdoğan’dan onay almadan, Erdoğan’dan habersiz olarak söylemesi kesinlikle, asla ve kat’a mümkün değildir. Böyle bir şey olamaz Türkiye’de. Cumhur İttifâkı şartlarında olamaz. Bunu söyleyen birtakım implant’lar ortaya çıktı. İmplant derken, sözde muhâlif medyaya yerleştirilmiş olan medya mensuplarını kastediyorum. Bazı iktidar aparatçıkları bunu ayrıştırma gayreti içine düştüler. Arada bir kriz varmış –“kriz” lâfını da kullanmıyorlar– ama Bahçeli’nin yaptıklarından Erdoğan’ın haberi yokmuş gibi bu kadar lâf ediliyor. Ama yetkili ve sorumlu şahıslar çıkıp da, “Haberimiz vardı” ya da “Haberimiz yoktu” demiyorlar. Anlamlı tek reaksiyon Mehmet Uçum’dan geldi. Mehmet Uçum’u ciddîye alıyorum ve Mehmet Uçum’un söyledikleri, zımnen, bu ikilinin birlikte, birbirlerinin yaptıkları hakkında bilgi dâhilinde, koordinasyon içinde hareket ettiklerinin delilidir.

Ruşen Çakır: “Allah bir” dese inanmam. 

Kadri Gürsel: İnanmazsan… Ben bunu bir veri olarak kabul ediyorum. 

Ruşen Çakır: Ben hattâ ben onun o açıklamasını, “Sorun var” gibi anladım.

Kadri Gürsel: Bahçeli’nin tersi durumda yaptığı… Meselâ Erdoğan Kürtler nezdinde sözde bir “çözüm”e ya da bir “inisiyatif”e kalkışacak, Bahçeli de buna karşı çıkacak. O zaman bir video yayınlar, bir parkurda tek başına yürürken, fonda Ferdi Tayfur çalar filan. O zamanlar uyandırdığı etkiden siyâsî sonuç alındı, şimdi de böyle bir şey varmış gibi yapılıyor. Burada Bahçeli’nin böyle bir girişimi kendi inisiyatifiyle başlatıp, üstüne dışarıda bunu da devlet adına yapıyormuş gibi bir izlenim oluşturmak için medyayı kullanması da bence bu oyunun bir parçası. Aynı zamanda burada şu da yapılıyor: İktidârın Kürt sorunu konusunda yaratabileceği olumlu bir gündem yok. En fazla, yapılması mümkün olmayan bir şey, Habur Mahkemesi gibi yasalarda karşılığı olmayan, Abdullah Öcalan’ın gidip DEM Parti grubunda konuşma yapması ve örgütünü dağıttığını açıklaması gibi. O, örgütünü dağıttığını açıklayamaz, o ayrı mesele. Ama ortaya böyle bir şey atıyor, ondan sonra da burada bir ikilik varmış etkisini uyandırmaya çalışıyor. Ve olumlu bir gündem yaratamadığı için de bir fermuar siyâseti izliyor. Bir konuşma yapıyor, üç kayyum geliyor. Bu sefer yine iktidarın medya aparatçıkları, “Bak geliyor! Sopa geliyor!” diye, hemen ortaya bâzı şeyler salıyorlar. Havuç yok. Havuç, bâzı insanların serbest bırakılması olabiliyor. Meselâ bir tehdit daha: Suriye’ye operasyon. “Trump gelince Amerikalılar Suriye’den çekilecekmiş, Türkiye girecekmiş, ona göre”. 

Evet, bu aritmetik bir gerçekliktir, aritmetikle alâkalı bir gerçekliktir. Cumhuriyet Halk Partisi’yle bunu elde edemeyecekleri için, pabuç orada çok pahalı olacağı için, Kürt hareketini gözlerine kestirmiş durumdalar. Bunu deniyorlar. Ne kadar başarılı olacaklar bilmiyorum. Kürt hareketi buna ne karşılığında onay verir, böyle bir şeyin içine girer, onu göreceğiz. Ama iktidar bu karşılığı ödeyebilecek kapasiteye sâhip mi? Açıkçası ben o konuda çok şüpheliyim. 

Ruşen Çakır: Sesim pek el vermiyor ama…

Kadri Gürsel: Evet, yüzündeki ifâde de zorlandığını gösteriyor. 

Ruşen Çakır: Devlet Bahçeli’nin devlet olup olmadığını bilmiyorum, ama ben aralarında bir uyum olduğunu düşünmüyorum. O anlamda beni küçümseyebilirsin Kadri. Şunu unutmayalım: Devlet Bahçeli 2002’de ülkeyi seçime götürdü ve kendisi barajın altında kaldı. Orada fevrî bir hareket yaptı, hep birlikte battılar ve AKP iktidâra geldi. Dolayısıyla… 

Kemal Can: 2015’te de partisini dağıtacak hamleyi yapıp… 

Ruşen Çakır: Erdoğan’a destek verdi.

Kemal Can: Evet, Erdoğan’ıkurtardı.

Ruşen Çakır: Evet, yapar. Neyse. Ben salı günü grup toplantısının girişinde ve çıkışında kendisiyle ayaküstü konuştum, ama tabiî en fazla merhabalaştık. Tabiî açık konuşmaz ama, aslında oturup konuşmak, yine de bir havayı almak isterdim. Neyse haftaya saklıyorum. Nasıl olsa bu olay sürecek. Kemal, benim sağlık durumumu da düşünerek çok uzatmadan toparlayalım, seninle bitirelim. 

Kemal Can: Tamam. Senin arkadaşın sağlık durumunu pek düşünmedi, ama ben seni düşüneyim. Ben de onun bu düşüncesizliğini küçümsüyorum. Şimdi, böyle hızlandırılmış devlet teorisiyle tabiî ki bâzı şeyler eksik kalıyor, ama hiç o tartışmaya girmeyeceğim. Çünkü o tartışma bu son açıklamalarla gayet zayıf bir alanda kendiliğinden dondu. Zira argümante edilen fikirler, “Şunu küçümsüyorum, bunu küçümsüyorum” deme ihtiyâcını duymazlar zaten. Kendi argümantasyonuyla bir şey anlatabiliyorsa zâten anlatabilmiştir. Şimdi işin şu tarafına bakmakta fayda var: Devlet Bahçeli’nin siyâsî alanı tanzim hamleleri, Erdoğan iktidârını da aşan, ama Erdoğan iktidârının içinde iki tâne kritik dönüm noktasında yaptığı hamlelerle süreci belirleyen, aslında sâdece süreci değil daha geniş bir dönemi belirleyen, açtığı süreçlerle bir dönemi şekillendiren, yani aslında 2001 hamlesiyle, AB süreciyle başlayan ve o devletin kurumlarının da onayıyla yürüyen bir vesâyet gerilimi olmasına rağmen, ana yörünge konusunda müesses nizâmın mutâbık kaldığı önemli bir dönemin başlangıcına işâret eder. 2015’te, son 10 yıldır bu “beka dâvâsı” etrâfında kurulmuş olan ve bu kutuplaştırma siyâsetinin şekillendirdiği bir siyâsî alanı kuran ve kendi içinde bulunan bütün gerekçeleri son derece inandırıcılıktan uzak olmakla birlikte, daha sonraki süreçte bütün aktörleri de gayet tutarlı biçimde peşinden sürükleyen ve siyâset alanının uzunca bir dönem değişmeden kalmasını sağlayan bir dönem. 

Şimdi bunu tekrar becerip beceremeyeceği belirsiz. Ama bu, yapılan hamlenin ne kadar mutâbakatla ne kadar uyumla olduğunu henüz kestiremediğimiz bir yeniden tanzim süreci. Bu yeniden tanzim sürecinin, uluslararası trendlerle, bölge dinamikleriyle, siyâsî alanda hem seçmen bazında hem aktörler bazında gelişmeye başlayan yeni durumla, çok sağlam ve belirleyici, özellikle ikinci 10 yılın en belirleyici meselesi olan Kürt meselesinin siyâsette yer alma biçimini yeniden târif etmeyi içeren, ayrıca iktidar içerisindeki mücdele ve gerilimleri de bir tür yeni dengesine oturtan birkaç başlıktaki bir hâdise olduğunu düşünüyorum. Tıpkı “Dış dinamikler mi iç dinamikler mi tetikledi?” tartışmasında olduğu gibi, ağırlıklarının ne olduğu tartışılır. Birinin daha çok ağırlığı olabilir, biri diğerine neden olmuş olabilir, birlikte düşünülmüş olabilir, “Bu yapılırken onu da yapalım” denilmiş olabilir. Ama sonuçta bunların bir toplam sonucu olduğunu, yani iddia edildiği gibi böyle kısa erimli, olayı lineer gören ve iki boyutlu, “Kim karşı? Kim destekliyor? Kim ne tarafa gidiyor? Kim bunun karşısında duruyor?” denkleminden ibâret olmayan, başka boyutları olabilen bir süreç olduğu kanaatindeyim. 

Ayrıca, uyumla mücâdele ve rekabet birbirinin zıddı şeyler değil; bir arada olabilen şeyler. Zâten her türden koalisyon, ortaklık, işbirliği, pazarlık, müzâkere, seçim, ne derseniz deyin, bir süreç olarak târif edilebilecek bütün hâdiselerde, bunlar bir arada bulunabilirken, aynı zamanda, uyumlu olarak aynı yöne doğru hareket edenlerin, o yöne gidişteki hız, patronaj, direksiyonda kimin olacağı, kimin varılacak noktadaki belirleyiciliği ya da o rotada ilerlerken temasta bulunacak diğer aktörlerle ilgili kanaatleriyle ilgili sürekli bir mücâdele ve rekabet var. Bu kaçınılmaz bir şeydir. Bu ilişkinin doğasında olan bir şeydir. Ayrıca, bu tür otoriter yapılarda sanılanın aksine, dışarıya karşı homojenlik görüntüsü vardır. Tabiî zaman zaman iyi polis-kötü polis rolleri oynamak gibi şeyler de söz konusu olabilir. Ama normal siyâsî süreçler çalışmadığı ve bu genellikle sağlam kurumsal ve hukukî bir altyapıya dayanmadığı için, mücâdele ve rekabet daha atipik, bâzen de daha sert cereyan eder ve genellikle burada kullanılan araçlar, bilinen klasik araçlar değildir. Meselâ oylama gibi ya da çeşitli karşı açıklamalar gibi. Tam tersine, arkada başka aktörler üzerinden yapılan hamlelerle, mücâdelenin sonuçlarını belki de çok sonra görebilir, algılayabiliriz. Hele ki otoriter yapılarda, hele ki böyle kurumsal vasfı son derece meşkûk, belirsizliğin son derece hâkim olduğu alanlarda, bu çok daha fazla görülür. Bu tabiî ki bir oyun ve işbölümü olarak yorumlanabilir. 

Daha önce, “Bu MHP taş koyuyor. Aslında Erdoğan 2024 yenilgisinden sonra birtakım şeyler yapmak istiyor, hattâ yapmaya mecbur. Bahçeli de direniyor, yaptırmıyor” tartışmaları zamânında, ben burada defalarca tersini iddia ettiğimi hatırlıyorum. MHP’nin ya da Bahçeli’nin bu konudaki barajı meselesi biraz kullanışlı bir şey. Başka örneklerde de gördük bunu. Meselâ özellikle Batı’yla ilişkilerinde Erdoğan’ın, ortağının direncini muhâtaplarına karşı çok kolay kullanabildiğini, o konuda kendisine biraz destek verilmesi îmâsıyla, bahâne olarak ileri sürdüğünü biliyoruz. Buna benzer pek çok meselede, bu tür rol paylaşımları, dediğimiz gibi iyi polis-kötü polis rolleri söz konusu olabilir. Ama eğer burada oynanan bir oyunsa ve bu oyun sâdece DEM Parti’yi anayasa konusunda iknâ oyunuysa… Allah’ınızı severseniz şu altı haftaya bakın. Nasıl bir iknâ süreci bu? Bu rol paylaşımının, bu “Devlet tiyatrosu”nun sağladığı fayda nedir? Hatırlarsanız, bu hikâye başlamadan önce zâten herkesin ve bâzı Kürt siyâsetçilerin de, “Erdoğan Bahçeli’yi razı etse bir şeyler yapacak aslında. Zâten yapmaya da mecbur” diye gayet iknâ olduklarını hatırlıyoruz. “Öcalan Meclis’e gelsin” kadar yüksek bir çıtadan sıçrayıp, sonra iktidar arasında ciddî mesele varmış numarası yapıp, sonra kayyum hikâyesine atlayıp, havucu olmayan sopa… Bizim bu tiyatroya iknâ olmamız için şuradan yola çıkıyor: Amaçtan yola çıkınca yapılan her şeye, “Zâten onun için yapılıyor” diyerek iknâ olabilirsiniz. Ama yapılan şeyin o amaca hizmetini anlayamadığımda, ben iknâ olamıyorum. Yani bu tiyatroyu, “Aslında gayet uyumlular, oturup böyle basit bir hesap yapmışlar. At pazarlığına gidiyoruz, birilerini at pazarlığına iknâ edeceğiz. Bahçeli sen çık konuş ki daha iknâ edici olsun. Ama orada bir şey çıkarsa bir de kayyum patlatalım” diye kurmuşlar. İyi de bunun amaca faydası ne? Benim buna iknâ olmam lâzım.

Ruşen Çakır: Burada şöyle bir şeyi özellikle vurgulamak lâzım: Bu “havuç-sopa” lâfını çok kullanıyoruz. Kürt hareketine, DEM Parti’ye, DEM Parti’nin oylarına ihtiyâcı var diyelim: ama ortada somut olarak verilmiş hiçbir şey yok, verileceğine dâir de hiçbir işâret yok. Ben salı günü DEM Parti grubunu da izledim.  

Kemal Can: Yani Kadri’nin söylediği gibi allayıp pullayabilecekleri bir şey yok. 

Ruşen Çakır: Tuncer Bakırhan şöyle bir şey söyledi: “Sayın Bahçeli, Erdoğan niye sizin önünüze set çekiyor?” Bahçeli’nin çıkışını pozitif olarak görüyorlar, ama bir şey elde etmiş değiller. Erdoğan’la Bahçeli arasında, Bahçeli’ye daha yakınlar. Ama ben açıkçası, DEM Partililerin “Şunu aldık, bunu aldık. Dolayısıyla biz de bir şey yaparız, pozisyon değiştiririz” gibi bir durumlarını görmedim.

Kadri Gürsel: Bahçeli Kürtlere ne vaat ediyor ki? Bahçeli Kürtlere hiçbir şey vaat etmiyor aslında.

Ruşen Çakır: Havuç nerede? Kim verecek havucu?

Kadri Gürsel: Havuç yok, ben de bunu söylüyorum zâten. 

Kemal Can: Peki tiyatro niye yapılıyor?

Kadri Gürsel: Erdoğan’ın bu konularda rol alarak daha fazla yıpranması mümkün görülmüyor. Tiyatro o yüzden yapılıyor. Erdoğan’ın yıpranma kapasitesi yok, sıfır. Bu konuda harcayacak siyâsî kredisi de yok, kapasitesi ve sermâyesi de yok. 

Kemal Can: Sen züğürtlüğe bağladın işi. 

Kadri Gürsel: Erdoğan yüzde 50 aldığı zaman, oyu 50’ler seviyesindeyken büyük ve stratejik hamleler için harcayabileceği, maksimum üç beş puanlık bir kapasitesi vardı. Puandan bahsediyorum. Oysa şimdi hiç yok. Dolayısıyla Erdoğan burada geride kalmak zorunda. Ama bir şey elde edilecek olsa dahi… Kemal, sen aslında iyi söyledin, benim de aklımda bu vardı. Bir şey olursa yine “Bahçeli Erdoğan’ı iknâ etti” diye bir hikâye anlatılacak. Ama neye iknâ etti? Ne vermeye iknâ etti?Burada şu âna kadar Kürtlere, Kürt hareketine dönük olarak yapılan şey şu: “Eğer bizi bu noktada desteklemezseniz, hem Türkiye içinde hem de dışarıda dünyayı size dar ederiz”. 

Ruşen Çakır: Onu zâten yıllardır yapıyorlar. Bunda gizli bir şey yok. 

Kadri Gürsel: İyi de, meselâ biri yazmış; güya 38 belediyeyi doğrudan Kandil şey yapmış da, onlara da kayyum gelmesi yakınmış. Bir tarafta sürekli kendi medyalarından Kürtlere, Kürt hareketine kafa sallayan birileri var.

Ruşen Çakır: Bunu ilk önce,mayıs ayında eski arkadaşımız yazdı…

Kadri Gürsel: Siyâsetten sorumlu konumdaki insanlar bu konuda hiçbir şey yapmıyorlar. Orada DEM Partisi’ni ve onun arkasındaki gücü –“arkasındaki güç” derken Kürt hareketinin bütününü kastediyorum– sürekli olarak buna iknâ etmeye, buna zorlamaya, buna râzı etmeye dönük bir baskı siyâseti var. 

Ruşen Çakır: Zâten yıllardır baskı gören bu hareket, daha fazla baskı gördü diye anayasanın değişmesi için Erdoğan’a oy vermez. Baskı yüzünden oy vermez. 

Kadri Gürsel: Oy vermez zâten. Yani, “Eyvah, kayyum atayacaklar” diye de oy vermez. Üçüncü kayyum dalgası geldi şimdi. Ağrı eşiği çok yüksek bir hareketle karşı karşıya. Kayyum atayarak, belediyelerini elinden alarak, onları istemedikleri bir şeye zorlayamazsın. 

Ruşen Çakır: Tabiî işte, onu söylüyorum. 

Kadri Gürsel: Bu gerçeği bilmek lâzım. Bir şey verecek hâli de yok, çünkü Erdoğan çok korkuyor. 2015 tecrübesini unutmayalım. 2015’te MHP’ye kaptırdığı oylarla azınlığa düştü. Erdoğan bâzı şeyleri hiç unutmuyor, unutmadığı şeylerden biri de bu. Şimdi yoğurdu üfleyerek yiyor.

Ruşen Çakır: Yavaş yavaş toparlayalım. Kemal, seninle noktalayalım.

Kemal Can: Tamam, nokta. Ben nokta diyerek noktalıyorum. Ama hakîkaten bu kadar yüksek riskli, bu kadar yüksek ve bu kadar hızlı… Meselâ şimdi Özgür Özel, CHP çevrelerinde, “Şu bir iki yılı idâre et” diye konuşuyor. Gündem değiştirme yorumlarının hepsinin arkasındaki şey, bir iki sene durumu biraz idâre etmek. Eğer bu tiyatro yavaş yavaş idâre etmek, bir zaman kazanmak için oynanıyor olsa, onun için de çok uygun değil. Hem seçilen sahne hem çıta çok yüksek, her şey çok hızlı. Ne lüzûmu var? 

Kadri Gürsel: Anayasa değişikliği için hiçbir zaman erken değil. Anayasa değişikliği bir inisiyatif olarak çıkacaksa, aslında tam zamânı. 

Ruşen Çakır: Ben “erken” lâfından hareketle, “Bence Türkiye yakında erken seçimi konuşacak ve bunda da Bahçeli bayağı etkili olacak” diyerek ortalığı karıştırayım. Bitiriyorum. Kemal, sen ne zaman geliyorsun İstanbul’a?

Kemal Can: Biraz daha var.

Ruşen Çakır: Eyvallah. Evet, “Haftaya Bakış”ı burada noktalıyoruz. 

Kadri Gürsel: Geçmiş olsun Ruşen.

Ruşen Çakır: Sağ ol. Kadri Gürsel’e ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.