Haftaya Bakış (240): Türkiye’de kayyum dönemi | Bahçeli Öcalan çağrısını yineledi | Trump yeniden başkan

Belediyelere kayyum atandı… Bahçeli Öcalan çağrısını yineledi… Trump ABD’nin yeniden başkanı oldu…

Muhalefet ne yapacak?

Esenyurt, Mardin, Batman ve Halfeti’ye kayyum atanmasının yankıları sürüyor.

Geçtiğimiz hafta İçişleri Bakanlığı CHP’li Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atadı. Belediye Başkanı Ahmet Özer, terör suçlamasıyla çıkarıldığı mahkemece tutuklanarak cezaevine kondu. Bu arada CHP, Esenyurt Belediyesi önünde Demokrasi Nöbeti başlattı.

Türkiye, Esenyurt Belediyesi’ne kayyum atanmasını konuşurken, İçişleri Bakanlığı bu haftanın başında Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyum atadı. Tülay Hatimoğulları ve Tuncer Bakırhan ile Özgür Özel, Mardin Büyükşehir Belediyesi’nin önüne gitti ve açıklama yaptı. Liderler burada kayyum atamalarına tepki gösterdi. Bu arada ülke genelinde kayyum atamaları protesto edildi. Pek çok kişi gözaltına alındı, hatta polis tarafından darp edildi.

Bahçeli çağrısını yineledi

Bu arada Meclis açılışında DEM Partililerin elini sıkan Devlet Bahçeli, “Türk ve Kürtler kardeştir” diyerek bir süredir mesajlar veriyor. Bahçeli, 22 Ekim’deki partisinin grup toplantısında Abdullah Öcalan’ın, örgütün lağvedildiğini Meclis kürsüsünden açıklaması gerektiğini söyledi. Bahçeli ayrıca kalmadı, Öcalan’ın “Umut Hakkı”ndan yararlanabileceğini ekledi. MHP lideri bu çağrısını 5 Kasım’daki grup toplantısında da yineledi.

Bahçeli, grup toplantısında, “Geçen hafta açıkladı, Türk ve Türkiye Yüzyılı’nda terörün kökü kazınacaktır. Türk kardeşlerimizle tek yüreğiz. Teröre karşı aynı cephedeyiz. Teröristbaşı terörün bittiğini, PKK’nın lağvedildiğini söyleyecekse haydi DEM Grubu’na gelsin, bunları söylesin, Umut Hakkı’ndan da istifade etsin. Sözümün arkasındayım. Teklifimde ısrarlıyım” dedi.

MHP lideri sadece Öcalan çağrısını yinelemedi. Ayrıca Bahçeli’ye göre Erdoğan yeniden cumhurbaşkanı olmalı:

“Diyorlar ki Sayın Cumhurbaşkanımız seçtirmek için yol arıyormuşuz. Bizim amacımız Yeni Yüzyıl’da terörü bitirmektir. Terör hayatımızdan sökülüp atılırsa enflasyon canavarına darbe indirilirse, Türkiye siyasi ve ekonomik olarak zirveye çıkarsa, Cumhurbaşkanımızın bir kez daha seçilmesi doğal olan değil midir? Devlette devamlılık, siyasette istikrar, Türkiye Yüzyılı’nın güvencesi için Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan tek seçenektir.”

Trump yeniden başkan

Öte yandan Amerika, yeni başkanını seçmek için sandığa gitti. Seçimleri eski ABD Başkanı ve Cumhuriyetçi Parti’nin adayı Donald Trump kazandı. Trump, 2016 ila 2020’den sonra bir kez daha Beyaz Saray’a oturacak. Cumhuriyetçilerin seçimi kazanmasının ardından Ohio Senatörü James David (JD) Vance (39) başkan yardımcısı olacak.

Ruşen Çakır, Kemal Can ve Kadri Gürsel, Haftaya Bakış’ın bu bölümünde, belediyelere kayyum atanmasını, Bahçeli’nin Öcalan çağrısını yinelemesini ve Trump’ın yeniden başkan olmasını değerlendirdi.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”la karşınızdayız. Kadri Gürsel tekrar döndü aramıza. Geçen hafta rahatsızdı biliyorsunuz. Bugün iki konu konuşacağız. Biri, Trump’ın başkanlık seçimini kazanmasının dünyaya ve Türkiye’ye etkileri, diğeri de tabiî ki Türkiye’deki kayyum atamaları ve Bahçeli’nin duruşu. Arkadaşlar, merhaba. Kadri sana geçmiş olsun tekrar, aramıza döndün.

Kadri Gürsel: Teşekkür ederim.

Ruşen Çakır: Önce seninle başlayalım. Geçen haftaki yayında olamadığın için, oradan da söylemeyi düşündüğün şeyler kalmış olabilir; ama bu hafta zâten yeterince konu var. Öncelikle CHP Esenyurt Belediyesi’ne atanan kayyum ve Ahmet Özel’in tutuklanması, ardından, Mardin Büyükşehir, Batman İl ve Şanlıurfa Halfeti ilçelerine kayyum atanması var. Oralarda gözaltı, tutuklama yok; ama protestolardan dolayı birtakım gözaltılar oldu. Devlet Bahçeli, kayyum atamasının hemen ardından yaptığı grup konuşmasında, yine Öcalan’ın DEM Parti grubunda konuşması konusundaki tavrında ısrarcı oldu ve isim vermeden, İYİ Parti başta olmak üzere, kendisini eleştiren milliyetçi çevrelere de çok sert cevaplar verdi. Bütün bunlara birlikte bakmaya çalıştığımızda neler görüyorsun Kadri?

Kadri Gürsel: Aramızdaki eski tartışmaları tekrar alevlendirmek istemiyorum ama, bir “süreç” başlığı altında da bakabiliriz buna. Süreç de ne süreci? Bir süreç var demiştik. Ben de artık bir süreç olduğuna kanîyim. Fakat bunun ne süreci olduğu konusunda aynı fikirde miyiz bilemiyorum. Bana göre bu artık bir şantaj, dayatma süreci. Sürecin hedefi Erdoğan’ın iktidârını uzatmak. Senin de atıfta bulunduğun konuşmasında, Bahçeli de açık ve net bir şekilde bunu ifâde etti. Galiba bunun için en ideal formül olarak anayasa değişikliği düşünülüyor. Bu anayasa değişikliğine DEM Parti’yi iknâ etmek için de şantaj ve son derece anti-demokratik baskı tedbirleri devreye konuluyor. Bu süreç, Kürt sorununun çözümünü hedefleyen bir süreç değil. Konuya çok mesâfeli baktığım için tırnak içinde kullanacağım: Bu “sürecin” 2009 ve 2012’deki o iki süreçle arasındaki tek benzerliği, öteki süreçlerin de iktidârın devleti tamâmen ele geçirmesi, iktidârını tahkim etmesi ve ileride de rejim değişikliğine doğru gidebilecek gücü elinde toplaması açısından kurgulanmış olmasıydı. Tek neden sâdece bu değil, ama asıl neden buydu. Yani, 2009’da iktidârın önündeki engellerin temizlenmesi, daha sonra da 2014, 2015’e doğru giden sürecin de o dönemde kendileri açısından kazâsız belâsız atlatılmasıydı. 

Şimdi burada da yine iktidârın bekası açısından bakılan bir süreç var. “Kurgulanan” demiyorum, çünkü çok niteliksiz bir durum var ortada. Fakat bu süreci öncekilerden ayıran çok temel farklardan biri, ciddî bir nitelik farkı olması. İktidar, aradan geçen süre için, özellikle de 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonrasını izleyen dönemde, aslında ciddî bir nitelik kaybına uğradı. İki sürecin kurgulanması, halkla ilişkileri, siyâsal iletişimi, ülkedeki aydınların ve gazetecilerin buna angaje edilmeleri, iknâ edilmeleri için harcanan eforun nitelikleri açısından baktığınızda, arada bir uçurum var. Küçük bir örnek vereceğim, üzerinde fazla durmak istemiyorum: Ruşen, “Sen de zâten bunun birinci derecede aktörüsün” dersem alınır mısın bilmiyorum, ama en azından unsurusun. İçişleri Bakanlığı’ndaki bir toplantıyla başlamıştı biliyorsun ve sen de o toplantıya çağrılanlar arasındaydın. Orada, “Biz ne kadar ciddîyiz bakın, bunu size göstermek istiyoruz” dercesine, kendi muratları açısından ülkede iknâya açık gördükleri aydınları, gazetecileri toplayıp, önce bunun bir siyâsal iletişimini yapmışlardı. Bugün böyle bir şeye hiç gerek duymadılar. Daha önce de söyledim, kendileri de inandırıcılıklarını ve siyâsî sermâyelerini tamâmıyla yitirdiklerinin farkındalar. Artı, bu iş onlar için iki açıdan da zor. Birincisi, tamam, Erdoğan güçlü, önemli bir lider. Güçlü ve önemli bir liderin yapabileceği şey, meselâ en yakınındakileri kendi yalanlarına inandırmaktır. Erdoğan’ın artık en yakınındakileri kendi yalanlarına inandırmak ve bu yalanlar, sahte hedefler doğrultusunda onları angaje etmek, mobilize etmek gibi bir kapasitesinin kalmamış olduğunu düşünüyorum. Böyle bir şey yok. Yalan değil, gerçeği söylemek zorunda. Gerçekse zâten çok açık.  Bu gerçek, aslında tabiî ki çözüm, barış vs. değil. Türkiye sınırları açısından, Türkiye’nin içi açısından bakınca, böyle bir şey yok. 

Bir de tabiî aslında iktidârın bu konuda en büyük korkusu ve çekincelerinden biri, “Bu yalanı siyâsal iletişim kaydırağında halka, kendi tabanımıza anlatırız ve onlar da, maazallah, ya inanırlarsa” diye bir korkuları olması. Aslında inandırmak da istemiyorlar. Yani böyle bir yalana hem kendi yakınındakini inandıramıyor, hem de toplu olarak tabanlarını inandırmaktan çok korkuyorlar. Zâten o yüzden Bahçeli’yi devreye soktular ve Bahçeli’nin de müdâhalelerinde gördüğümüz gibi, ritmik bir şey var ortada. O yüzden artık “süreç” diyorum buna. Ama bu farklı ve olumsuz mânâda, çok kirli bir şantaj süreci. “Bize desteğinizi verin. Cumhurbaşkanımızın ömür boyu cumhurbaşkanı olarak kalmasını sağlamak amacıyla bir anayasa değişikliği yapacağız. Bize desteğinizi verin, vermezseniz sizi kötü yaparız.” Ne yaparız? Önce Esenyurt… Onu yaptılar. Orada verdikleri mesaj: “CHP’yle iş tutmayın”. Bu “kent uzlaşması” meselesi, “CHP’yle bu işi yapmayın” idi aynı zamanda. Sâdece o da değil. Oradan İmamoğlu’na yürümek, oradan İBB’ye yürümek, CHP’yle PKK’yı benzeştirmek, özdeşleştirmek, aynı şeylermişçesine göstermek gibi saçma sapan bir gayret var biliyorsunuz. Bahçeli’nin konuşmasında söylediği gibi, niyetleri bu. Saçmalıklara inanmak isteyenler olduğu sürece saçmalayabilirsiniz, bu çok açık ve net bir şey. Bunu 2023 seçim kampanyasında da gördük. Şimdi bu var, ondan sonra da ardından üç hamle geldi. Aynı gün Batman, Halfeti ve Mardin belediyelerine kayyum atandı. Bundan sonra devamlı kayyumlar birbirini izleyecek îmâsı vardı, ama öyle bir şey olmadı. O bir yumruktu. Bu mânâda, iktidârın Türkiye’de Kürt hareketine, DEM’e attığı bir yumruktu. 

Ardından Bahçeli tekrar aynı konuşmayı yaptı, çağrısını tekrarladı. Demek ki, “Bakın bu bir uyarıydı, arkası gelir. Ona göre ayağınızı denk alın. Biz çok kararlıyız, size dünyayı dar ederiz. Ya istediğimiz şartları yerine getirirsiniz ya da size gününüzü gösteririz” demeye getiren bir şey bu. Şimdi, bu tartışmaları yaptık. İstikrar açısından, Öcalan adlı yerli siyâsî sermâyenin –çünkü sermâye olarak bakılıyor– kullanım değeri, geçerliliği kalmış mıdır? Ne kadar kalmıştır? Öcalan kartı kullanılarak bir yere varılabilir mi? Ne kadar yol alınabilir? Bunlar hep ayrı tartışmalar, yan tartışmalar diyelim. Ama görünen o. 

Konuşmamın başında da söylediğim gibi, ben iktidârın ciddî bir niteliksizleşmeye dûçar olduğunu düşünüyorum, görüyorum, gözlemliyorum. Bu niteliksizleşme, bütün politik oyun planlarına ve bu oyun planlarının uygulanmasına olumsuz olarak yansıyor. İktidârın, Kürt hareketini, DEM Parti’yi kendi empoze ettiği şartlara uymaya iknâ etmek için elinde baskı tedbiri olarak kayyum atamaları var. Belki ileride hapisler de gelebilir, her şey olabilir. Geçmişte yapmadılar mı? Yaptılar. İyi de bu aslında bir çâresizliğin de göstergesi. Biz X’te “Kayyum dönemi” diye bir başlık atmıştık tanıtımda. Bu yeni bir şey değil. Olsa olsa Türkiye’de üçüncü kayyum dönemi olurdu; teknik olarak doğru başlık oydu. Yanlışlamak için söylemiyorum, ama üçüncü kayyum dönemi. 2016’da darbe girişimini fırsat bilerek o zaman HDP’nin elindeki bütün belediyeleri aldılar. 2019’da, o zamanki İçişleri Bakanı Süleyman Soylu döneminde, Süleyman Soylu bunu bir kere daha yaptı. Ne karşılığında ne istediler de yaptılar o zaman? Fırsat bildiler. “Kürt hareketinin elindeki belediyeleri alalım, bunları mahrum bırakalım, bunları siyâset dışına itelim, bunların tabanını da siyâsetten soğutalım” gibi… Bunu güvenlik sorunu olarak da yansıtabilirsiniz tabiî. Güneydoğu’da o zaman PKK’nın büyük bir şevk ve iştiyakla kabul ettiği o çok kanlı ve yıkıcı çatışma sırasında olup biten şeylerden söz ediyoruz. Orada böyle bir çatışma sürerken, şehirlerin bâzı bölümleri, mahalleleri bu çatışmalarda yıkılırken, halkın demokratik irâdesinin bu bağlamda reddedilmesi meşrû gibi görülebilir. Şimdi, bunun hiç meşrûiyeti yok. Meşrûiyeti olmadığı gibi, iktidârın karşısında da bu yumrukları yemeye alışkın, alıştırılmış bir hareket var. 

2016’da yaptınız, 2019’da tekrar seçtiler, tekrar aldılar o belediyeleri. Yine yaptınız, 2024’te tekrar seçtiler. Şimdi yapıyorsunuz. Niye? “Benim sana empoze ettiğim şartlarda benimle anlaşmadın. O halde sana yumruk üstüne yumruk.” Yumruk arsızı hâline getirmişsiniz, teşbihte hatâ olmaz, kimse alınmasın. Zâten indirdiğiniz darbeler artık etkisizleşmiş; Kürt hareketi de Kürt seçmeni de buna alışmış. Hattâ her yumruğun, her darbenin ardından gidip tekrar partisine oy veriyor. Üstelik siyâsete katılmaktan da vazgeçmiyor. Karşımızda böyle bir şey var. Dolayısıyla ben Kürt hareketi üzerinde bu kayyum politikalarıyla sonuç alınabileceği kanaatinde değilim. Yanılıyor muyum bilmem, yanılıyor da olabilirim. Türkiye’de esas mesele, bununla sonuç alınmasının kolay gibi gözükmemesi. Bu bir ihtimal; ama Türkiye’de esas mesele –Kürt hareketi açısından da mesele bu– eğer Kürt sorununun çözümü amaçlanıyorsa –ki amaçlanmıyor–, amaçlanıyorsa, bunun ancak demokratikleşme zemininde mümkün olabileceği gerçeğinin yeterince içselleştirilmemiş olmasıdır. Demokrasiyi içselleştirmemiş iki aktör arasındaki anlaşmadan, ancak parçalanma, ayrışma çıkar. Başka bir şey çıkmaz. Bunun da zâten böyle olabileceği, bu noktaya doğru gittiği, 2013’le 2015 arasındaki süreçte görüldü. Zâten bu dinamiklerin önü açıldığı için, iktidârın hatâlı politikaları sonucunda Türkiye kendisini çok şiddetli bir çatışmanın içinde buldu. Tekrar aynı şeylerin olması imkânsız. 

İktidar bunu yeniden deneyecek mi? Bence, yine bu kayyum siyâsetini yürürlükte tutacaklar, deneyecekler, zorlayacaklar. Başarılı olabilirler mi olamazlar mı? Belki sopanın yanında havuç da göstereceklerdir. Ancak, şu an havucun ne olduğunu bilmiyoruz, görmedik, bu konuşulmadı. Fakat sopayı gördük. Havuç ortada yok. Havucun da, yani Öcalan’ın –“serbest bırakılması” demiyorum– ev hapsine alınması gibi tedbirlerin, bu sefer alesta bekleyen Türk milliyetçi kamuoyunu birdenbire alevlendirebileceğini gördük. Kolay bir şey değil. Ben bugün bütün bu yapılanların iktidârın amacına ve çâresizliğine çâre olabileceği kanaatinde değilim. Bâzı taktik anlaşmalar gündeme gelebilir; gelmez demiyorum, gelebilir. Onu bilemem, bilemeyiz. Ama Ahmet Türk’ün sözüne bir atıfta bulunarak bitireyim: “Bu kayyum atamaları, konuştukları her kimse, onlarla anlaşamadıklarını gösteriyor” demişti. Ama konuşmaya devam edebilirler, kayyum atamaya da devam edebilirler. Biz de böyle bir süreci izler ve burada konuşuruz.

Ruşen Çakır: Evet Kemal, seninle devam edelim. Bilmiyorum izledin mi, benim son günlerde yaptığım yayınlarda, Roj Girasun da Mümtaz’er Türköne de Erdoğan’la Bahçeli’nin arasında fark olduğunu söylüyorlar. Biliyorsun, Mümtaz’er, “Devlet hükümete karşı’’ başlığıyla çok net bir yazı yazdı. Aslında Roj için de benim için de öyle bir görüntü var. Eskiden, “AKP Kürt sorununu çözmek istiyor ama MHP yüzünden yapamıyor” gibi söylentiler vardı. Şimdi durum tersine dönmüş gibi. Bahçeli bir şey yapmak istiyor, Erdoğan yanaşmıyor gibi. Özellikle CHP’yle başlayıp, sonra DEM Parti’yle devam eden süreçte, Ahmet Türk gibi sembol bir ismin yerine Büyükşehir Belediyesi’ne kayyum atanmasını da dikkate alırsak, bu kayyum atamaları olayı bambaşka bir boyuta taşıdı. Bir de biliyorsun Halfeti Abdullah Öcalan’ın memleketi. Böyle bir durum da var. Ne diyorsun?

Kemal Can: Ben o yayınlarının hepsini izledim. Hattâ Seda Demiralp ve Burak Bilgehan Özpek’le yaptığın yayınları da seyrettim. Sen oradan sorduğun için Bahçeli-Erdoğan meselesinden başlayayım. Bahçeli’yle Erdoğan’ın bu sürecin içerisindeki rollerinde, Bahçeli’nin, daha iknâ edici bir PR görevlisi gibi, Fahrettin Altun’un yerine daha iknâ edici bir sözcü olarak yerleştiği gibi bir işbölümünün olduğu kanaatinde hiç değilim. Ama tamâmen büyük bir çatışmadan, tamâmen ayrı yönlere çekilen bir süreçten de bahsetmenin doğru olmadığı kanaatindeyim. Bütün bu hikâye, aslında Bahçeli’nin ikinci açıklamasından sonra, bu, “Ağzındaki baklayı çıkardı” meselesinden başladı. CHP de siyâseten çok elverişli olduğu için hemen buna vurgu yaptı. Zâten iktidârı ayakta tutmak ya da Erdoğan’ı aslında bir kez daha seçtirmekten ibâret basit ve kaba bir hedef var. Dolayısıyla, buna göre bir işbölümü yapıldı. Bahçeli burada sözcü rolünü üstlendi, çünkü daha etkili olur. Engel sanılan bir aktör devreye girerse süreç hızlanır. Sonra da zâten Bahçeli çıkıp ikinci konuşmasında, “Erdoğan bir daha seçilebilir” dedi. Ama orada dikkatten kaçan çok önemli bir nokta var, ona geleceğim. 

Ben daha iki hafta önce, bu tartışmada Bahçeli’nin çıkışının, bir çerçeve çizmek yerine, bu hâdisenin nereye gideceğini ya da hedefinin ne olduğunu değil, kimin çizdiği çerçevede hangi aktörlerle ve nasıl yönetileceğine ilişkin bir patronajı işâret ettiğini düşündüğümü söylemiştim. Aslında bu “Ağzındaki baklayı çıkardı” tartışmalarındaki kronoloji de biraz bunu doğrular nitelikte. Çünkü Bahçeli şöyle söylüyor: “Öcalan gelsin konuşsun, bunu istiyoruz.” Tekrar ediyor bunu ve sonrasında tam da ağzındaki bakla iddiasına peşinen cevap vererek, “Bunu Erdoğan için yaptığımı söyleyenler varsa, böyle düşünenler varsa, zâten terör meselesini çözmüş, ekonomiyi de düzeltmiş olduğunda, Erdoğan’dan başka kimi seçeceğiz?” Ayrıca ağzındaki bakla eğer Erdoğan’ı seçtirmek ve Erdoğan’dan vazgeçmemekse, bu, çok ağızda saklanmış bir bakla da değil. Hatırlarsanız Erdoğan 2023’te, “Ben son kez seçiliyorum” dediğinde, Bahçeli, “Bizi bırakamazsın” da demişti zâten. Bence olayın böyle bir tarafı var. Bahçeli’yle Erdoğan arasındaki mesele de dediğim gibi, ilk andan îtibâren, bu sürecin çerçevesini çizmekle ilgili bir şeydi. İster bunu dış dinamiklere bağlı olarak bir terör gündemini ortadan kaldırmak gibi bir gerekçeye bağlayın, ister iç politik meseleler bağlamında iktidârı ayakta tutmak için bir operasyon deyin, fark etmez. Bu konuda bir ortaklık var. Ama bence Bahçeli’nin çıkışı, hangi yöntemlerle, kimin yöntemiyle ve bunun patronajının kimin elinde olduğu bir süreçte, bunun ilerleyeceğinin çerçevesiydi. Erdoğan bundan çok mutlu olmadı. Tabiî ki buna açıktan karşı çıkması da çok mümkün değildi. Ama bu, “İkisi başka şeyleri amaçlıyorlar ve bir çatışma içindeler” anlamına gelmiyor. Zâten bu iktidârın kendi iç gerilimlerinde illâ böyle başka şeyleri savunmaları gerekmiyor. Ama bu süreklilik kazanmış bir rekabet ve dolayısıyla o rekabetteki pozisyonları sürekli tâzelemek ve altını çizmek ihtiyâcı duyuyorlar. Bu meseleye de bence böyle bir başlangıçla girildi ve şu anda kimse kimseye çelme takmıyor. Bir vektörel farktan bahsedemeyiz, ama bütün aktörlerin, süreci kendi pozisyonlarını güçlendirecek biçimde bükmeye çalıştıkları hamleler yaptığını görüyoruz. 

Yine daha önce söylediğim bir şeyi tekrar etmek zorundayım: Bahçeli, çok yüksek bir çıtayla olayı açtı ve sürecin çok hızlı ilerlemesini zorladı. Bence bu da Erdoğan’ın çok arzu ettiği bir şey değildi belki. Zâten belki başka yöntemlerle yürütmekte olduğu sürecin ritmini bozdu, belki kontrolle ilgili bir sıkıntı yarattı. Rahatsızlığın ne olduğunu tam olarak bilmiyorum, ama verilen tepkilerden bu hızın iktidar içerisinde negatif etkileri olduğunu görüyorum. Geçen haftaki yayında bunun muhâlefet içerisindeki etkilerini çok konuştuğumuz için o kısmına girmeyeceğim. Bu sürecin muhâlefet üzerindeki bozucu etkileri hem DEM Parti’de hem CHP’de hem de diğer bütün aktörler nezdinde katlana katlana devam ediyor zâten. CHP’de bütün eksenler, bütün fay hatları tetiklenmiş durumda. DEM parti pozisyon almakta sıkıntı çekiyor. Burada bence böyle bir tablo, yani bu gerilimin kendi doğasından kaynaklanan bir taraf var. Bu çok basit bir pazarlığa ulaşma hamlesi olsaydı, ilk etaptaki gibi birtakım vaatler, birtakım olasılıklar öne çıkartılarak yürünebilirdi. İster Bahçeli çıkıp bunu söylerdi, isterse de Erdoğan’ın söylediğine destek olurdu. Çünkü hatırlıyorum da aslında bu iknâ edicilik meselesinde herkes çok kolay iknâ olmuştu. “Erdoğan bir şeyler yapacak ama Bahçeli onu engelliyor” tezi, kamuoyunda hiç de iknâ olunmamış bir şey gibi durmuyordu. Hattâ muhâlefet kamuoyu bunun üzerine çok da strateji geliştiriyordu. Partiler de geliştiriyordu. Hadi öyle olduğunu varsayalım; ama havuç ve sopa kullanılıyor olsa bile, basit bir pazarlığın bu kadar karmaşık hâle getirilmesi biraz anlamsız ve problemli. Bunun çok daha basit biçimde yürümesi mümkün. Bu kadar karmaşık hâle gelmesinin arkasında, bu sürecin biraz fazla boyutlu, birkaç şeyi bir arada yapmaya ya da birkaç meseleyi bir arada halletmeye dönük taraflarının olduğunu düşündürüyor bana. Dediğim gibi, geçen hafta, muhâlefet üzerinde ve genel olarak herkesi acele ettirerek yaratılmış bu bozucu etki konusuna değinmiştim. 

Peki, Bahçeli neyi tahayyül ediyor? Kendi tâbiriyle söylersek: “Ne yapmak istemekte?” Yani aslında bu “Kürt sorunu yok, ama Kürt realitesi var” hikâyesinin arkasında, aslında yeni bir stabilizasyon süreci üretme irâdesi var. İster “devlet aklı” deyin, ister basit siyâsî formül deyin, ister şu anda dünyada hâkim olan trendi dikkate alın, artık birtakım çatışma çözümlerinin mutlaka demokratik yöntemlerle, ama daha önemlisi iknâyla çözülmesi gerekmiyor. Hattâ Bahçeli de zâten bir iknâ süreci başlatmıyor. “Öcalan gelecek, Meclis’te bunu söyleyecek” diyerek, aslında bir tâlîmatlandırma süreciyle giriyor konuya, yani ne yapılması gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla burada, aslında kendi yapacağı üzerinden bir açılım vaadinde bulunmuyor. Olması gereken, yapılması gereken bir şeyi târif ediyor. Daha sonra yaptığı ikinci konuşmasında böyle bir târihsel perspektife de oturtuyor. 

Esâsında Bahçeli’nin özünde söylediği şu — Ahmet Türk olayına yaptığı vurguda da altı çizilen şey bu; bugün dinlerken fark ettim, Burak (Bilgehan Özpek) da Ahmet Türk’le ilgili olarak benzer bir şey söylemiş: Türkiye siyâsetinde Kürt siyâsetinin, Demirtaş’ın ya da HDP’nin temsil ettiği etkili bir aktör olmaktan vazgeçip, tıpkı o referans verdiği Osmanlı’daki gibi, Türkiye siyâsetine katılarak değil, kendisine bir alan temin edilerek, devletle pazarlık eden bir pozisyona çekilmeye çağrılması. Halbuki Demirtaş’ın veya HDP’nin ortaya koyduğu siyâsî tercih, Türkiyelileşmeyi, Türkiye siyâsetine katılarak… Bu anlamda da Özgür Özel’in, “El yükseltiyorum, size devleti vaat ediyorum” çıkışı, aslında Bahçeli’ye verilen doğru bir cevaptı. Çünkü Bahçeli tam tersini yaparak, “Burada siyâsetle falan uğraşmayın. Sizin saygıdeğer yaşlı Kürt ağalarınız var, onlarla eskiden gayet güzel konuşuyorduk, anlaşıyorduk. Siz bu siyâset işini çıkardınız, siyâsî kimlik olarak burada bir rol edinmeye kalktınız. Bu işleri bırakın. Biz eski düzene, bir tür Neo-Osmanlıcı bir perspektife oturtalım ilişkimizi. Bunun için de Öcalan gelsin, önce bu işi bitirdiğini açıklasın” gibi bir tâlîmatlandırmayla başlıyor. Bunun altındaki şey aslında, Kürtlerin eşit yurttaş olması, demokrasi meselesinin bir parçası olması, dolayısıyla zâten bunu konuşmak için burada Kürt sorununu kabul etmeniz gerekir, ama böyle târif edilmiyor. Tam tersine, “Kürt kardeşlerimiz” diyerek ağabeylik kardeşlik ilişkisinde eski bir şeye referans veriyor. Bu perspektif bir tür teslim ve tasfiye planı, ama onurlu bir teslim planı. “O zaman biz her şeyi konuşabiliriz. Bu yapıldıktan sonra niye konuşmayalım?” noktasına gelen bir tutum alıyor. 

Dolayısıyla bu bence, “Erdoğan’ı yeniden seçtirelim. Bunun için de DEM’e bir havuç verelim, o da seçmenini iknâ etsin. Olmazsa bir de sopa vuralım. Ondan da korkarlarsa belki öyle iknâ olurlar” diye böyle yolda düzülen bir şey değil. Tabiî ki mükemmel işleyen, her aşaması hesaplanmış, tıkır tıkır yürüyen bir büyük projeden de bahsediyor değilim. Elbette bu kadar çok değişkenin olduğu bir süreçte, bir sürü müdâhale, bir sürü hamle var. Bu kayyum hâdisesinin sonrasında çıkan tartışmalarda da zâten bunu gördük. Değil diğer aktörler arasında, Bahçeli’yle Erdoğan arasında bile, iktidar içerisinde bile bunun sorun yarattığını tartışan, senin de referans verdiğin ciddîye alınabilir görüşlere tanık olduk. Bu yüzden ben meselenin, hedef İmamoğlu’nu, CHP’yle DEM’i ilişkilendirmeyi, mümkünse Erdoğan’ı yeniden seçtirecek, hattâ anayasa değişikliğiyle daha da sağlam garantiler sağlayacak imkânlar yaratmayı, bir yandan DEM Parti’yi kendi seçmeni nezdinde ve kendi çevresinde bir pozisyon sıkıntısına itmeyi, belki İmamoğlu’na daha sonra yapılacak bir hamle için CHP’nin direnç reflekslerini ölçmek olduğunu, bunların hepsinin de bu sürecin içerisinde işlediğini, bunlara da bu arada bakmanın hiç kimse için sakıncalı olmadığını, hattâ bu kadar faydanın gayet hesaplı yapılabileceğini, bunların hepsini içerdiğini düşünüyorum. Dolayısıyla ben sürecin hem Bahçeli’nin çıkışıyla başlamadığını hem de kayyum atamasıyla bitmeyeceğini, çok daha fazla zamanı etkileyen ve çok fazla değişkeni olan bir süreç olarak işlediğini düşünüyorum. 

Bu süreci hiçbir aşamada “çözüm süreci” şeklindeki bir isim tamlaması olarak kullanmadım. “Ortada çözüm süreci yok, yeni bir şey yok. Buradan da bir şey çıkmaz” demek başka bir şey, “Çözüm süreci yok, ama ortada ciddî bir şey var” demek başka bir şey. Senin tâbirinle söyleyeyim: Bu kadar çok acâyiplik rastlantı sonucu olamaz.

Ruşen Çakır: Evet, şimdi Trump’ı konuşalım. Erdoğan’ın uçakta söylediklerini gördüğünüzü tahmin ediyorum, ama izleyiciler için de tekrarlayayım. Trump’ı öve öve bitirememiş: “Öldürmek istediler, eli kelepçeli mahkemeye götürdüler. Ama yanında bir tek Elon Musk vardı. Kazandı, helâl olsun” demiş ve sonra da Türkiye’ye dâvet ettiğini söylemiş. Ve tabiî beklentilerini de sıralıyor: S-400’ler meselesi, F-35 meselesi vs.. Şimdi, “Trump neden, nasıl kazandı? Kamala Harris neden kaybetti?” meselelerini bir kenara bırakalım, Trump’ın dünyaya ve Türkiye’ye etkilerini konuşalım. Kadri, Erdoğan çok memnun. Daha önce ne olur ne olmaz diye bu kadar açık bir şekilde Trumpçı olduğunu göstermemeye çalıştı, ama şimdi alenen tebrik etti, “Dostum Trump” dedi. Geçmiş döneminde, Erdoğan’ın Trump’a kolay ulaştığını biliyoruz. Ama birtakım çok sert şeylerin Trump döneminde yaşandığını da biliyoruz. Trump hep Erdoğan’ın hoşuna gidecek şeyler yapmadı. Tek başına Rahip Brunson olayındaki yazdığı o mektup bile, değil mi? Ya da en son çıkartılan CAATSA yaptırımları. Dünyada, özellikle Batı’da, Avrupa’da bir tedirginlik olduğu söyleniyor. Tabiî ki aşırı sağ partiler, sağ popülist liderler ve partiler memnun. Putin galiba memnun, Zelensky çok memnun değil. Bu sefer bir de Trump’ın daha önceki dönemde söylediği ama tam yapamadığı NATO’yla ilgili birtakım şeyler de vardı. Ne bekliyorsun Kadri?

Kadri Gürsel: Gözlemcilerin, analistlerin, yorumcuların genel olarak üzerinde durdukları bir husus var; o da Trump’ın öngörülemezliği ve Trump’ın aslında kurulu düzene âit bir aktör olmadığı. Ben “aktör” sözcüğünü özellikle kullanıyorum. Trump teknik olarak politikacı olsa bile, kendisini politikacı olarak göstermemeye çalışan, politikacı değilmiş gibi yapan bir aktör. Bunda da elbette ki onu iktidâra taşıyan toplumsal, kültürel rahatsızlıkların rolü var ve o da buna oynuyor zâten. Bu, senin sorduğun “Trump nasıl kazandı?” sorusunun hâricinde de konuşulması çok kolay bir şey değil. Çünkü dünyaya bakışı, dünyayla ilişkileri ve dünyada yaratacağı etki de öyle. Çok kısa özet olarak söyleyeceğim: Bir dönem, 90’lı yıllarda, 2000’lerin başında, Türkiye’de özellikle solun sâhiplendiği bir küreselleşme tartışması vardı. Netîcede Trump bir dolar milyarderi, bir gayrimenkul zengini. Ama kendisini iktidâra taşıyan ve önüne çıkan fırsatı kullanmasını sağlayan en temel faktör, neoliberalizmin ve küreselleşmenin Amerikan toplumu üzerindeki fevkalâde acı sonuçları oldu. Tabiî bunu toplumsal kesimler üzerinde yarattığı tahrîbat açısından söylüyorum. Bunun bir de uluslararası ilişkileri ve Amerikan dış politikasını ilgilendiren tarafı var. Trump bir sağ popülist, hattâ Trump’a “aşırı sağ popülist” de diyebiliriz. Trump, Amerika’ya âit olan bir zenginliğin kurulu düzen tarafından dünyaya, Amerika’nın dünyadaki müttefiklerine gereksiz yere peşkeş çekildiğini ve bu zenginliklerin artık ülkeye geri getirilmesi veya aktarılması gerektiğini söylüyor. Bu da tabiî çeşitli etkilerde bulunacak. Meselâ en temel seçim vaadi, gümrük târifelerini artırmaktı. İthal edilen her şeyden %20 vergi almak gibi, Amerika’da enflasyonu artıracağı için doların pozisyonunu sarsacak fevkalâde popülist bir yaklaşımı var. Gümrük târifelerini yükseltecek, çünkü üretimin Çin’e ve başka ülkelere kayması nedeniyle kaybeden bir mavi yakalı işçi sınıfı var Amerika’da. Trump’ı iktidâra getiren kesim de aslında mavi yakalı, az eğitimli, taşralı, erkek ağırlıklı ve muhâfazakâr, dindar bir kitle. Yani bunlar, küreselleşmenin ve neoliberalizmin Amerika’daki kaybedenleri. 

Şimdi hal böyle olunca, 2016’da iktidâra geldiğinde yaptıklarını, bu kez çok daha planlı, organize ve destekli bir şekilde yapacağını belki öngörebiliriz. 2016’da iktidâra geldiğinde, 2016 değil de fiilen 2017’nin ocak ayında diyelim, Trump aslında yalnız denilebilecek bir politikacıydı. Çevresindekiler, atadıkları, kabine üyeleri, dışişlerinde yaptığı atamalar, diğer yerlerdeki atamalar, özellikle devlet bürokrasisinde atamalar, daha çok geleneksel, yani kurulu düzenin temsilcisi olan Cumhuriyetçi Partili üyeler arasından veya Trump’ın yakın tanıdığı olan iş adamları arasından yapılmıştı. Şimdiyse Cumhuriyetçi Parti’yi bir MAGA (Make America Great Again) yani “Amerika’yı Yeniden Yücelt” hareketine dönüştürdü. Cumhuriyetçi Parti’yi, Amerika’daki o iki partili sistemin partilerinden biri olmaktan çıkartarak, dönüştürerek, Trumpist bir parti hâline getirdi ve şimdi kadrosuyla geliyor. Aradan geçen 4 yıl içerisinde kadrosunu oluşturdu. Ben bu kadronun dış politikaya bakışının daha sistemli, programlı, planlı ve örgütlü olacağını bekliyorum. En başta, “Kuzeyde Ukrayna’daki savaşı ben 24 saatte bitiririm” diyordu. Putin’le oturup Donetsk ve Luhansk’ı, o bölgeyi, Rus etnik ağırlıklı bölgeyi Ukrayna’dan ayırıp, Ukrayna’yı da bölünmeye râzı ederek bitirmek gibi bir düşüncesi var. Ukrayna konusuna gelirsek, Ukrayna’nın, Kiev’in çok karamsar olması anlaşılır bir şey. Ukrayna’nın tamâmen yenilmesini sağlamak, Ukrayna’yı Rusya karşısında pozisyonunu yumuşatmaya iknâ etmek için Ukrayna’ya askerî yardımları azaltacaktır. 

Batı dünyası açısından Tayvan konusunda da karamsar beklentiler var. Eğer Çin Tayvan’a karşı bir şey yaparsa, acaba Amerika Tayvan’ı destekler mi, Tayvan’ın arkasında durur mu? Benim şöyle bir gözlemim var — katıldığım bâzı uluslararası toplantılarda da edindiğim bir izlenim bu: Çin, Trumpçılar arasında Amerika’nın ciddî bir rakibi ve bir numaralı düşmanı olarak görülüyor. Ben Tayvan konusunda, Çin herhangi bir askerî yoldan Tayvan’ı Çin’e bağlamak için bir kuşatma, bir abluka hareketine giriştiğinde, Amerika’nın buna sessiz kalacağı konusunda çok da kesin düşünmemek lâzım geldiğini öngörebilirim. Çünkü Çin ciddî bir tehdit unsuru olarak görülüyor. Ayrıca, Trump’ın da Çin’den çok hazzetmediğini, ilk dönemindeki açıklamalarından, attığı tweet’lerden biliyoruz. 

Türk-Amerikan ilişkilerine gelecek olursak, bu öngörülmezlik konusu burada da çalışacak. Öngörülmesi pek mümkün olmayan birçok faktör var. Meselâ Türkiye ve Amerika arasındaki sorunlar nelerdir? Şu an ilişkiler çok sorunlu. Suriye ve YPG/PKK ilişkisi var meselâ. “Acaba Trump Suriye’den çekilir mi?” diye bir beklenti var iktidar kanadında. İktidar medyasında böyle bir şey pompalanıyor. Biz bunları zâten daha önceki programlarda konuştuk. Irak’tan çekilmesinin takvime bağlı olduğunu, Suriye’den çekilmesininse henüz öngörülür bir program dâhilinde olmadığını, bunun henüz bilinmediğini söyledik. Fakat Trump’ın kafası atar da, “Bizim 900 askerimiz bu Tanf bölgesinde niye duruyor, ne gerek var?” dese, buna en önce İsrail karşı çıkacaktır. İsrail, Amerika’nın Suriye’de kalmasını ister. Neden kalmasını ister? İran etkisini kırmak, dengelemek ve onu kontrol etmek açısından Amerika’nın orada kalmasını ister. Ayrıca, Amerika’nın orada silâhlandırdığı, eğittiği Kürtlerin, YPG/PKK’nın Suriye rejimine katılmasını istemez, başka bir şeye dönüşmesini istemez. Çok kırılgan veya dengesiz de olsa orada bir statüko var. İsrail, o mevcut statükonun devâmını ister. 

Erdoğan, İsrail açısından da temennîlerini belirtiyor: “Orada İsrail’e hâkim olun, İsrail’e söz geçirin, İsrail daha fazla kan dökmesin” demeye getiriyor. Açık açık da söylüyor zâten. Biden yönetimi bunu yapamadı. Biden yönetiminin dış politikada başarısız olduğu kanaatindeyim. Amerikan dış politikası açısından en büyük felâket, Afganistan’dan çekilmesinin askerî bir fiyasko olarak tezâhür etmesiydi. Özellikle Ankara’nın İsrail ve İran konusunda pek beklenti içine girmemesi gerektiği kanaatindeyim. Zîra, hatırlarsınız, 2016-Ocak 2017 dönemi arasında, Trump ciddî olarak İsrail yanlısı siyâset izledi. Kudüs’ün başkent olmasını tanıdı. Bu çok ciddî bir hamleydi. İkincisi, Irak’ta İran Devrim Muhâfızları’nın dış operasyon örgütü Kudüs Güçleri’nin komutanı Kasım Süleymânî’yi öldürdü. Trump bunu büyük bir başarı olarak kendisi açıkladı. Üçüncü olarak da İbrahim Anlaşmaları’nın öncülüğünü, yürütücülüğünü üstlendi. İbrahim Anlaşmaları’nın bir nedeni de Körfez Ülkeleri’yle İsrail arasındaki ilişkilerin normalleşmesini öngörüyor olmasıydı. İran destekli Hamas’ın, 7 Ekim’de İsrail’e saldırmasının amacı, bu anlaşmaları berhava etmekti. 

Bu bakımdan İsrail aslında İran’a yönelik plan, proje ve hedeflerini seçim sonrasında uygulamak üzere bence erteledi ve gözden geçiriyor olmalıdır diye düşünüyorum. Çünkü burada çok net bir stratejik planlama var. İran’ın bölgedeki İsrail’e komşu vekil unsurlarının kolunu kanadını kırıp, ondan sonra da İran’ın nükleer programını alabildiğine geciktirmek ve İran’da, belki de rejimin çökmesini sağlayacak askerî hamleleri uygulamak, devreye sokmak, hayâta geçirmek gibi bir şey. Bu bakımdan, Netanyahu’nun da siyâsî ömrünü uzatabilecek bir gelişme olarak değerlendirilmeli. 

En son, artık Türkiye’ye geldik diyeyim. Tabiî bu S-400 krizi, CAATSA yaptırımları Kongre’yi bağlayan konular. Şu an Cumhuriyetçiler Senato’da çoğunluğu ele geçirdi, Temsilciler Meclisi’ndeyse oy sayımları devam ediyor. Ama orada da Cumhuriyetçiler önde gözüküyor. Temsilciler Meclisi’nde de 218 sandalye lâzım diye biliyorum yanlış hatırlamıyorsam; en son baktığımda Cumhuriyetçiler 211’deydi. Yani Trump çok rahat çalışacağı bir Kongre’yle birlikte olacak, öyle gözüküyor. Bu çok taraflı ilişkiler bundan zarar görecek; Trump’ın kendisi de potansiyel bir otokrat olarak otokratları seviyor. Bu bakımdan Türkiye’yle, Türkiye’deki muhâtabıyla rahat çalışacağı kanaatindeyim. Ama tabiî 2016, 2017, 2018’deki şartların tekrar etmeyeceğini düşünüyorum. Türk-Amerikan ilişkileri o dönemde, Obama döneminde yaşanan darbe girişiminden sonra, asıl Trump döneminde çok bozulmuştu ve 2018’deki kur şoku Trump’ın attığı tweet’lerle başlamıştı. Aslında tabiî, gümrük vergilerini artırmasıyla başlamıştı. Bir de mektup yazmıştı. O mektup da hâlâ biliyorsunuz masada duruyor. Bu açılardan, Türkiye ve Amerika arasında, iki lider arasında diyalog kolay olur. Ama bu diyaloğun Türkiye açısından olumlu sonuçlar vermesi o kadar da kolay olmaz. Vermez demiyorum, o kadar da kolay olmaz. Çünkü bu F-35, S-400 konusuna bir çözüm arandığı da bir gerçek. 

Bitirmeden önce, geçmiş konuda çok kısaca birkaç bir şey söylemek istiyorum müsâadenizle. Bir soru soracağım, bir de söylediklerine küçük bir katkı yapmak istiyorum. Kayyum siyâseti konusunda, bence şu soru açıkta kaldı. Ben bu sorunun cevâbını merak ediyorum; kafamda benim açımdan net cevâbı var ama Kemal’in anlatımında bir düalite olduğunu görüyorum. Bahçeli ve Erdoğan arasında bir düalite varmış gibi anlattı Kemal. Yanlış mı anladım bilmiyorum, ama öyle gibi. Peki, o zaman bu kayyum hamlelerinin sâhibi kim? O soru bence açıkta kaldı. Bir de bu devlet ve hükûmet-Erdoğan ikilemi gibi bir düalite de kuruluyor. Devlet ve hükûmet iki tarafı temsil ediyorsa, o zaman Devlet Bahçeli devleti mi temsil ediyor? Hükûmeti de Erdoğan temsil ediyorsa, Devlet Bahçeli devleti ne kadarı temsil ediyor? Bu mânâda Devlet Bahçeli’ye çok aşırı bir önem atfetmiş olmuyor muyuz? Bence devletin sâhibi Erdoğan. Devlet ve Bahçeli arasında, devlet ve hükûmet arasında hiçbir ayrım yok. Türkiye’de şu an kendisini “devlet” diye özne kılmış, otonom hareket eden bir birim, bir ünite, yani bir varlık yok. Otoriter rejimlerin tipik özelliğidir bu zâten ve otoriter bir rejim altında yaşadığımızı unutmayalım. Benim bu konularda bir şeyler söyleme hakkımın doğduğunu varsayarak bunları da ilâve etmiş olayım. Teşekkür ederim sabrınız için. 

Ruşen Çakır: Evet Kemal, Kadri Trump’la berâber Erdoğan’ın işinin o kadar da kolay olmadığını söyledi; ama iktidar, yani Erdoğan çok sevinmiş ve bunu bir tür hayat öpücüğü gibi görüyor sanki, öyle geldi bana. Ya da bir müddet bunu bayağı bir işleyecek. Öyle gözüküyor.  

Kadri Gürsel: Çok özür dilerim, bir ilâve yapayım: Biden Erdoğan’la görüşmüyordu. 2024 Nisan ayında bir kere telefonda görüştüler. Çok taraflı toplantılarda görüşmekten kaçıyordu, fotoğraf bile vermek istemiyordu. Şimdi Erdoğan bu bakımdan çok rahatlamış gözüküyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, bu gerçekten Erdoğan’ın elini kolaylaştıracak bir şey mi oldu? Kimilerine göre de meselâ Trump’ın gözünde Türkiye çok da önemli bir yer iştigal etmiyor. Trump Erdoğan’ı beğeniyor olabilir, ama çok da fazla umûrunda olmayacak diyenler de var. Ne dersin?

Kemal Can: İnsicâma uyarak mı soruya cevap vereyim, yoksa senin soruna mı cevap vereyim? İzleyenlerin de kafası iyice karışacak. İstersen kronolojik gideyim. Kadri’nin söylediğine, en azından bana sorduğuna cevap vereyim. Çünkü kendi fikirlerine göre devlet olmadığına iknâ olmuş olabilir. Ama otoriter yönetimlerde, hattâ otoriterliği geçmiş faşist devlet yönetimlerinde bile, egemen blok içerisinde kanatlar mevcuttur ve kanatlar arasında çok sert rekabetler vardır. Bu, devletin fıtratında vardır zâten. Devlet, öyle Tapu Kadastro Müdürlüğü gibi bir şey değil. Bir ideolojik aygıttan bahsediyoruz. Dolayısıyla bu ideolojik aygıtın elbette kanatları var. Sâdece onun hükûmetini oluşturan partilerin temsil ettiği siyâsî kanatlardan ibâret olmayan, “müesses nizam” diye kolayca kullanabildiğimiz, Trump’ın da kullanarak seçim kazandığı müesses nizamı oluşturan, o müesses nizam adına şiddet tekelini elinde bulunduran ve bunu bir ideolojik hegemonya kurmak için ve onun kanatlarının içerisindeki mücâdeleyle ya da rekabetle oluşan bir politik hattı tâkip eden bir ideolojik ve siyâsal aygıttan bahsediyoruz. Dolayısıyla, nasıl ki bütün siyâsal aygıtların içerisinde kanatlar, bu kanatların temsilinde etkili olmaya çalışan aktörler ve onların arasında rekabet ve mücâdele varsa, açık bir hükûmet koalisyonu olmamakla birlikte, 10 yıldan daha uzun bir süredir fiilî bir ittifak hâlinde yürüyen Cumhur İttifâkı denilen yapının da böyle özellikleri var. 

Hep iddia ettiğim gibi, bu ittifâkın kuruluş sürecinde, Bahçeli ne kadarını temsil ediyorsa o kadarını temsil ederek bu ittifâka dâhil olmuş. Kürt siyâsetinin iktidarlar aşan bir devlet politikası hâlinde yürümesini sağlayan güvenlik bürokrasisinin, 2009’da Cemaat’in de araç olarak kullanıldığı bir operasyonla geriletildiği, kısmen tasfiye edildiği hamlenin sonrasında, bir yeniden biçimlenme ve Erdoğan’ın iktidarda kalmak için yeni bir koalisyon geliştirdiğinde başvurduğu iktidar ortağı olan gücü ifâde ediyorum. Erdoğan’ın devleti gerileterek iktidârını genişletmek yerine, devletle ortak olarak iktidarda kalmayı tercih ettiği eşik olarak 2015’i târif ediyorum. Benim târifim bu. Eğer sorduğu soru buysa, verdiğim cevap bu. Daha önce de defalarca çeşitli yerlerde yazdığım ve söylediğim bir şey. 

Bu kronolojiye ve bu şeye iknâ olmayabilir. Ama Devlet Bahçeli’nin 2001 erken seçim karârı, 2007 tavrı, 2015’te Haziran ayının daha öncesindeki ve Haziran ayında seçimin hemen sonrasındaki tavrı, 2016’da başkanlık sistemi önerisi ve bugün Öcalan çıkışı, hattâ daha geriye gidin: Devlet Bahçeli’nin MHP’de görev alması genel başkan seçilmesine kadar götüreceğiniz bir süreklilik arz eder. Ve bu hikâyenin içerisinde ne kadarını temsil ediyorsa, o kadarını temsil ettiği bir karşılığı var. Erdoğan’ın, “devlet aklı” açıklaması yaparken bunun iktidar içerisindeki kullanım değerini ifâde ettiğini, yani bunun en azından iktidârın kendi içinde birebir kullanım karşılığı olduğunu görüyoruz ve biliyoruz. “O devleti siyâsal İslâmcılar ele geçirdi, artık o devletten eser yok. Bizim iyi bir devletimiz vardı, o devlet bu harâmîlerin eline geçti. Artık devletimiz yok, bunlar gidince o devlet kaldığı yerden zâten yeniden bizim olacak” diye bir devlet bilmiyorum ben.

Kadri Gürsel: Zinhar, ben de öyle bir şey söylemiyorum zâten.

Ruşen Çakır: Tamam. Arkadaşlar bayağı uzattık.

Kadri Gürsel: Teşekkür ederim, ama Kemal hâlâ sorumu cevaplandırmadı. Kayyum atama hareketlerinin sâhibi kim? Devlet mi, hükûmet mi, Bahçeli mi, Erdoğan mı? O sorunun cevâbını vermedi. 

Kemal Can: Veriyorum, vereyim. Demin de anlattım. Burada süreci iki farklı yere çeken; iki farklı amacı güden değil, aynı amaca yürürken bunun yöntemi ve kontrolü konusunda rekabet eden iki aktörden bahsediyoruz. Dolayısıyla kayyum da ortak kararları olabilir. Çünkü 10 yıl içerisinde aynı biçimde, ortak olarak bu kararları verdiler. Aynı şekilde, Kürtlerle ilgili ya da iktidarda kalmak veya Erdoğan’ın yeniden seçilmesi konusunda da benzer hedefleri paylaşıyor olabilirler. Bu konuda da bir çelişkileri yok; zâten beyanları açık. Ama bunun hangi yöntemlerle kimin kontrolünde ve kimin dediği gibi yapılacağı konusunda bir rekabet var. Yeterince açık oldu mu?

Kadri Gürsel: Sonra devam edelim. 

Ruşen Çakır: Kemal, istersen biraz Trump’tan bahset de yavaş yavaş toparlayalım. Sizi bir gün bir araya getireyim, uzun uzun konuşun. Devam edelim. Kemal, ne diyorsun? Trump Erdoğan’ı kurtaracak mı?

Kemal Can: Trump Erdoğan’ı kurtarır mı bilmiyorum, ama şu açık: Trump, Amerikan seçimi, girilen yeni dünyadaki küresel trendin önemli ölçütlerinden biri sayıldığı için, dünyayla birlikte Türkiye’yi de kötü etkileyecek. Şimdi bir tâkipçim uyarmış ve rakamları atmış. Ben de baktım. Aslında çok bâriz olarak görünen bir şey var. Sen “Niye kaybettiler? Kim kaybetti? Kim kazandı? Bunu çok konuşmayalım” dedin ama, Trump’ın yapacakları açısından bunun önemi var. Çünkü Trump’ın daha fazla oy almamasına rağmen kazanmasını sağlayan şey, karşısındakilerin büyük oy kaybına ya da kendi seçmenini sandığa götürememesine bağlı. Bunu aslında pek çok yerde görüyoruz. Avrupa’daki pek çok sâha yükselişi tablolarının içerisinde de, hattâ Türkiye’de de seçimlere yüzdeler üzerinden, “Kim kazandı kim kaybetti?” mantığıyla bakmayıp, daha açık sayılar üzerinden, toplam sayılar üzerinden bakarsak, aynı genel trend devam ederse, bütün oylar sayıldığında galiba Trump 3 ya da 4 milyon kadar oy artıracak gibi görünüyor. Ama buna karşılık Biden’ın aldığı oyla Kamala Harris’in aldığı oy arasında 10 milyonun üzerinde bir düşüş var. 

Yani şunu söylemek istiyorum: Bu yenilgi, Türkiye’de defalarca gördüğümüz gibi, başka bir ruh hâlini, başka bir siyâsî dalgayı güçlü gösteren ve dolayısıyla hem dünyayı hem Türkiye’yi siyâseten böyle etkilemeye aday bir mesele. Galiba Kadri de değindi, “dış politikada öngörülemez” diye. Cihan Tuğal’ın “Öngörülemez emperyalizm dönemi” diye bir lâfı var, çok sevmiştim. Yine Kadri de işâret etti. Üstelik Trump bu sefer, bu konuda daha organize, daha yetkin ve daha ne yapacağını bilen bir ekiple geliyor. Liyâkat anlamında bir şeyi kastetmiyorum. Yani bunlar daha kötü, daha ne kötülük yapacağını bilerek gelen bir takım. Dolayısıyla, Trump’ın öngörülemezliğinden öte, bu tür öngörülebilirlik açısından da kötü bir dünya bekliyor bizi. Ve bu şöyle bir dalga yaratacak, hattâ şimdiden yarattı. Aslında dış politika meselelerinde de iç politika meselelerinde de iknâ artık siyâsî bir yöntem olmak açısından îtibarlı ve elverişli bir şey olmaktan çıkıyor. Hem dış politikada hem de iç politikada, artık güce bağlı olarak tanımlanan siyâsî dengeler söz konusu. Böyle bir dalga vardı zâten, böyle bir trend oluşmuştu. Şimdi Trump’ın kazanmasıyla birlikte, bu dalganın çok daha güçlü olduğuna ilişkin varsayımlar büyüyecek. 

Orada “Niye kazanıldı, kaybedildi?” tartışmaları belki çok lüzumsuz geliyor, ama şimdiden oradaki “Niye kaybettiler?” tartışmaları Türkiye’deki siyâsî formüllere birebir uygulanmaya başlandı: “Demokratlar niye kaybetti? Türkiye’de de neler yapmamız lâzım” listesine dönüşüyor. Ama orada çok temel bir problem var: Aslında hem Avrupa’daki aşırı sağın yükselişi hem genel olarak popülizm dalgası hem Amerika’da Trump’ın kazanması, burada 20 senedir aynı iktidârın ayakta kalması gibi meseleler, karşısında yer alanların aynılaşma derdinden; bir tür dilsizlik ve siyâsetsizlik boşluğuna düşmüş olmasından; cevap veremez, başka bir tercih iddiası ortaya koyamaz hâle gelmelerinden kaynaklanıyor. Ve bu çâresizliğe çözüm olarak da daha muğlak, daha amorf, acâyip belirsizlikleri çağıran ittifaklar öneriliyor. Bunun da sonucu böyle oldu. 

Bunun bir benzerini İsrail’de yaşadık. Daha önce Netanyahu’yu ittifakla yendiği iddiasındaki muhâlefet, bir dönem bile dayanamadı, Netanyahu çok daha kuvvetli biçimde geri geldi. Aynı şeyi Trump’la yaşadık. Biden muğlak bir ittifakla Trump’ı yenmeyi başarmıştı. Ama sonuçta, sâdece dış politikada değil, iç politikada ve temel tercihleri tartışma konusu etmeden siyâset yapmaya ya da siyâsetsiz kalmaya devam ettiği için, bu yenilgi kaçınılmaz oldu. Böyle bir döneme giriyoruz. Artık iknânın değil gücün önemli olduğuna inanan dünya liderleri ve böyle davranan, ülkelerinde böyle hareket eden siyâsî aktörler daha öne çıkacak. Bu, biraz önce konuştuğumuz konuyla da ilgili. Kürt meselesini nasıl halledeceğiz? Çünkü şu anda güçlü pozisyondayız ya da zayıflama ihtimâlimiz var. Dolayısıyla sâdece güç ve zayıflık üzerinden bir denklemde buluşup, bir orta yol bulmalıyız. Yoksa bunun sürdürülebilir, süreklilik arz eden, demokrasi gibi, özgürlükler gibi, haklar gibi daha geniş bir perspektiften tartışılması, pek çok mesele için artık zorlaşacak. Daha kaba ve daha güç merkezli siyâsetin daha işe yarar olduğu fikri, bu tür yönetimler karşısında olanlar için bile ya bir seçenek hâline gelecek ya da siyâsetten uzaklaşan ve bir tür çâresizliğe kapanan bir ruh hâli yaratabilecek. Bence böyle yan etkileri olacak. Meselâ tıpkı Türkiye’de bu “etki ajanlığı” yasasıyla hazırlanıldığı gibi, Amerikan iç siyâsetinde büyük ihtimalle bir cadı avına çıkılacak. Zâten bunun meşrû olduğu, devletlerin, iktidarların bunları yapmaya hakkı olduğu düşüncesi daha belirgin hâle gelecek ve buna benzer pek çok problem yaşayacağız. Muhtemelen göçmenler, Amerika’daki Müslümanlar, belki kadınlar… Trump, kampanyasında kadınlar konusundan riskli olduğu için biraz uzak kaldı, ama sonra nasıl evrilir bilmiyorum. Amerika’da olanların her zaman dünyaya yayılma ihtimâli var ve bu da açıkçası güzel bir yakın vâlde vaat etmiyor bize.

Ruşen Çakır: Evet, bu hafta “Haftaya Bakış”a noktayı böyle koyalım. Kadri Gürsel ve Kemal Can’a çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.