Aydın Selcen yazdı: Suriye sahasında ilk falsolar ve bazı falsolu toplar

Bizim buraların adamı, toprağımız Heraklitos’un ünlü sözü farklı biçimlerde aktarılmış, ikisi şöyle: Aynı ırmağa iki kere girilmez (Arius). Aynı ırmağa girenlerin ayakları arasından farklı sular akar (Plutarkos). Irak 2003’ü ıskalamıştı Ankara. Hariciyesi, siyaseti kavrayamamıştı 2003’ü. 21 yıl sonra Suriye 2024’ü kavrayabilecek, buna göre davranabilecek mi?

***

Küresel bakışla bile ortada “hariciyecilik” diye bir mesleğin kaldığı şüpheli. Tükenmeye yüz tutmuş bir zanaatı andırıyor daha çok. Böyle bir meslek halen kaldıysa, hariciyecilik bugün de ancak usta-çırak ilişkisiyle, yapa yapa öğrenilir.

Başka deyişle, 18 yaşındaki bir deha satranç şampiyonu olabilir, 20’li yaşlarındaki bir dahi yazılımcı dolar milyarderi olabilir, dahi bir fizikçi 30’una varmadan Nobel alabilir: Mesleğin içinde çeşitli yerlerde ve konumlarda, türlü baskılar altında ve sınamalar karşısında, pek çok kez zamana karşı yarışarak pişmemiş memurdan oturaklı bir hariciyeci, bir büyükelçi çıkmaz.

Hariciye koridorlarında mesleğe yeni girmiş bazı gençleri büyükler parmakla gösterir, aralarında “wunderkind” diye fısıldaşırlar. Aksaçlılar kimi turfanda daire başkanlarından “geleceğin müsteşarı” diye söz ederler. (Bizim dönemlerde “genel sekreterlik kalmadı” diye hayıflanan çoktu, artık müsteşarlık da yok, ki işte bu da bizi bir bakıma “hariciyecilik mesleği kaldı mı” sorusuna geri götürür.) Ne var ki, bu harika çocuklardan pek azı rayların üzerinde son durağa varır.

Öte yandan hariciyede kimsenin kariyeri ilanihaye gadre uğrayamayacağı gibi (istifa edip arka kapıdan çıkmış biri söylüyor bakın bunu), hiçbir “denizaltı” da torpilleriyle dilediği limanlar arasında gönlünce seyredebilir. Eskinin imrenilen “Dior Line” tayinleri de tarih oldu, “iş” başka merkezlerde dönüyor artık.

Futbol nasıl değişti, Puşkaş’lara yer kalmadıysa; oyunu gergef gibi işleyen inceci hariciyeci modeline de pek yer kalmadı bugünün dünyasında. Yine de Davinson oğlu Salvador’a gol atmasını öğütlüyormuş, “santraforlar daha iyi kazanıyor” diye ekleyerek. Bu işin bir yönüyse, başka yönü Homeland dizisindeki Estes olmaya özenenlere de, Berenson olmaya uğraşanlara da uygun iş bulunmasıdır bugün bile hariciyede.

Kabrinden kaldırıp da Fangio’yu bir Doğan görünümlü Şahin’e bindirerek Formula 1 yarışına soksak sonuç baştan bellidir. Ama Şahin’e binse de Fangio pistteki performansıyla kendini izlettirir. Alkışı alır da takımını şampiyon yapmasına olanak bulamaz.

Ama kullanılmayan bir havaalanında kurulacak derme çatma bir pistte bir Fangio, bir ben aynı Şahin’le birer tur atsak, onun süresi benimkinin yarısı olacaktır. Çapı dar olanların çevresi geniş de olabilir ancak önce kendi çapının ne olduğunu bilmek bir erdem olsa gerektir.

Hariciyede bazı devletler kendi sıkletlerinin üzerinde yumruk atabilir. Halı sahada mahallenin delikanlıları maç yapıyor olsa, kenardan maçı çelebice izleyen 50’li yaşlarındaki göbekli beyefendi oyuna girmek istese, o beyefendi Puşkaş ise, onun oynadığı takım kazanır.

Fakat işi ciddi tutmak gerekir. Halı saha takımı bile doğru kurgu, diziliş, gerçekçi taktik, disiplin ve her oyuncunun özverisiyle, o takımdan çok daha yetenekli bireylerden oluşan takımlara kök söktürebilir, onların önüne de geçebilir. Ama bunu anlamak için eleme usulü değil, lig usulü müsabaka düzenlemek lazımdır.

Kesin olansa “ne var yani zevkimizi alalım dedik” kafasıyla topukla topu havaya atıp önüne düşürmeye çalışanların, kornerden gol atmaya kalkanların, her ortaya röveşata deneyenlerin oynadığı taraf hemen her zaman yenilir. Ha, “zevkimizi alalım dedik, almadık mı işte” der belki. Herhalde hariciyecilik “zevkimizi alalım dedik” diye yapılmaz.

Bilmem, belki öyle de yapılır. Örnekse, dağcılığa merakı olan bir meslek memuru tüm kariyerini Andlar, Himalayalar gibi dağ silsileleri etrafındaki ülkelere tayin olmak üzerine kurabilir. Emekli olurken de “aldık zevkimizi şu hayattan” diyebilir. Sadun Boro’nun anıları mı okunur, şurada burada kruvaze ceketin göğüs cebinde mendil tek el cepte sefirlik yapmış bir hariciyecininki mi?

Nur içinde yatsın, hariciye profesörlerinden İlhan İrem şöyle söylemiyor muydu: “Meğerse ben yanılmışım/İşte hayat yine akıp gidiyor/İşte hayat böyledir deniyor/Zaman herşeyi siliyor.” Zaten gençken siz ne derseniz deyin, karşınızdaki ağlama duvarı gibi çehrenin içindeki oyuklardan size bakan boş gözler “biz işimize bakalım kardeşim”, “icat çıkarmayın kardeşim”, “peyderpey” gibi bir şeyler diyecektir.

Bu saydığım üçlü el freni, gaz pedalına yüklenen heveskar gençlerin balatalarını erken yaştan yakar, onları kırar, hamur gibi yoğurup, bir kalıba döker. Bununla birlikte hariciyede bir de işgüzarlıkla etkinliği birbirlerine asla karıştırmamak meselesi vardır ki, işin bu yönü yaşamsal önemdedir. Bazen az yapmak, çok yapmaktır.

Fakat o seviyede rafine olmuş minimalist üslubu, bilgeliği edinebilmek için sahada çok top yapmış, kafadaki saçları epey seyreltmiş ve ağartmış, nihayet -adına “sefir gözlüğü” de denilen- yakın gözlüklerine terfi etmiş olmak gerekir. Yine de unutmamak gerekir: Mesleğe ilk adım atılan dönemlerde babacan amirler “çalışan memur hata yapar kardeşim” diye de teselli verir bazı çuvallamaların ardından.

Bıraksalardı da Patton Berlin’e Jukov’dan önce yetişseydi, ne olurdu? Churchill’in istediği gibi Yunanistan’dan Baltıklara dikine bir hat çekilebilseydi ne olurdu? Bu türlü afaki sorulara hariciye koridorlarına kulak kabartırsanız bulacağınız yanıt “Sende dert bir tane, bende bin tane kardeşim” olacaktır.

Yukarılara çıktıkça, tepeden kuşbakışı görünen manzara ile sizin 1.50 boyunuzla, ayaklar yerde baktığınızda gördüğünüz birbirini tutmaz. Gel gelelim, giderek ayaklar toprağa hiç basmadan, cilalı makosenlerle halı kaplı salonlara tıkılı yapılan hariciyecilikten de ne kadar hayır gelir, o da ayrıca sormaya değer.

Bütün bunlar artık lafı güzaftan ibaret. Bu anlatılanlar Visconti’nin Mann’dan uyarladığı “Venedik’te Ölüm” filmi ağıt havasında okunabilir. Zira bugünün çağında gerçek diplomasi her yerde “1 numaralar” arasında ve çok hızlı, çok doğrudan yürüyor. Hariciye kançılaryalarına ise alanda olana salonda kılıf dikilen bir katiplik, üretime karışmayan bir pazarlama bölümü işlevi kalıyor.

ABD başkanlığını 20 Ocak’ta devralacak Trump’ın Atina’ya yapmayı öngördüğü büyükelçi tayininden acaba Yunan dostlar ne ders çıkarmıştır? Pekiyi ama liyakat deseniz ali-ül-âlâ olan Blinken-Burns-Austin-Sullivan kadrosunun icraatındaki sefalete ne denebilir?

Uçma iddiasıyla şerefeye çıkıp, köy ahalisinin teşvikiyle atlayan Temel yere çakıldığında güç belâ doğrulmuş, “uçmasinu becerdum da konmasini beceremedum da” demiş -bak şiveli şaka bile sıkıştırdım köşe yazısına. Öyle de haritada yerini zor göstereceğiniz Bergamo’nun Atalanta’sında tanıdık topçu bulamazsınız belki ama işte Real Madrid’e kök söktürebilir.

Meh, daha uzatmaya gerek yok: İster 1699 Karlofça’dan veya ister 1856 Paris’ten alalım “muğlaklık” üzerine inşa edilmiştir bizim hariciyeciliğimiz. İki türlü işler muğlaklık: Hem stratejide hep kendine manevra alanı bırakmaya yöneliktir, hem dilde ve üslupta imaya, ihsasa, zemin yoklamaya, mesajı satır aralarına saklamaya dayanır.

Esasen derli toplu bir ricatın anlatısı ve anlatıcılarıdır hariciye geleneğini kuran ve yaşatanlar. Çok zor iştir derli toplu ricat ama ricattır. Cumhuriyet dönemine gelindiğindeyse, kabaca 1920’lerin başlarından 1940’ların sonlarına dek geçen pek kısa sürede dinamizmle kendini baştan yaratmayı bilebilmiş, silkinebilmiştir hariciye. Ancak tarih kendi yatağında akar.

27 Mayıs 1960 itibarıyla artık askeriyenin kâh anaforunda su üstünde kalmaya çalışıp, kâh dümensuyunda giderek; köklü geleneğinden ve dışarıya dönük mesleğinden tevarüs ettiği beceri ve birikimi, bu defa içerideki hassas dengeleri kollayıp, zamanında imparatorluğu olduğu gibi bu defa cumhuriyeti ayakta tutmaya vakfeder. Ta ki 21. yüzyılın açılışındaki o muhteşem ikili ıskaya dek.

Birbirleriyle aşağı yukarı örtüşen Irak 2003 ıskası ve AKP/Erdoğan 2002 iktidarı ıskası, içten içe kemirdiği hariciyeyi giderek avarakasnaklığa mahkûm eder. II. Dünya Savaşı dışında kalma marifetini -ki şüphesiz iltifata tabidir zira dış politikada bazen olmayan olandan kıymetlidir- herhalde yanlış yorumlayıp, uyarlayan hariciyeci artık trajik kahramanlıktan groteskliğe evrilir sanki belli belirsiz. Tıpkı Ortega y Gasset’in henüz 30 yaşındayken kaleme aldığı Don Kişot çözümlemelerinde betimlediği üzere.

Özel olarak dün olanın unutulup, 100 yıl önceki geçmişin dahi bir türlü tarihleştirilemediği ülkemizde ama genel olarak 21. yüzyıl dünyasında da zaman öylesine ivmelendi ki tüm bunların hepsi dikiz aynasında yitti gitti. Düşünün ki Erdoğan iktidara geldiğinde doğan çocuklar artık hariciye koridorlarında aday meslek memuru olarak geziyor.

Velhasıl-ı kelâm, Suriye’de 12 günde olan bitenle ezberleri sil baştan temize çekme zamanı geldi. Ne “biz işimize bakalım kardeşim”, ne “icat çıkarmayın kardeşim”, ne de “peyderpey” koşar bu pistte. Bu yeni sahnedeki tenorlar, Kalın’lar, Fidan’lar ve diğerleri ve hatta korodakiler de farklı kumaştan. Alelusul yaylı tamburumuzun bu içimizi kıyan nağmeleriyle peşrevi bitirebildiysek nihayet, yavaş yavaş eserin icrasına geçebiliriz düm teka dümtek.

Hakan Fidan ve İbrahim Kalın
Hakan Fidan ve İbrahim Kalın

***

Bakanlığının bütçesi hakkında söz alarak TBMM kürsüsüne çıkan Hakan Fidan konuşmasının ağırlıklı bölümünü Suriye’ye ayırdı. Ankara’nın 2011’de Arap Baharı’nın başlamasından sonra izlediği ve kendinin de önce MİT Başkanı ardından Dışişleri Bakanı olduğu dönemi kapsayan politikaları “stratejik sabır, hikmet (bilgelik), dikkat, rikkat (incelik, sevecenlik) ve azim” gibi nitelik ve kavramlarla tanımladı. Kendi kendini methetmek gibisi yoktur.

Doğrusu AKP İslamcılığının Suriye’de kucağında bulduğu bedavadan kazancı hamaset uğruna çarçur edebilme eğilimini bu defa baskılayabilme becerisi gerçekten de şaşırtıcıydı. Bu şaşkınlık kısa sürdü, çok geçmeden ilk falsolar sahnede belirdi.

Önce MİT Başkanı Kalın 12 Aralık Perşembe sınırı karayolundan geçip, Şam’a dört saatte vardı, dört saatte de döndü. HTŞ lideri Ahmet el Şara’nın (Golani) direksiyonunda olduğu otomobilde şehir turu atıp, Emevi Camii’nde şükür namazı kıldı ve ellerini açıp hamdüsenalar etti.

Üstad-ı azamlar Ruşen Çakır, Kadri Gürsel ve Kemal Can pozisyonu yorumlarken Kalın’ın ko-pilot konumunda konumunda oluşunun ve ko-pilotun görevinin virajları, yokuşları, engebeleri vb. önceden sürücüye bildirmek ve belki rotayı da tayin etmek olduğunun altını çizdi. Arka koltukta oturan Kalın’ın (orada olduğunu varsaydığımız) Katarlı mevkidaşının da herhalde benzin parasını karşılamış olacağını belirttiler. Ayrıca İdlib’te başlayan yolculuğun Halep üzerinden Şam’a uzanırken pek öyle zorlu ve dolambaçlı gitmediğini, aksine dümdüz otoyolda gazlar gibi cereyan ettiğini de dile getirdiler.

Acizane bendeniz de bu yorumların tümüne katılıyorum. Eklemek isteyebileceğim (eğer gerçekten oysa ve oradaysa) Katarlı’nın şükür namazı ve hamdüsena etkinliğine katılmamayı yeğlemesi. Kalın’ınkine amatör hevesi veya heyecanı denebilir belki. Dışa değil içe dönük bir sahne ışığını alma yarışı da denebilir. Fidan’ın “mesajlarımızı iletti, verileri derledi geldi” yollu izahatı bu ikincisini düşündürüyor. Hani Ünal Aysal da Fatih Terim’e “eleman” demişti.

Ardından 13 Aralık Cuma günü Erdoğan, AKP Sakarya İl Kongresi’nde şöyle konuştu: “Birinci Dünya Savaşı, bölgemizde sınırları yeniden belirlerken, şartlar başka türlü zuhur etseydi acaba ne olurdu? Kuvvetle muhtemel, Halep dediğimiz, İdlib dediğimiz, Hama dediğimiz, Şam dediğimiz, Rakka dediğimiz şehirler tıpkı Antep gibi, tıpkı Hatay gibi, tıpkı Urfa gibi bizim birer vilayetimiz olacaktı.” Bu ifadelerin Arapların tüylerini nasıl terslerine döndüreceğini belirtmeye gerek yok.

Derken, Milli Savunma Güler 2018’den bu yana ülkemizin terör örgütü listesinde olan HTŞ’ye askeri yardım yapmaktan söz eder, Kalın aynı HTŞ’nin lideriyle boy gösterirken; Nevşin Mengü PYD’nin eski liderlerinden söyleşi yaptığı gerekçesiyle gözaltına alındı, adli kontrol ve yurtdışı çıkışı yasağıyla gözdağı verilip salındı.

Eğer Nevşin Mengü’yü biraz tanıyabildiysem, bu tehditlere pabuç bırakmaz ama konumuz ayrı. Herhalde herkesle konuşabilecek iki meslek grubu varsa bunlardan biri istihbarat diğeri medya olmalı. “Ya ne âlem adamsın, kış uykusunda mıydın kaç senedir” diye dalga geçecek olursanız, “siz de haklısınız” derim ama ilkeyi anımsatmadan geçmek de istemedim.

O arada AKP Sözcüsü Çelik de 16 Aralık Pazartesi günü “Türkiye’nin HTŞ’yi desteklediği söyleminin yanlış olduğunu” ifade etti.

Suriye konusunda genellikle pek koşut düşündüğümüz söylenemeyecek eski Şam Büyükelçisi Ömer Önhon ise YetkinReport’taki yazısının sonunun şöyle bağlıyor: “Fetih havası estirilmesi, şov odaklı işler yapılması, acaba ‘İran gitti Türkiye mi geldi?’ ya da ‘Türkiye domine etme peşinde mi?’ sorularına ve Suriyelilerle, ayrıca, Arap ülkeleriyle gerginliklere yol açabilir. Ayrıca, Suriye’de her şey benden sorulur izlenimi vermek, Suriye’de yaşanacak her olumsuzluğun sorumluluğunun da üstlenilmesi sonucunu doğurur.” Bu defa Sayın Büyükelçi’nin uyarılarına tümüyle katılırım.

***

Benim oturduğum yerden görebildiğim kadarıyla Erdoğan Esad’ı masaya, Bahçeli Öcalan’ı Meclis’te kürsüden konuşmaya davet ederken, (SMO’nun değil) HTŞ’nin İdlib’ten yıldırım gibi çıkıp düz koşu yaparcasına 12 günde Şam’a girerek Esad’ı Moskova’ya göndermesi iki ortak arasındaki uyumu da, alanla plan arasında öngörülen senkronu da kökten bozdu. Bu geç kalmışlık duygusuyla bir telâşedir başladı.

Rıza Yıldırım hocamız yine Medyascope‘ta dokuz yılı aşkın süren efsane Kültür ve Tarih Sohbetleri’nin birinde Cengiz Özdemir ve Ozan Sağsöz üstadlarla söyleşirken Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinin (mealen) biraz senaryo dışında gerçekleştiğini ve geri dönüldüğünde pek de öyle zafer havası yaşanmadığını aktarıyor. Ardından “buraları aldık da, ne yapacağız buralarla şimdi” gibi bir anlayışın da egemen olduğunu ekliyor.

Bence düşündürücü ve üzerine düşünme zahmetine katlanacaklar veya düşünmeye cüret edecekler için günümüzdeki olaylar hakkında kuşkusuz sayısız dersler barındırmaktadır Rıza Yıldırım hocamızın aktardıkları. Ayrıca Türkiye-Suriye sınırını, evet Fransızların yaptığı bir demiryolu belirler, evet Kürtler sınırın bu yanına “serhat” derler filan, bunları hep dinleriz biliriz de, o sınır oradan rastgele de geçmemiştir, onu atlamayalım.

Öyleyse genel olarak Ortadoğu’ya, özellikle Suriye’ye düşmanlık mı edelim, sırtımızı mı dönelim? Böyle bir öneride bulunan yok, böylesine zırva bir siyaset önerisi de olamaz zaten. Ama bunları söylemekle, “aklımızı başımıza alalım” demek arasında fark var. Uygulanabilecek politikalar çantasında da biri ak, biri kara iki gereç yok. Zamana ve zemine göre yeğlenecek sayısız grinin tonları var. Zira hayal kurmak başka, tasarlamak başka.

Hele kasanız boşken doğruyu gerçeğin üzerine kurgulamak her zamankinden de gerekli. Varsayım üzerine politika yürütülmez. Cumhuriyetimizi Arapların kurup, bize emanet etmedikleri bir gerçek örnekse. Rûm Selçuklularından bu yana bugün Suriye denen yerin ayrı bir evren olduğu da. Bugünü bırakalım o gün dahi Diyarbakır (Amid), Konya’ya Halep’ten daha yakındı ve hep öyle olageldi.

Bugün İslamcıların amuda kaldırdığı tarih anlatısındaysa özde var olan Emevilik ile Rûmilik ayrımı, göz bağcılıkla Sünni-Alevi ayrımına dönüştürülebiliyor. İslâmcılar, adına ister “Rûmi” deyin, ister demeyin kendi özgün harsımızı reddedip, yekpâre saydıkları İslam üzerine kurdukları anlatıyı Araplaşmak yönünde kullanıyor. Düşüncelerini tamamlamaya biraz daha cüret edebilseler, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan Türk’ü yahut işte “Rûmiliği” çıkarıp, bunların kök olarak İslam devletleri oldukları iddiasıyla Abbasiliğin devamını bulacaklar akıllarınca.

Bu bağlamda geçenlerde iki değerli düşünce insanı İlber Ortaylı ile Soli Özel’in tartışması içerikli ve anlamlıydı. Mesele Suriye’nin bir ülke ya da vatan değil ancak memleket görülebileceği üzerineydi. Karşıt görüş de II. Dünya Savaşı’ndan sonra mantar gibi türeyen ülkelerin BM’ye üye devletler olarak muhatap alınma zorunluluğunu öne çıkarıyordu. Her iki taraf da haklıydı.

Tartışma oradan yürüyebilseydi verimli olacaktı. Zira Suriye’de BAAS tek partiydi. Şimdi çok parti olacak mı, bilemiyoruz. Etnik, dinsel ve mezhepsel azınlıkların partileşip partileşmeyeceklerini ve yine her azınlığın/partinin egemen olacakları belirli bir yerin/bölgenin olup olmayacağını da. Bir diğer bilinmeyense tüm muhariplerin tek orduda birleşip birleşemeyecekleri. Çoğul milis yapısı sürecek olursa, herhalde Suriye de hormonlu bir Lübnan olmak akıbetinden kaçınamayacak.

Bu karmaşık denklemde Kürtlerin ve PYD/YPG’nin durumu daha da hassas. YPG, ABD ile, AB ile, Halep’te İran Devrim Muhafızları’yla, Kamışlı’da Haseke’de Esad rejimiyle, yine Rojava’da ve Moskova’da Rusya’yla çoklu ilişkiler kurdu. Ama bunların bir bütün oluşturmayan, tutarlı olmasına da olanak bulunmayan, sürdürülemez çelişkilerle yüklü yapısını sanırım göremedi veya görmek istemedi.

YPG, zamanını da iyi değerlendiremedi, zamanı sonsuz gibi gördü ve zeminin zorluklarını, kimlerle çevirili olduğunu da hesaba katmadı veya katamadı. Suriye’de YPG’nin kolu ABD’nin kolundayken, Irak-Kandil’de PKK’nın kolunun İran’da olması da yine çelişkiydi. Dün ABD Türkiye’yi PKK ile mücadele için kendine muhtaç kılarken, bugün PKK veya en azından YPG Ankara’yla uzlaşı aramaya muhtaç kılındı. Bu noktaya gelmelerinde kendi değişken geometrili ittifaklarının herhalde rolü oldu.

Belki tuhaf karşılanabilecek biçimde hem AKP hem DEM, Trump’ın 20 Ocak’ta başlayacak ABD başkanlığından olumlu beklenti içinde. DEM (ve ondan tabiatıyla bağımsız olarak herhalde YPG de) Suriye’de “Kürtçü” davranacakları varsayımıyla sözgelimi yeni ulusal güvenlik danışmanı Waltz ve yeni dışişleri bakanı Rubio’yu bekliyor. AKP ise yine sözgelimi (Trump’ın dünürü Lübnanlı Rum Arap Ortodoks asıllı) yeni Ortadoğu danışmanı Boulos’u ve yeni Ankara büyükelçisi (milyarder yatırım fonu sahibi Lübnanlı Melkit Rum Katolik Arap asıllı) Barrack’ı iştiyakla bekliyor olsa gerek. Erdoğan’ın doğrudan Trump’la birebir “iş bitirme” beklentisi de sır değil.

Blinken’in görevden ayrılmadan önce Ankara’ya yaptığı son ziyaret de YPG’nin giderek daralan fiziksel alanıyla, giderek hassaslaşan siyasal durumunun ve giderek azalan zamanının altını çizdi. Şimdilik Fırat ırmağının Suriye içindeki son iç idari sınır olarak belki en azından HTŞ’nin kurdurduğu geçici hükümetin görevi devredeceği 1 Mart 2025’e dek kalıcılaştığı iddia edilebilir. Buna karşılık Deyrezor ve Rakka merkezlerinde SDG’nin Arap bileşenleri HTŞ tarafına geçtiler bile.

Henüz iki hafta önce İdlib’te HTŞ hastanelerini havadan bombardıman eden Rusya’nın ise iki hafta sonra aynı HTŞ ile Tartus deniz ikmal üssünü elde tutabilme pazarlığı yürüttüğü görülürken, Hmeimim hava üssünün de tahliyesine hız verdiği anlaşılıyor. Ortadoğu’da müttefiklerin ve muhatapların ne hızla değişebileceğinin çarpıcı bir göstergesi.

***

Bir araba laf ettikten sonuç yerine ne demeli? Hariciyede bir de kıdemli büyükelçilerin “biz resmi çekelim koyalım, Ankara değerlendirsin şekerim” yaklaşımı vardı. Bu da bir seçenek olabilir, değerlendirme berceste okura bırakılabilir. Ben kendimce CHP için bir sonuç çıkarmak eğilimindeyim. Nasıl “Irak 2003” bir tarihsel dönemeçti ve CHP bunu ıskaladıysa, “Suriye 2024” de önemli bir dönemeç. Bundan sonra hiçbir şey veya en azından pek çok şey eskisi gibi olmayacak.

Dolayısıyla yine bence CHP’nin asgari ücret vb. konuların ötesine geçerek ve Suriye’den hareketle bir alternatif “büyük anlatı” ortaya koymasında yarar var. Bunu yaparken de “çokseslilik” adına her kafadan başka bir ses çıkması ile çok sık ve uzun konuşulması sakıncalarını bertaraf edip, bir harmoni yakalamasında ve hatta mümkünse senfoniye geçmesinde de.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.