Bu haftaki yazısında 2025 Sundance Film Festivali’ni değerlendiren Barbaros Gökdemir, festivalde Türkiye’den yarışan yapımları ve izlediği kısa metrajlı filmleri yazdı.
40 yılı aşkın süredir Amerikan sinemasının kalbi ve Birleşik Devletler’de bağımsız sinemanın en büyük itici gücü olan Sundance Film Festivali’nin bu yılki icrası geçtiğimiz hafta sona erdi. Her yıl birçok yeni yapımın gösterildiği, daha önce hiç duyulmamış sanatçıların filmlerinin gündem belirleyebildiği ve film endüstrisinin de heyecanla takip ettiği bir etkinlik olan Sundance; Cannes, Toronto, Venedik ve Berlinale’yle en büyük 5 film festivali arasında anılıyor.
Her yıl film yapımcıları, filmlerinin prömiyerlerini Sundance’de yapabilmek için büyük bir rekabet içerisine giriyorlar. Ortalama 16 bin başvuru alan festival, program kataloğuna 90 küsur film dahil ediyor. Sundance, ilk defa seyirci karşısına çıkacak sanatçılara, yaşadığımız bu hızlı çağda en çok ihtiyaç duydukları şeyi sağlıyor: Filmlerini görünür kılmak.
Tanıdığım her sinemacının en büyük hayalidir Sundance’de filmini göstermek. Ne de olsa, dünya sinemasına adını yazdıran Steven Soderbergh, Quentin Tarantino, Gregg Araki ve Paul Thomas Anderson gibi birçok yönetmenin ilk işleri, bu festivalde gösterilmiştir. Ne mutlu ki, festivalin bu yılki kataloğunda ülkemizden de iki film yer aldı. İranlı yönetmen Alireza Khatami’nin Öldürdüğün Şeyler (The Things You Kill) isimli uzun metrajlı filmi Dünya Sineması Dramatik Yarışma bölümünden en iyi yönetmen ödülüyle ayrılırken, Cansu Baydar imzalı Neredeyse Kesinlikle Yanlış filmi de festivalin kısa film seçkisinde yer almayı başardı.
Festivale fiziksel olarak katılamamış olsam da çevrimiçi ayağından yararlanıp, festival programında yer alan 1 uzun, 44 de kısa film izleme şansı buldum (festivalin çevrimiçi ayağı sadece Amerika’ya açıktı). Bu haftaki yazımda festivalin endüstri üzerinde bıraktığı izleri ve izleyebildiklerim üzerinden kendi gözlemlerimi aktarmaya çalışacağım.
2025 Sundance Film Festivali’nin ardından yazılanlar, çizilenler:
Festivalin ardından basında çıkan haberlere ve film profesyonellerinin sosyal medya paylaşımlarına baktığımızda, bu seneki festivalin önceki yıllara göre daha sönük geçtiğini görebiliyoruz.
Filmlerin kalitesi dışında, burada dikkate alınan önemli husus, festivalde gösterilen filmlerin kaçının alıcı bulabildiği ve satış rakamlarının ne civarda olduğu. Yapımcılar, ilk defa seyirci karşısına çıkardıkları filmlerinin, platformlar, film dağıtımcıları, televizyon kanalları ve büyük medya şirketleri tarafından satın alınmalarını hedeflerler. IndieWire ve Guardian’da çıkan haberler, şu ana kadar bu sene festivalde sadece 8 filmin satıldığını ve dolayısıyla geçtiğimiz yılın satış rakamlarının bir hayli gerisinde olunduğunu gösteriyor. 2024 yılında, festivalde 15 film satışı gerçekleşmiş.
Bu yıl festivalin neden sakin geçtiği konusunda farklı görüşler mevcut. Kimileri Los Angeles yangınlarının etkilerinin hâlâ sürdüğünü ve birçok film profesyonelinin bundan etkilendiğini söylerken, kimileri de ülkedeki yönetim değişikliğinin sektörde endişe ve korku yarattığını vurguluyor. Liberal politikaların destekleyicisi olarak görünen Hollywood’un, Trump yönetimi altında nasıl bir 4 yıl geçireceği ve Trump’ın hedefi haline gelip gelmeyeceği belirsiz. Pandemi sonrası oluşan yeni dünya koşullarında hem yapay zekâ hem de teknoloji şirketlerine karşı daha iyi koşullar talep etmek için bir araya gelen ve greve giden film çalışanları acaba Trump’ın arkasında hizalanan teknoloji şirketleri ve son hız devam eden yapay zekâ yarışı içerisinde, kendilerini ne derece güvende hissediyorlar? Sundance gibi çoğulculuğu, çok sesliliği ve katılımcılığı destekleyen film festivalleri, Trump’ın popülist politikaları ve dışlayıcı söylemleri altında ne derece ayakta kalabilecekler?
Bazı yapımcıların, festivallerin seneden seneye farklılıklar gösterebileceğini, bazı yılların diğer yıllara nazaran daha yavaş geçebileceğini ve bu durumun programlama ile alakalı olabileceğini de işaret ediyor. Ne olursa olsun, Amerikan bağımsız sinemasının gitgide küçüldüğü, pastanın darlaştığı, imkanlara ulaşmanın ve yeni isimlerin kendilerine yer bulmakta iyice zorlaştığı şu günlerde, alımların önceki yıllara göre düşük olması işlerin çok da iyiye gittiğini göstermiyor olmalı.
İzlediğim tek yerli yapım: Öldürdüğün Şeyler
Biraz da festivalde gösterilen yerli yapımlarımıza bakalım.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
2025 Sundance Film Festivali
Festivalde izlediğim tek uzun metraj film, Khatami’nin Öldürdüğün Şeyler filmi oldu. Tabii izleyebileceğim başka filmler de vardı ama festivaldeki tek yerli uzun film bu yapım olduğu için, tercihimi bu yönde yaptım ve filmi keyifle izledim. Başrollerini Ekin Koç, Erkan Kolçak Köstendil, Hazar Ergüçlü ve Ercan Kesal’ın paylaştığı filmde, Amerika’da eğitim görmüş ve sonrasında doğduğu, büyüdüğü topraklara geri dönen bir üniversite profesörünün hem kendi evliliğine hem de ebeveynleriyle olan ilişkisine odaklanan gizemli bir psikolojik gerilim hikayesi izliyoruz. Ekin Koç’un canlandırdığı Ali, annesinin şüpheli ölümü sonrası sarsılır ve ölümünü araştırmaya başlar. Babası ile olan sıkıntılı ilişkisi de daha gergin bir hale bürünür. Bir yandan da karısı (Hazar Ergüçlü) ile evliliklerindeki sorunların üstesinden gelmeye çalışırlar.
Filmle ilgili çıkan yazılara baktığımda, yönetmenin dilinin en çok David Lynch sinemasına benzetildiğini gördüm. Bu yoruma katılmakla birlikte, açıkçası ben Khatami’nin sinemasında daha çok Luis Buñuel ve Alfred Hitchcock gibi yönetmenlerin izlerine rastladım. Bir takım gerçeküstü değişiklikler, olabildiğince yalın ve basit bir şekilde Bunuel’vari bir üslüp ile hayata geçirilirken, filmin insan psikolojisini bu denli derinlemesine incelemesinde de Hitckcock’vari bir anlatım sezdim. Filmin mekân seçimleri, Anadolu’nun o uçsuz bucaksız, taşlı, topraklı, tepeli, dağlı manzaralarıysa, 1970’lerden bugüne, dünya sinemasında örneğini sıkça gördüğümüz o büyük Neo Western filmlerini anımsattı bana. Ve aklıma en çok, Wim Wenders’ın o müthiş filmi Paris, Texas (1984) geldi.
2025 Sundance Film Festivali
Filmin konusunu çok açmak istemiyorum, ama şu deneyimimi paylaşmak isterim. Filmi izlerken, filmin ne yapmak istediğini tam olarak anlamadım; ben de jeton hemen düşmedi diyeyim. Ertesi gün filmin konusunu eşimle tartışırken, onun yardımıyla aslında tam olarak ne izlediğimi anlayabildim ve taşlar işte o zaman yerine oturdu; o zaman filmi daha çok sevdim.
Filmle ilgili tek eleştirim bazı açılardan filmin bana soğuk ve ruhsuz gelmiş olması olabilir. Ancak belki de yönetmenin tam olarak yapmak istediği buydu. Ama daha da önemlisi, bence yönetmen bizim topraklarımızda geçen, bizim oyuncularımızla, son derece yerli gibi gözüken bir hikâyeyi, batı anlatısından ödünç aldığı parçalarla çok iyi bir şekilde hayata getirmeyi başarmış olması. Film, hem bizden hem de bizden değilmiş gibi duruyor.
Sundance Film Festivali’nde izlediklerim: Kısalar!
Kısalar arasında izlediğim ilk film, yine bizim memleketten çıkma Cansu Baydar imzalı Neredeyse Kesinlikle Yanlış oldu.
2025 Sundance Film Festivali
Film, Suriye’den Türkiye’ye göç eden ve buradan da Almanya’ya göç etmeyi hayal eden genç bir kadının ve küçük erkek kardeşinin hikayesini konu alıyor. Ana karakterimizi, İstanbul Tarlabaşı’nın dar arka sokaklarında, dükkanlarında ve evlerinde takip ederiz. Devasa şehrin, uçsuz bucaksız gökdelenlerin ve çarpık yapıların arasında, karakterler gözlerini gökyüzünden ayırmazlar; geçen her bir uçak, görebildikleri her bir gezegen, başka bir hayatın, özgürlüğün ve olanakların heyecanıdır onlar için. Kamera, karakterimizi şehrin arka planı içerisinde takip ederken, biz de onların bu küçük dünyalarına dahil oluruz ve beraber yaşadığımız şu şehirde, bilmediğimiz özlemlerin, umutların, hayallerin ortağı oluruz. Bu iki karakterin, İstanbul gibi bir şehirde hayatta kalma mücadeleleridir bu film.
Sundance’de izlediğim diğer kısa filmlerin temasına baktığımda hikayelerin en çok Latin kökenli, göçmen, LGBTQ, iklim ve çevre politikaları çevresinde yoğunlaşmış olduğunu görebiliyorum. Anlatılan hikayelerin hepsi oldukça samimi, yapay hiçbir şey yok ve insana gerçekten de dokunuyor. Çok kısa bir süre içerisinde, çok kısa anlara odaklanarak, hayata dair büyük düşünceleri, abartıya kaçmadan ve seyirciyi davet edebilecek şekilde yapabiliyorlar.
İzlediklerim arasında 3 kısa filmi önermek isterim:
Debaters, hızlı diyalogları, stilize müzikleri ve güçlü yazılmış karakterleriyle öne çıkan oldukça eğlenceli bir yapım. Amerika’nın lise hayatını, ülkede göçmen olarak büyümenin nasıl bir şey olduğunu ve gençlerin büyüklere nasıl kafa tutabildiklerini 10 dakika kadar çok kısa bir sürede anlatabilen oldukça başarılı bir eser. Filme ünlü yönetmen Kenneth Lonergan ve Succession dizisinden tanıdığımız J.Smith-Cameron’da performansları ile eşlik ediyorlar.
Death Education belgeselinde, Çin’de öğrencilerine ölüm üzerine ders veren bir lise öğretmeninin sınıfına konuk oluyoruz. Öğrenciler ders kapsamında teşhis edilemeyen bedenlerin son yolculuklarına haysiyetli bir şekilde uğurlanabilmeleri için gereken işlemleri yerine getirirler ve seremonilerinin doğru bir şekilde yapılması için uğraşırlar. Bu süreçte, kendi kaybettikleri yakınlarına duydukları bağları da güçlenir ve ölümün anlamı üzerine düşünmeyi öğrenirler. Film, hayatın hafifliği ve anlamı üzerine izleyiciyi kısa sürede çok farklı yerlere taşıyabiliyor.
Pasta Negra kurmaca bir film olmasına karşın belgesel gibi duran, hayatın içerisinden oldukça sert ve gerçekçi bir film. 3 kadını takip ederiz. Birisi yaşlı. Diğeri orta yaşlı. Üçüncüsü ise daha genç. Farklı jenerasyondan 3 kadın, makarna almak için Venezuela’dan Kolombiya’ya seyahat ederler. Yönetmen, bu filmini Karina Sainz Borgo’nun Tijeras adlı kısa öyküsünden uyarlıyor ve büyüleyici, yemyeşil manzaraları amatör oyuncularla birleştirerek Pasta Negra’ya hem gerçekçi hem de gerçeküstü bir atmosfer kazandırıyor.
Kapatırken:
Seneyi Sundance Film Festivali ile başlattık. Önümüzde Berlinale var. Festivallerde görüşmek üzere!