Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

“Filistin meselesi”ne dair tarihsel çarpıtmaları, kamuoyu oluşturmaya yönelik ideolojik önyargıları ve savunulan siyasi algıları incelediği “Filistin endüstrisi” adlı yazı dizisinin üçüncü bölümünde Kenan Çamurcu, bu anlamda kullanılan meşrulaştırma yöntemlerinin başında geldiğini iddia ettiği “mağduriyet edebiyatı”nı ele alıyor.

Filistin endüstrisi - 3
Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Mağduriyet edebiyatının Filistin endüstrisindeki rolü

Netflix’te hoş ve eğlenceli kültürlerarası komedi olarak başlayan Mo dizisinin sıkıcı propagandaya dönüşmüş 2. sezon finalinde, anne Yüsra Neccar, Filistin’deki akrabalarını ziyarete gittiğinde Ben Gurion havaalanında tacizkâr sorgulama yapan polisle konuşuyor. Niyeti, polise (ama aslında biz izleyicilere) sağlam bir sosyal mesaj vermek:

Yüsra: Nerelisin?

Polis: İsrailliyim.

Yüsra: Hayır, yani dedelerin nereden gelmiş?

Polis: Dedelerim İspanyalıydı.

Yüsra: Ben burada doğdum. Ailem de burada doğdu. Ama hâlâ sen beni sorguluyorsun.

Havaalanı polisinin aileye mobbing sahnelerinin öncesinde o günün tarihi olarak ekranda “6 Ekim 2023”ün görünüp kaybolduğunu hatırlatayım. Yani bir gün sonra yaşanacak Kassam saldırısında İsrail yerleşim yerlerinde bir günde 1200 insanın katledilmesi ve aralarında bebeklerin de olduğu 250 kişinin rehin alınması Yahudilerin hakettiği muamele olarak not düşülmüş.

Filistin endüstrisinin en dehşet verici işleri dahi haklılaştırma ve meşrulaştırma yönteminin ilk sırasında mağduriyet edebiyatı var.

Mo dizisinde geçen diyalog esas itibariyle Filistinliliğin düşünce modeli. Kendilerini yerli, Yahudileri ise yabancı ve dolayısıyla işgalci gören/gösteren şablon bu. Anne Yüsra, İngiltere’nin adı geçtiğinde de yere tükürüp lanetler yağdırıyor ama İngilizler, Romalılar gibi Filistinliler lehine Yahudilere etnik arındırma uygulasaydı hayır ve duayla anacağına kuşku yok.

Filistinliler, özgürlük isyanları nedeniyle Roma’nın Yahudileri sürgün edip toprağı onlara vermesine minnettardı. Müslüman fâtihlerin Roma’nın siyasi mirasını sürdürmesine de. Başkasının acısı üzerine mutluluk kurulmaz denir, Filistinliler bunda sakınca görmüyor ve ta Musa’dan beri vatana dönmeyi amaç edinmiş Yahudilere, “Siz kimsiniz, burada ne işiniz var, neden buraya geldiniz” gibi tuhaf sorular sorabiliyor. Yani asıl adı Yahuda/Yahudiyye olan bu toprak Yahudilere ait olsa da sürgün edildiklerini ve hakkı kaybettiklerini kabullenmeli ve orayı terketmeliler. Bunu kendileri yapmazsa Filistinlilere şiddete başvurma hakkı doğar. Hiç de sempatik olmayan, sevimsiz, saçma, mantıksız bir akıl yürütme zincirlemesi. İsrailli fraksiyonların en ultra yobazı dahi türlü haksızlıklar yaratsa şu garip önermeler ve denklem meşrulaşmaz, haklılaşmaz, ahlaki değer kazanmaz.

Bu mantığa göre mesela 11. yüzyılda Anadolu’ya göçmen olarak gelmiş Türkler burayı işgal etmiş sayılır, orada olmamaları gerekir. Üstelik Yahudiler gibi toprağın asli sahibi de değiller. Yabancılar. Ama Türkiye sokaklarında Türkler, Filistinlilerin bu düşüncesini bayraklaştırıp Yahudilerin Filistin’i terketmesini isteyen gösteriler düzenliyor.

Yahudileri dünyanın dört bir yanına dağıtan sürgünlerden sonra tarihsel vatana göçmen olmaktaki trajedi Müslüman yürekleri burkmalıyken Yahudilerin Yahuda’ya göçüne bir de tepki gösteren düşünce biçimi hakkaniyete uygun mu? Semitik kökenden nefretten başka hissiyatla açıklanabilir mi? Semitik kökenden nefret insaniyete sığar mı? Müslümanların Yahudi göçmenlere yönelik sataşma, taciz ve saldırılarının ardından başlayan karşılıklı kıyım, kırım, katliam ve suçlar utanç verici değil mi? Her iki tarafın aşırılarını izole edip makul ve mutedil bir mutabakat için çabalamak yerine topyekün çatışmalı iklime girilmesi affedilecek şey mi?

Gücü yetenin her şeyi yapabileceği evreye geçildikten sonra yapacak hiçbir şey kalmaması felaketin en son fotoğraf karesi. O son ânı hadisenin tamamı ve ta kendisi sayanlar Müslümanlar.

Savaş yolunu seçenin yenilgisi mağduriyet değildir

Çözümsüzlük karşısında geriye kalan tek seçeneği savaş ve çatışma gören Filistinliler, seçtikleri yolun kendileri için büyük fiyasko yaratan sonuçlarına karşı sürekli müşteki, mızmız. 1948, 1967, 1973 savaşları ile FKÖ ve Hamas’ın defalarca saldırılarının hepsinde ilk hamleyi yapan ve savaşı başlatan hep Filistinliler oldu, ama hepsinde de yenildiler. Savaş hukukunda kuraldır, saldıran tarafın yenilgisi hak kaybının haklı ve meşru sebebidir. Lakin Filistinliler kendileri için kuralın değiştirilmesini ve yenilginin hak doğurmasını istiyor.

Romalılardan başlayarak devletler Yahudileri vatanından sürgün ederken Filistinliler bundan şikayetçi değildi. Onların bıraktığı her şeye el koydular. Sonrasında Müslüman sultanların sürdürdüğü bu mirasla Filistinliler çoğalırken Yahuda’nın asli sakinleri olan Yahudiler azaldı. Hani İmran ailesinden (Âlu İmran) bahseden surenin 140. Ayetinde, “İşte o günler; onları insanlar arasında devir daim ettiririz,” deniyor ya, devran dönüp Yahudiler zorbaca sürgün edildikleri topraklara kendi çabalarıyla geri döndüğünde Filistinlilerin mağduriyet çığlıkları atmasında haklılık bulmak kolay değil.

Hayatın içinde Filistinliler ile İsrailliler arasında yaşanan gerilimler konumuz dışında. Çünkü orada bin türlü değişken rol alabilir. Kişisel hesaplar, kıskançlıklar, güç rekabeti, sudan sebeplerle ihtilaf ve kavga vs. Savaş ise çok farklı bir durum. Anlaşmazlık ve gerilim sıcak savaşa dönüştüğünde uyulması gereken savaş hukuku bunun için var. Ama unutmayalım, o hukuk, birbirine silah çekmiş iki tarafı konu alıyor. Bu yüzden üye devletler savaş hali ve kayıplarıyla ilgili kriter belirleyen BM sözleşmesine imza koymuş.

Siyaset, propaganda, sloganlar falan hep olur. Taraflar birbirine psikolojik ve medyatik üstünlük sağlamak için bunu yapar. Ama meseleye hukuk nazarıyla bakan birileri de olmalı. İlk görüldüğünde irkiltici oluyordur tabii ki ama uluslararası hukukta “makul sivil zayiat oranı” diye bir kavram var. Işın Eliçin, “Savaş ve sivil zayiat” başlıklı yazısında bu konuyu ele almıştı. BM İnsani Gelişim Raporu’nda 1 askere 9 sivil kayıp makul bulunmuş. 7 Ekim 2023’te Hamas’ın İsrail’e saldırmasıyla başlayan Gazze savaşında BM kriterlerine göre Hamas’ın öldürdüğü 1200 ve üstü sayıda İsrailli arasında üniformalı asker yok. Silahla karşılık veren sivil giyimli de. Bu nedenle Kassamcıların öldürdüğü tüm İsrailliler sivil sayılıyor. Zaten bu yüzden Lahey’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi (ICC) Hamas liderleri Deyf, Heniye ve Sinvar için tutuklama kararı çıkarmıştı. Ama tutuklanamadan öldükleri için dosya düştü.

İsrailliler Gazze’deki sivil kayıpların BM’nin “makul sivil zayiat oranı”na uygun olduğunu iddia etse de ICC, savaş hukukunu ihlal suçlamasıyla Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Galant hakkında da tutuklama kararı verdi. Buna rağmen İsrailliler hukuku ihlal etmediklerini öne sürüyor. Kanıtlardan biri de savaş sırasında Hamas’ın Han Yunus komutanının, Sinvar’a gönderdiği mektupta güçlerinin yarısının öldürüldüğünü belirtip yardım istemesi. Buna göre Hamas’ın kaybettiği savaşçı sayısı 20 binin üzerinde. İsraillilerin iddiasına göre öldürülen üniformalı veya üniformasız savaşçı sayısı Hamas’ın açıkladığı 45 bin kayıptan çıkarıldığında geriye kalan sayı için oran, BM’nin 1 askere karşılık 9 sivil oranının çok altında.

Yani BM kriterine göre yaşlı, kadın, çoluk çocuk sivil katletme bahsinde Kassamcıların işlediği savaş suçu nitelik olarak Netanyahu’nunkinden büyük aslında. Netanyahu’yu “bebek katili” hakaretiyle anan heyecanlı şuursuzların, aynı sıfatı Hamas ve Kassam’a gönül rahatlığıyla takdir edebileceklerinin belgesi var.

Hamasçıların 7 Ekim’den sonraki ilk günlerde İsrailli sivillerin öldürüldüğü suçlamasını reddettiği hatırlanacaktır. Açıklamayı yapanlar, kendilerinin ceset teşhirinde insanî-İslamî sınır tanımamalarının aksine, İsrail tarafının naaşlara ve ailelere saygı nedeniyle görüntüleri açıklamayacağına güveniyorlardı muhtemelen. Doğru tahmin ettiler, İsrail bir günde katledilen 1200 insanın feci görüntülerini resmen açıklamadı. Hamas liderleri bu nedenle ilk günlerde masumların öldürüldüğüne ilişkin ithamlara “siyonistlerin yalanı” dedi. Ama yaşlı insanların, çocukların, ailelerin hedef alınarak öldürüldüğüne dair görüntüler sızmaya başlayınca “savaşlarda böyle şeyler olduğu” gerekçesine sığındılar bu kez. İşte savaşlarda olan o şeyler için BM kriterine göre Hamas’ın hedef alarak öldürdüğü siviller, savaş suçu sayılan oranın katbekat üstünde.

Hal böyle olunca Gazze’de bombardımanda parçalanmış çocuk naaşlarını kameralara sallayanların tek amacının infial yaratmaya dönük medyatik mağduriyet propagandası olmadığı açıklık kazanıyor. Büyük ihtimalle savaş kurbanı minik bedenlerle yapılan o gösteriler, Kassamcıların İsrail’de benzerini yaptığı gerçeğini alt basamağa indirmek, medyatik gündeme girmemesini sağlamak içindi aynı zamanda.

Ölü veya diri ele geçirilen Kassamcıların, propaganda için kullanmak üzere gövde kameralarıyla çektikleri 7 Ekim katliamının görüntülerini izledikten sonra Trump’ın “Filistinliler Gazze’yi kalıcı olarak terketmeli” demesinin  bir sebebinin de kamuoyuna açıklanmayan bu dehşet verici görüntüler olduğu düşünülüyor.

Bize göre savaşın kendisi suç. Saldırıya karşı savunma dışında hiçbir çatışma meşru kabul edilemez. Hamas’ın sivil katliamı ile Likud’unki aynı hizada. Rakamların farklı olması bu hükme etki etmez. Çünkü bir tek masumu dahi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir. (Maide 32). O nedenle, Gazze savaşını birikmiş öfke ve nefretini deşarj edecek bahane kullanan slogan esnafına hitap etmez bu yazdıklarımız. Taraftar tribününde ezberlenmiş sloganları haykırmak yerine doğrunun ve hakikatin ne olduğunun peşinden koşuyoruz biz. Hakikatın kendisi değerli ve kimin tarafında tecelli ettiğinin de anlam ve önemi bulunmuyor.

Elhamdulillah Müslüman değilim

Neden hak hukuk, hakikat, doğru peşinde koştuğumuz ve yanlış da olsa Müslümanların ve Filistinlilerin tarafını tutmadığımız suçlamasının hedefine konulmakta değer verilecek hiçbir şey yok. Çünkü Müslümanlık inanç, iman, manevi kemal, adalet ve hakkaniyet anlamına gelmiyor; yanlış, hatalı ve suçlu da olsa kendi kabileni ve kabile üyelerini savunmayı gerektiriyor. Peygamber’in yıkmaya uğraşıp da başaramadığı cahiliye âdeti yani.

Filistin endüstrisinden başlayarak Müslümanlığı da muhakeme, tahkik, tetkik, analiz, sorgulama konusu yapabilmek için bu sıkı markaj inanç sisteminin dışına çıkmak gerek. Sosyal hayatı zapturapt altında tutmanın algoritması olan fıkıhtan kurtulmak yetmez yani. Fıkıh ve itikat dahil, full paket tüm Müslümanlığı terketmek lazım. Peygamber’in, Mekke’de, dönemin müslümanlığı sayılabilecek “İbrahim’in dini” tabelalı egemen, müesses, köleleri bile cezbeden pagan mekanizmadan kopup tertemiz ilk başlangıca, Allah’ın varettiği doğa/varoluş ilkesine yönelmeye çağrılması gibi. (Rum 30).

Küresel bir “ex-muslim” (eski müslüman) trendi varsa da çoğunlukla ateist olanları ifade eden yeni dalga bu. Ben de bir süredir eski Müslümanım, kendimi Müslümanlıkla tarif etmiyorum, hatta ortamlarda “hepimiz Müslümanız” klişesi kullanıldığında “elhamdulillah ben değilim” de diyorum, ama felsefi derinlikten uzak, sığ politik aktivizm olan ateistliğin açıklayamayacağı muazzam bir varlık ve varoluşun parçası olduğumuzun da farkındayım. Spinoza da İbn Arabi de aynı hissiyatla yeni bir izahın imkanını yokladı. Onların açtığı menfezden farklı bir evrene çıkınca dolaşımdaki acayipliklerin Müslümanlığın orijinalinde bulunmadığını anlatma çabalamasının beyhudeliğine ikna oldum artık. Tarihsel Müslümanlığın çelişkilerle ve insanı irrite eden fenalıklarla dolu bagajını taşımanın gereksizliğine inananlardanım.

Mustafa Öztürk,  deist olup olmadığı sorusuna Muhyiddin İbn Arabi, Sadreddin Konevi gibi inanmak deistlik ise o listeye yazılabileceğini anlatmıştı. Yeni inancının panenteist olduğunu da söyledi. Yani Farabi, İbn Sina ekolünün “südur” nazariyesi. Tanrı doğanın kendisi değil, ama doğa da Tanrıdan kopuk bağımsız varlık değil. Allah’ın zâtındaki tarifsiz varoluş özünün taşmasıyla (feyz) varlığın kademe kademe ve evrimsel zuhuru. Simülasyon evren/yaşam izahına ikna olunsa da, ilahî taayyün/tecelli/tezahür sırrına merak salınsa da farketmez, aynıdır; kuantum kainat yoğunlaşmış bir özden ibaret. Bu hakikatin başına yaratıcı Tanrı koymak ya da yaratıcı hiçlik varsaymak sonucu ve gerçeği değiştirmez. Gönülden katıldığım iyi bir başlangıçtır. “Doğa dini İslam” yazımda varoluşun ilkesi ve doğasına kıyısından köşesinden giriş yapmıştım.

Kabile, aşiret dayanışmasını hakikatin üstünde tutan, güç ve servete müptela iktidarperest, yerleşik/popüler/müesses Müslümanlıktan ayrılmadan vahyin iki temel ilkesine uygun düşünmek ve davranmak imkansız: 1) Kendi aleyhine de olsa adaleti, doğruyu, hakikati ayakta tutacaksın (Nisa 135), 2) Hastalıklı hissiyatla bir kavme kin duysan da adaletten, doğrudan, hakikatten sapmayacaksın. (Maide 8).

İsrail tarafında “soykırım endüstrisi” varsa Filistin tarafında da “Filistin endüstrisi” var

Kırk sene sosyal içicilik mesabesindeki Müslüman kimliğin zindanında İsrail, siyonizm, Filistin vs. üzerine yazdım, konuştum. İtiraf ediyorum, yeterince muhakeme edilmemiş ezberler ve klişelerdi. Ama şükürler olsun hayatımın hiçbir anında antisemitik olmadım. Çoluk çocuk tüm Yahudileri lanetli gören ve onlara ne yapılsa hakettiklerini düşünen sapkınlık bünyemde tiksinti uyandırdı hep. İnsanın adının kişiliği üzerindeki etkisinden bahseden faraziyenin haklılığından belki.

Evet, diğer tüm ideolojik saplantı nevrozları gibi Müslümanlık da zindan. Öncelikle müminler için, ama genel anlamda da insanlar için. Ahmet (Turan Alkan) abinin Tanpınar’ın Beş Şehir’ine, ilkokul üçüncü sınıfa kadar okuduğum Sivas’ı altıncı şehir olarak eklemesine nazire, ben de Ali Şeriati merhumun İnsanın Dört Zindanı’na Müslümanlığı beşinci zindan vasfıyla ilave edeyim.

İsrail tarafında “soykırım endüstrisi” varsa Filistin tarafında da “Filistin endüstrisi” var. Solcu Yahudilerin, Selefiliğin Yahudi versiyonu ultra muhafazakarlığın elindeki “soykırım endüstrisi”ni yazmasından ziyadesiyle memnun kalan Müslümanlıklar arasından “Filistin endüstrisi”ni yazan çıkmaması, kendilerine atfettikleri tanrısal imtiyazla her şeyin onlara mübah olduğuna inanmalarından. Eski Müslüman bu fakirin, üç bölümlük bu yazı dizisiyle yükümlülüğün yerine getirilmesine katkı yapmaya çalıştığının düşünülmesini isterim.

Altmışlı yaşları ortaladım artık, bundan böyle hayatımın kalan bölümünde tahrifat üzerine kurulmuş müesses Müslümanlığın ezber ve klişelerini sorgulayacağım. Filistin endüstrisinin yakasına yapışmak da bu bahisten.

Bu vesileyle Filistin’in adım adım işgali hikayesi anlatan harita sembolizmi doğru bir başlangıç olabilir.

Şu meşhur harita meselesi

Filistin endüstrisinin en önemli görsellerindendir meşhur harita. İddialarına göre 1947’de her yer Filistinken -bununla ülke ve devleti kastediyorlar- İsrail işgal ede ede 2005’te her yerin İsrail olduğu haritaya gelindi. Acaba böyle mi?

Hadis metodolojisinde denir ki, uydurma rivayetler, gerçeğe benzesin diye dil, içerik, râvi zinciri, dönemsel özellikler vs. ile bezenerek o kadar özenle imal edilir ki uydurma olduğunu tespit etmek hem kolay değildir hem de uydurma olduğu belirlense bile taşıdığı antropolojik nitelikler nedeniyle aslında bilgi kaynağıdır da. Fakat Filistin’in adım adım işgali temalı ünlü harita hakikatle o kadar uzaktan alakasız ki ne bilgi kaynağı ne de tespiti çok zor; kısa bir yakın tarih metni okuyan küçücük çocuk bile sahte olduğunu hemen anlar.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Filistin endüstrisinin haritasında 1947’de “Filistin ülkesi (toprağı)” ve “Yahudi yerleşimciler” şeklinde tanımlanan kategoriler, tarihsel adı Yahuda/Yahudiyye olan, ama Romalıların Yahudilerin özgürlük isyanlarına ceza olarak “Filistin” adını verdiği topraklarda Yahudi nüfus bulunmadığını iddia ediyor. “Yahudi yerleşimciler” tabiri, Yahudilerin o topraklara yabancı oldukları ve sonradan geldikleri iddiasının kodlaması. Nesnel tarihin büyük tahrifi kuşkusuz. Mevzuya meraklı olanlar bir iki çalışma okuyarak meselenin aslını öğrenebilir.

Doğru harita, Yahuda topraklarını 1947’de İngiliz manda yönetiminde gösteren haritadır. O dönemde egemenlik Birleşik Krallık’taydı ve çoğunluktaki Filistinliler ile azınlıktaki Yahudiler mandater idare altında birlikte yaşıyordu. Bu sırada başta Avrupa olmak üzere çeşitli yerlerden Yahudiler, tarihsel Yahuda’ya göçmen olarak gelmeye başlamıştı. Demografik şema o dönemde 1 milyon küsur Filistinliye mukabil 600 bin küsur Yahudi şeklindeydi. Tarih kayıtlarına göre Filistinliler, Yahudilerin iki bin yıllık sürgünden dönme kararından hoşlanmadı ve göç dalgasını durdurmak için saldırılara başladı. Bir yandan da İngilizlerle, sonra da Hitler’le Yahudilerden arındırılmış Filistin devletini kurma diplomasisi yürütüyorlardı.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Filistin endüstrisi, toprağın zorla ellerinden alınıp sürgünlerle Filistin’in Yahudileştirildiğini propaganda ediyor ya, merak edilmesi gereken şudur: 1945’e kadar Filistin’deki toplam nüfusun beşte biri olan Yahudiler, ezici çoğunluğu nasıl sürgün etti de topraklarına el koydu? Filistinlileri mağdur göstermek için yapılan tahrifatlardaki mantık hataları ezbere halel getirmeli aslında, ama muhakeme yeteneğinden mahrum Müslümanlar üzerinde haliyle etkili olmuyor.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Göçmen Yahudilerin topraklara el koyup yerli Filistin halkını sürdüğü öyküsü, İbn Ebu İshak’ın (ö. 735) el-Meğazi’sindeki, Medine’ye hicretten 5 sene sonra 627’de Yahudi Kurayzaoğulları kabilesiyle yaşanan gerginlik ve çatışmada 700 Müslüman erkeğin, 900 savaşçı Kurayzalı erkeği yatırıp infaz ettiği (İbn İshak/İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, 1-6/414) uydurmasının kopyası. Üstelik iddiaya göre Müslümanlar bu işi, çatışmalı ortamın diğer hasım kabilesi olan Nadiroğullarının 600 savaşçısının hadiseye tepkisiz, seyirci kaldığı koşulda yapmış.

Müslümanlar, Medineli Kurayza Yahudilerinin Peygamber’in emriyle topluca öldürüldüğünü anlatan bu hikayeyi heyecanla ve bayılarak benimsiyor. Batılı oryantalistler de aynı rivayeti Peygamber ve İslam’ın aleyhine kullanıyor. Suudi tarihçi Muhammed b. Fâris el-Cemil, Nadir ve Kurayza kabilelerinden 1500 savaşçı erkeğe karşılık, Bedir’de 300, Uhud’da 700 savaşçısı olan Müslümanların kendilerinden sayıca üstün Kurayza erkeklerini dirençle karşılaşmaksızın infaz ettiği iddiasını mantıksız ve şüpheli buluyor. (En-Nebi ve Yehudu’l-Medine, s. 207).

Detaylarına girmeyeyim, başka bir yazıda Peygamber’i, tetikçiler tutup muhaliflerine sinsice suikastler düzenleten biri gibi göstermiş uydurmaları yazacağım. Müslümanlıklar, ahlak ve medenilikte Peygamber’e benzemek yerine onu kendilerine benzetip ahlak ve medeniyetten uzak bir Peygamber profili icat ettiler.

İbn Ebu İshak rivayetindeki iddianın mantık hatasını tekrarlayan zamane Müslümanları, 1947’ye gelindiğinde Filistin’de sayıca çok az Yahudilerin, iki katı sayıdaki Filistinlileri topraklarından sürüp attığı iddiasını mağduriyet öyküsü olarak anlatıyor.

Netice herkesin malumudur, 1947’de gerilimler ve çatışmalar nedeniyle iki toplumun birarada yaşama ihtimalinin kalmaması üzerine BM, nüfusla orantılı büyüklüklerde iki devletli bir paylaşım planı sundu, ama Filistinliler ve Arap devletleri bu planı reddetti.

1947’de Yahudi karşıtı Arap ayaklanmasının ardından Mayıs 1948’de İsrail devletinin ilan edilmesiyle Filistinlilere ilaveten Mısır, Ürdün, Suriye, Irak, Lübnan ve Suudi Arabistan İsrail’e savaş açtı. Arap devletleri ve Filistinliler 1948, 1967 ve 1973 saldırılarında ağır yenilgi alınca Filistin endüstrisinin “İsrail işgali” adını verdiği harita ortaya çıktı.

Heyecanlı sloganları bir yana bırakıp kendimize soralım: Olay böyle cereyan etmedi mi? Başından beri Filistinliler ve Müslümanlar, Yahuda’dan Yahudilerin kökünü kazımak istemiyor mu? Bunun için din kültüründe kaba tahrifatlar yapılmadı mı?

Hatta zihinleri Mescid-i Aksa çarpıtması kadar kirleten diğer mevzu, “Garkad ağacı” mitinde tarihin sonunda tüm Yahudilerin katledildiği bir soykırım umutla beklenmiyor mu?

Garkad ağacından önleyici kubbe

Muhafazakar radikalizmin en sevdiği uydurma rivayet “Garkad hadisi”, Filistin endüstrisinde antisemitizmin zirvesi.

“Garkad hadisi” adıyla meşhur uydurma rivayet, Yahudilerin tarihin sonunda Müslümanların yapacağı soykırımdan kaçarken arkasına saklanacağı ağaçtan bahsediyor. İddiaya göre patlak verecek kıyamet savaşında (Armageddon, Melhame-i Kübra) Müslümanlar bütün Yahudileri öldürecekler ve dünyaya egemen olacaklar. Bu savaş sırasında Yahudiler soykırımdan kaçmak için bu ağacın arkasına saklanacak, ağaç da bunun üzerine “Ey Müslüman, arkamda Yahudi var, gel öldür” diyecek. (Buhari: 2926, Müslim: 2922).

Bu da diğer tuhaf rivayetler gibi “Ebu Hureyre” lakaplı şahsın fantastik masallarından. Ama Sünnî Müslümanlığın temel inançlarından biri. O kadar ki tam zamanlı dinselliğin tahakkümündeki Türkiye’nin, cumhurbaşkanı seviyesinde, “Arkasına saklanacak ağaç bile bulamayacaklar,” diyerek dünyaya ilan ettiği taammüd.

Yazmıştık: Uydurmanın sahibi “Ebu Hureyre” lakaplı şahsın adı bile bilinmiyor. Medine’ye Peygamber’in vefatından 3 sene önce gelmiş, ama Sünniliğin bütün inanç ve pratiklerinin kaynağı bu kişinin rivayetleri. Buharî şarihi Aynî, İbn Abdilber’in, “Hiçbir sahabenin İslam’dan önceki adı Ebu Hureyre’ninki kadar tartışma konusu olmamıştır” dediğini aktarıyor. (el-Aynî, Umdetu’l-Kâri, 1/124). Ebu Hureyre, “Kedicik babası” anlamına gelen bu lakabı kendisine Peygamber’in verdiğini iddia etmiş. (İbn Hacer, el-İsabe, 7/349). İddianın başka tanığı yok. Muhafazakarların arasındaki yeni trend, kediye düşkünlük, canlı hayata ve doğaya aidiyet hissiyle ilgili değil, böyle bir dinsel temeli var.

Müslümanlığın bu uydurma rivayeti kullanarak Sâmi ırktan Yahudilere husumet haykırması, The Handmaid’s Tale dizisinde anlatılan distopik Gilead yolunda bir level daha atladığımız anlamına geliyor olabilir.

Peygamber’e zamanın sonunda Yahudi soykırımını müjdeleme gibi çirkin bir iftirayı atfeden, Sâmi ırka nefretli uydurma rivayetin ülkenin cumhurbaşkanı tarafından dünyaya haykırılması tabii ki kaygı uyandırıcı, utanç verici, İslam fobisinden şikayet hakkını iptal edecek nefret. Allah akıl fikir versin, ne diyelim.

Nitre çalısı saklambaç saklanmasına yarar ancak

Garkad ağacı, botanikçilerin “Nitre çalısı” dediği irice çalı. Arkasına saklanılabilir tabii ki, ama saklambaç oynayan çocuklar olursa. Mevcut savaş teknolojileri çağında çalının arkasına nasıl saklanılsın. Ateşli silahlara karşı koruma sağlayacak zırh değil ki bu çalılık. İsrailliler de Garkad’ı saldırılardan koruyacak demir kubbe fonksiyonlu süper ağaç görmüyor.

Garkad hadisi, çocukça fantastik mit, masal, öykü. Ama âliminden avamına herkesin itikadı, imanın şartı kadar etkili bir inanç. Gerçi Sünni Müslümanlığın popüler din kültüründe Peygamber’in torunları Hasan ve Hüseyin’in hiç büyümediği, hep çocuk kaldığı hatırlanırsa bu konudaki muhakeme seviyesi de izah edilmiş olur. Oysa Hasan 45, Hüseyin 54 yaşında hayatını kaybetti. Yani Peygamber’in vefatından sonra yaklaşık 35-40 sene yaşadılar. Ama popüler Sünni kültürde bu yıllar kayıptır. Çünkü o yıllarda yaşanan facialarla ve onların şu anki dindarlığa dönüşmüş olduğu gerçeğiyle yüzleşmeye cesaret edemiyorlar.

Matematik dehası John Nash (1928-2015) şizofreni hastasıydı. Hayatını anlatan “Beautiful Mind” filmindeki kritik sahnede, ilerleyen yaşında artık şizofrenisiyle nasıl başettiğini kendisini sıklıkla ziyarete geldiğini gördüğü ailenin çocuğunun hiç büyümediğini söyleyerek kanıtlamıştı. Hasan ve Hüseyin’i hep namaz kılarken dedesinin sırtında çocuklar hatırlayan Sünnilik ise kültürel şizofrenisiyle başedemiyor.

Oniki İmamcı Şiîlik içinden bazı âlimler de Sünni kaynaklardaki rivayetlere itibar ederek tarihin sonu, kıyamet savaşı ve Mehdi’nin zuhuru çerçevesinde Yahudilere soykırım sırasında bu ağacın arkasına saklanıp kurtulmaya çalışan Yahudiler olacağına inanıyor. Fakat araştırmacılar Şiî rivayet kaynaklarında böyle bir hadis olmadığını belirterek sadece Şeyh Saduk’un (ö. 991) Yahudilerle savaştan bahsetmekle birlikte Garkad ağacıyla ilgili bilgi vermediğini hatırlatıyor.

Bu arada Garkad ağacı, Musa’nın vahiy işittiği ağaç da (Kasas 30) olabilir. Tarihsel değeri yüksek bir hatıra yani.

Garkad’ı, zamanın sonunda Yahudi soykırımından kurtulacak Yahudilere yakıştıran antisemitik muhafazakar radikalizm, Medine’deki Baki’ mezarlığının (Cennetu’l-Baki) bir adının da “Bakiu’l-Garkad” olduğunu bilmiyor herhalde. Çünkü o dönemde mezarlıkta Garkad ağaçları varmış.

Ebu Hureyre’nin 7. yüzyıldaki savaş taktikleri ve teknolojisine bakarak uydurduğu “Garkad hadisi”ndeki kehanetin (ağaç arkasına saklanma), meçhul teknolojik gelecekte hâlâ geçerli olacağını düşünen antisemitik Müslümanlığın zihin dünyası anakronik, tuhaf, komik.

Yahudileri her fırsatta yok etmeyi alenen teorileştirmiş bir din kültürünün mensuplarının İsrail’i soykırımla suçlaması fazlasıyla acaip.

Vicdanın sesi mi, antisemitik hezeyan mı?

Antisemitik Müslümanlık, Batı ülkelerinden aktardığı İsrail’i protesto gösterilerine “vicdanın sesi”ni yakıştırmakta acele etmese iyi olur. Avrupa’da 4. yüzyılda istilalar döneminden başlayarak güçlü bir antisemitik damar olduğunu bilmeyen yok. O nedenle Filistin’e destek gösterilerini Araplara muhabbet açıklamaz. Sâmilere karşıtlığın Arapları da kapsadığını, İslamofobinin de aynı potada piştiğini unutmayalım.

Eğri oturuyor olsak bile doğrudan şaşmayalım: ABD ve Avrupa’da Filistin’e destek gösterilerinde Yahudilere hakaret, nefret, tahkir ve tenkil haykıran sloganlarda hedef Müslümanlık olsaydı “İslamofobi” diye kendini parçalardı Müslümanlar. Ama konu Yahudiler olunca sevinçle alkışlıyorlar.

Filistin’e destek sancağı altında toplanan kalabalıklar arasındaki gerçekten vicdanî hassasiyetin oranı araştırılmadı. Ama bir gün Gazze bahaneli coşkunun, Katolikliğin, daha önceki gibi politik-ekonomik-kültürel hegemonya için antisemitik seferberliği olduğu ortaya çıkabilir.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Çeşitli araştırmaların kaydettiği gibi son beş yılda Avrupa’da Yahudi düşmanlığı Hitler dönemindeki seviyeye yaklaştı. AB Temel Haklar Ajansı’nın 16 Avrupa ülkesinde yaptığı araştırmanın Danimarka ayağındaki bulgular genellemeyi doğruluyor. İspanya örneğinde ise ekonomik krizden Yahudileri sorumlu tutanlar %60’a yakın. Aynı oranda üniversite öğrencisi sınıfında Yahudi istemiyor.

Yani Gazze bahane. Aslında Araplar başta olmak üzere Müslüman topluluklara yönelik de nefret örnekleri artışta. Müslümanlar, mesela Gazze olayına tepki gibi kamuflajlarla antisemitik nefretle işbirliği yapıp öfkeyi Yahudilere yönelterek aradan sıyrılmaya çalışıyor. Ahlaksızca tabii ki.

Netanyahu’nun Gazze kıyımının güçlü narkoz etkisinin farkında olmak lazım. Hiçbir muhakeme, sorgulama, ahlak arayışına hacet bırakmayacak dozda. Ama kesin olan şu ki, İsrail’de solcu bir hükümet olsaydı ve Gazze’de barışçı çözümü savunsaydı da antisemitik nefret yatışmazdı.

Dünyada çok yerde Gazze’deki yıkımın yüzlerce katı yaşandığı halde sokakların neden protestoyla dolup taşmadığını düşünen var mı? Her inançtan antisemitin kolkola sadece Yahudi’nin devlet sahibi olmasına ultra radikal tepki gösterdiğini? Ya da Kürdün devlet talebine tepkiyi?

Gazze için meydanları dolduran Müslümanlıklar ve antisemitik müttefikleri neden Sudan ordusunun himayesindeki İslamcı teröristlerin yaptığı soykırıma ölüm sessizliğinde? 300 bin can kaybı ve 1 milyon mülteci var, 20 milyon insan açlıkla karşı karşıya, hastanelerin %80’i kullanılamaz halde oysa.

Hamas’ın, yaşlıların bile katledildiği, 10 aylık bebek dahil 250 kişinin rehin alındığı dehşet verici 7 Ekim saldırısını reddeden Filistinlilerin oranı sadece %22 idi. Buna karşılık İsraillilerin %85’i Netanyahu’nun Gazze kıyımını reddetti. Hangi toplum vicdanlı ve hakikate sadık?

Hulasa ve malumun ilanı

Tamamı yalan yanlış, bâtıl, gerçek dışı, uydurma malumatla kurulan bir inancı dava edinmiş ve uğruna mücadele edip kaynakları israf eden Müslümanlıklar.

Aslında ortada bir maraz, hastalık var. Bu hastalık da ırkçılıktır. Yahudi denildiğinde tiksinti hissi uyanıyor içlerinde. Amerika ve başka yerlerde siyah tenin uyandırdığı hissin aynısı. İzmitliyim, Romanlara yönelik ırkçı marazın tiksinti duygusunu iyi bilirim. Son kırk senedir de Kürtler aynı rezaletin hedefinde.

Roma’nın Yahudilere etnik imha amaçlı askeri gerekçelerini strateji edinmiş Filistinlilerden ilham alan İhvancı Türklerin Yahudi karşıtlığında Yahudi’nin yerine Kürdü koyarsak durum anlaşılır. Peki, Hameneici Şiiliği antisemitik yapan ne? İran’ın İslam öncesi tarihinden nefreti. İran, Ortadoğu’da İsrail’den sonra en çok Yahudi’nin yaşadığı ülke ve Yahudiliğin merkez üssü olmasına rağmen Hameneici Şiiliğin antisemitik motivasyonu, İran tarihini Ömer’in fethiyle ve Emeviliğin kavmiyetçi Müslümanlığı ile başlatması, öncesini inkar. Oksimoron tabii ki ama öyle.

Önemli bir not: Yahudileri doğuştan lanetli kavim gören sapkın, antisemitik Müslümanlık türünün İsa ve annesi Meryem’in de Yahudi olduğunu bilmediğini mi sanıyoruz? Hayır, biliyorlar ve Yahudi düşmanlığı batağında Noel kutlamasına da düşmanlık ediyorlar. Bizim açımızdan Romalı Hıristiyanlıktan miras kültürel öğeler ve mevzuyla ilgili diğer tartışmalar saklı kalmak kaydıyla, meselenin bam teli burasıdır.

Yeruşalayim’in ilk mukimleri Yahudilerdi. Orayı imar ve abad ettiler. Davud ve Süleyman’ın yaptığı kıbleyi (Beytu’l-Makdis/Mescidu’l-Aksa) ayakta tutmak için mücadele verdiler, özgürlük isyanlarıyla “Kutsal Kent”i (Medinetu’l-Kuds) kurtarmaya çalıştılar. İstilacılardan her defasında kıyım, kırım ve sürgün görene dek. Sürgün ve etnik arındırma nöbetini en son Müslümanlar devralmaya gönüllü oldu. O mirası sürdürmeye uğraşan da Gazze’de ve Batı Şeria’daki (Yahuda ve Samarya) Araplaşmış yerliler, yani Romalıların verdiği ve benimsedikleri adla Filistinliler; onların örgütleri Hamas ve muadili yapılar. İsrail’in bu emele boyun eğmesi, rıza göstermesi ve Yahudilerin sessiz sedasız tekrar sürgüne gitmesi gerektiğini düşünüyorlar. Olacak iş mi?

Yahudi soykırımını anma günü, aslında İhvancı Müslümanlığın, el-Hüseyni’nin Hitler’e “Filistin’e gönderme, imha et” telkiniyle cinayete ortak olmasındaki utancın da anıldığı gün. Bu ağır suçtan arınmak için her şeyi yapması gerekirken Hitler’i kutlayan bir ümmet bu. İsrail’in kurulduğu 1948 tarihinin “nekbe (felaket)” nitelemesiyle anılmasında elbette ki hicap duyulması gereken bir yan var.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi - 3
Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Öte yandan gulat/aşırı Yahudi fraksiyonları da Araplaşmış (muarreb) halkın sürgüne gönderilmesini istiyor. Yahudilerin üç bin sene önce Ken’an diyarının yerlisi olduğu için oraya dönme arzusu ile Müslümanların bin sene önce fethettikleri için oranın sahibi oldukları iddiası arasında nitelik farkı yok. Öyleyse neden Yahudilerinki gayri meşru da Müslümanların ki hak? Bir sorun, Eşkenazların Avrupa’da öğrendiği ayrımcılıkla egemenlik kurması. Ama bu da Müslümanlarda fazlasıyla var.

Üzerinde Arapça, İbranice, İngilizce “Filistin” yazan 1927 tarihli İngiliz manda yönetiminin parasını Filistin devletinin varlığına yoran cehalet, kaçıklığın zirvesi. Yahudilerin gayri meşru saydığı, buna karşılık Yahudi etnik temizliğinin ateşli savunucusu el-Hüseyni’yi ise Kudüs müftüsü yapan İngiliz mandası yani.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Müslümanlığın kendine helal, başkasına haram gördüğü “fetih hakkı”

Filistin endüstrisinin mecburi istikameti cehalettir. Ama bilinçli cehalet. Yoksa bir iki yakın tarih çalışması okuyan, 1927’deki İngiliz manda yönetimi sırasında mı Filistin devletinin kurulduğu sorusunu sorar kendine. Ya da öncesinde Osmanlı yönetiminde mi Filistin devleti ve ülkesi vardı?

Yahudi yerleşimcilerin, ikibin yıl önce buraların kendilerine ait olduğu gerekçesiyle Filistinlilerin evlerine el koyduğu iddiası Filistin endüstrisinin temel propaganda kalemlerinden. Yahudilerden arındırılmış bir ülke hayal eden Hamasçıların, kendi etnik arındırmacı hülyalarını meşrulaştırmasının basit yöntemi. Azalan artan nüfus hareketleriyle hep orada olmuş Yahudileri yok sayıp toprağın tamamını temellük eden geçersiz bir tarih ve demografi okuması bu.

Müslüman kavimlerin fetihlerini kendi egemenliği hanesine kayıt düşen Filistinliler, Sultan Selim’in onlarla savaştığı ve nüfusun üçte birini kılıçtan geçirdiğine sıra gelince ağır amnezi yaşıyor. Osmanlı devletinin hakimiyeti aynı zamanda Filistinlilerin egemenliği anlamına geliyor ve toprağı onlara ait yapıyorsa Osmanlı’ya neden isyan ettiler öyleyse? Türkiye’nin sokaklarında Filistin’e destek gösterilerinde dalgalandırılan Filistin bayrağı Osmanlıya isyanın simgesi değil mi?

Müslümanlığın kendine helal, başkasına haram gördüğü “fetih hakkı”na göre Kudüs’ün Ömer zamanında ele geçirilmesi geride kaldı ve üzerine konuşulamaz. Ama Arapların saldırıp yenildiği 1948 ve 1967 savaşlarında uğradığı saldırılardan galip çıkan İsrail’in Filistin’i ele geçirmesi kabul edilemez. Tabii ki tuhaf, çelişkili, saçma bir mantık.

Yahudilerin tarihsel hak iddiasıyla Filistinlilerin toprağına, evine el koyduğu propagandası, yaklaşık 10 milyon nüfuslu İsrail’in 5 milyon nüfuslu Filistinlilerin evlerine her gün hücum ettiği ve evlere, arazilere el koyduğu izlenimini yaratmayı planlıyor. Gerçek bu değil tabii ki. Öyle olsa İsrail vatandaşı 3 milyon Arap, Çerkes, Dürzi, Hristiyan nüfusun toprağı, evi, hayatı müsadere edilmiş olmalıydı. İstisna örneklerden kocaman bir genelleme çıkarması da Filistin endüstrisinin mağduriyet senaryolarından. İsrail iç istihbaratı Filistinlilerin evlerine tasallut eden yerleşimcileri “Yahudi aşırılıkçılar” olarak isimlendiriyor ve Filistinlilere karşı şiddet girişimlerini “terör” kabul ediyor. Fakat İsrail ordusunun terörle mücadele yöntemleri arasında, İsrail’de ölümcül eylemlere kalkışan ve karışanların evlerini yıkma cezası var ve bunun uluslararası hukuka aykırı olduğu belirtiliyor.

Bu durumda şöyle de sorulabilir: İsrail içinde nüfusun %25’ini oluşturan Araplar, Çerkesler, Dürziler, Hıristiyanlar arasından neden terörist çıkmıyor? Neden bu toplumlardan birileri kafelerde, parklarda, alışveriş merkezlerinde Yahudi avı için sokaklara dökülmüyor?

Kökeni bilinmeyen, zamanla Araplaşmış Filistinlilerin Yahudi karşıtlığında Roma geleneğini yaşattığına şüphe yok. O tarihsel dayanakla, İngiliz manda yönetimi döneminden başlayarak 1973’e dek aralıksız saldırılarla Yahudileri imha etmeye çalıştıklarına da. Mağduriyet edebiyatı başarısızlığın sonucudur. İmha ve etnik arındırmayı başarsalardı muzafferlik edebiyatı coşturulacaktı.

Filistinlilerde kök salan ideolojik mirastaki antisemitizm, Sâmi kökenli olmamalarıyla temellendirilebilir. Sırf Yahudi diye iki sivili bıçaklamaktan tutuklu Hamaslı Şuruk ile sırf Yahudi olduğu için rehin alınan 5 yaşındaki Emilia’nın takası bu modele iyi örnek. Muhafazakar medya, Şuruk’un işlediği suçu anmayarak 18 yaşından beri tutuklu olduğuna dair acıklı mağduriyet dosyası açtı.

Kenan Çamurcu yazdı: Filistin endüstrisi – 3

Filistin endüstrisi haklı bir dava değildir. Bir dava bile değildir. İçinde ağır faşizm, antisemitizm, fetihçilik, cihatçılık, tahakküm, tek tipçilik, bol rant, bağış ekonomisi, dolandırıcılık, terörizm, radikalizm barındıran hastalıklı ve karanlık bulamaçtır. Londra’nın göbeğinde, Müslümanların avuçlarını patlatarak alkışladığı “Hitler bu insanlara [Yahudiler] nasıl davranılacağını biliyordu” diye bağıran  ileri seviye özgürlüğü soykırım emelini haykırmak için kullanan utanmazlıktır.

Peygamber’in kamusal hayatını kurduğu İslam, gerçeklikle bağı sağlam, ortaya karışık yapmayan inançtı. Muhakemeye dayalı aklın dini. İlk iki halifeyle birlikte başlayan “yeni Medine” sürecinde kamusallığın yapısal dönüşümünü doğal sonuçlarına vardıran Muaviye onu metafizik öykü haline getirdi. İşte o öykünün bağlıları, Gazze savaşı boyunca İsrail’e kesintisiz mal satanlar ile Gazze’ye destek ve İsrail’i protesto gösterisi düzenleyenlerin aynı kişiler olduğunu bilerek ya da bilmeyerek mitinglerde öfke ve nefret haykırdı. Filistin endüstrisini bundan daha iyi tarif edecek patolojik vaka bulunamaz.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.