Umur Talu’nun yeni kitabı “Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber” Literatür Yayınları’ndan çıktı. Talu, kitabında Beyoğlu’nun sokaklarını yazarlarını, şairlerini, filmlerini, anlatıyor. Talu, Ruşen Çakır’a Beyoğlu’nu ve kitabını anlattı.
Beyoğlu’nun tarihini, edebi mirasını ve sokaklarındaki dönüşümü kendine özgü bir üslupla anlatan Talu, bu rehberin “diğerlerine benzemediğini” söylüyor.
Bu küçük rehber diğerlerine benzemiyor, sevgili okur. Çünkü şehrini hiç bırakmayan Umur Talu, her sokağa kendinden bir parça yerleştirerek Cadde-i Kebir’i arşınlıyor. Zaman zaman başkaları da eşlik ediyor ona; yazarlar, şairler, bazen yalnızca kitaplar, en çok kitaplar, filmler.
Ama bu bir anı kitabı da değil. Bir semtin zamanlar boyunca dönüşümünün, değişiminin, insanlara ayak uydurma serüveninin öyküsü. Büyük bir Beyoğlu kitaplığı. Edebiyatın, edepsizliğin, avare gezenlerin kokusunu taşıyan zarif bir kaos.
Kitabın sayfaları arasında Eftalikos’ta Sait Faik’e rastlayacaksınız. Park Otel’de Yahya Kemal olacak. Nazım Hikmet ilk şiirini yazacak, Cemal Süreya bir şiir daha okuyacak. Yusuf Atılgan yürürken Aylak Adam’a rastlayacak! Bihter ile Zavallı Necdet aynı yerden alışveriş yaparken belki oralarda bir yerlerde eğlence peşindedir Behlül…
Satırların arasında, belki defalarca geldiğiniz belki de hiç görmediğiniz Beyoğlu’nun çapkın, yılgın, ayyaş, serseri, entellektüel, zıpkın, hayalperest ve bohem yüzleri sizinle arşınlayacak caddeyi.
Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber | Kitap tanıtımından
Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal
Merhaba iyi günler, iyi akşamlar. Bugün, gazeteci Umur Talu’nun Literatür Yayınları’ndan çıkan yeni kitabını, Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber’i konuşacağız. İnce, ama tarih dolu, çok güzel fotoğraflar ve eski gazete kupürleri ile ilginç bir kitap. Beyoğlu’nu seviyorsanız ve meraklısıysanız, tavsiye ederim. Hoş geldin ağabey.
Umur Talu: Merhaba.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Senin hayatın Beyoğlu’nda daha çok geçti. Bizim de hayatımız Beyoğlu’nun ortasındaki Galatasaray Lisesi’nde geçti. Sen benden beş yıl önce, ilkokuldan girdin. Yatılı olarak okuduk. Ama bu kitabı okuyunca, gerçekten bilmediğim şeyleri öğrendim ya da bildiğimi sandığım şeylerin, sandığım ve bildiğim gibi olmadığını öğrendim. Önce şunu sormak istiyorum: gazeteci Umur Talu bu kitabı niye yazmıştır?
Talu: Dediğin gibi hayatımız orada geçti. Ben ilkokulu beş sene Ortaköy’de okudum, ama sonrası, esas önemli olanı, yedi sene Beyoğlu’nda Galatasaray Lisesi’nde okumaktı. Tabii o dönem bir önceki dönemden ve bu dönemden çok farklı dönemler. Hatta belki de Beyoğlu’nun biraz çöküş devrinin içindeydik diyebilirim. Ama ona rağmen gidecek birçok yer vardı. Bunların birçoğu da bu kitaptaki ‘’edepsiz’’ kısmına giriyor. Sonra yıllarca Galata’da oturdum, hâlâ da biraz oradayım. Ben de kitabın çıkış sürecine aslında biraz şaşırdım. Galatasaray Lisesi’nden benden büyük bir profesyonel rehber arkadaşımız Ergican bana “Recaizade’den Vedat Türkali’ye, bir Kumkapı-Vezneciler turu yapar mısın?” dedi. Biraz çalıştım, yaptık. Çok kalabalık oldu, ikinciyi de yaptık. “Hadi bir de Beyoğlu turu yapalım” dedi. İki tane de Beyoğlu turu yaptık ama o arada çalıştım tabii. Beyoğlu’nu da gezersin ama çok bilmeden gezersin. Çalışınca, başka gözle bakmaya başladım. Sonra tur bitince benim önceki kitabın yayınevi Literatür Yayınları “Bunu bir kitap haline getirelim” dedi. O zaman çok çalıştım, çok kitap okudum. Ama yapmak istediğim, kitabın içine romanları ve roman kahramanlarını yazarlarıyla birlikte sokmaktı, ama bir rehber olduğu için de bina bina, sokak sokak gitmekti. Yani önce sağdan, Taksim’den Tünel’e, sonra soldan Tünel’den Taksim’e. Binalar, sokaklar, sağa sola dağılarak, Tepebaşına çıkarak, Sıraselviler’e inerek ve bir zaman çizelgesi içinde değil de sanki herkes aynı zamanda yaşıyormuş gibi. Ama 1850 ve 1950’leri kapsayan 100 yıllık süreç diyebilirim.
Bu arada tabii birçok yer gitmiş, değişmiş.
Talu: Evet.Eski adıyla açılmak istenen yerler var, her şeye rağmen yaşayan binalar var, ama bambaşka bir hale gelmiş. Mesela bir zamanların parlak otel ve restoranı Tokatlıyan. Hatta dedem yazar-öğretmen Ercüment Ekrem Talu, Galatasaray’da da öğretmenlik yaptı, Matbuat Umum Müdürlüğü ve Atatürk’ün ilk Çankaya Genel Sekreteri olarak görev yaptı, ömrünün son 12 yılında orada küçük kızıyla birlikte yaşamış, ki kızı da oradan okula gidiyor. Benim için Tokatlıyan’a bu şekilde girmek çok hoştu. Tabii son hâline de girdim. Hatta gözlükçüm de Tokatlıyan’ın içinde. Tabii yaşayan, yaşamayan bir sürü yer var, ama istedim ki yaşasınlar. Aslında buna benzer kitaplar var. Özellikle Salah Birsel ve İlhan Berk’in çok güzel kitapları var. İlhan Berk’in tarzı biraz benzer, ama ben buraya romanları ve roman kahramanlarını soktum. O döneme dair çok sayıda roman okudum, not aldım ve kahramanları yaşatmaya çalıştım. Öyle bir yolculuk oldu.
Beyoğlu denince akla genellikle eğlence, birazcık kültür sanat, biraz alışveriş geliyor. Eskiden beri bir alışveriş yönü varmış, şimdi çok daha fazla öne çıktı. Tabii Beyoğlu sadece bundan ibaret değil. Epeyce siyaset de var. Dünyanın değişik yerlerinden gelenler, gidenler…
Talu: Olmaz mı? Mesela Polonyalı şair, devrimci Adam Mickiewicz. Başarısız devrimlerden sonra Türkiye’ye gelen Doğu Avrupalılardan. Hatta Almanlar da var ama Polonya’dan gelen çok var. Garibaldi var, bir sürü başarısız girişiminden ve Amerika ve Latin Amerika’ya yaptığı dünya turundan sonra, iki defa İstanbul’da yaşıyor. Ama sonra Yunanistan’ın bağımsızlık savaşını oğlu torunu sülalece destekliyorlar. Mesela Andre Chenier, Galatalı, orada doğmuş. Paris’te devrimden sonra asılanlardan. Çok sayıda komüncü var. Mesela Troçki var; başlı başına bir İstanbul kahramanı aslında. Çünkü ilk geldiğinde, Ada’da ya da Moda’da değil, bir süre Tokatlıyan’da, sonra Şişli’de kalıyor. Daha geçiş dönemi olduğu için, tam o süreçte o zamanki Rusya Konsolosluğu’na (daha Sovyet Konsolosluğu olmamış) sık sık gidip geliyor. Onun dışında eski postaneyi çok kullanıyor. Hatta Amerika’daki gazetelere yazılar yazıp, o postane üstünden para alıyor. Sinemaya gidiyor.
Beyoğlu’nun içinde casuslar, özellikle Sovyet Devriminden sonra iki tarafın elemanları var. Devrimden sonra özellikle Taksim Anıtı’nda heykeli olan Frunze’nin -ki o sırada da Troçki Kızıl Ordu’nun Başkomutanı- Kırım’dan Beyaz Rus ordularını sürmesinden sonra, Fransız filosu başta olmak üzere işgal altındaki İstanbul’dan giden gemiler, çok sayıda, 150-200 bin Rus getiriyor. Beyaz Rus demeyelim, artık onlar Rus. Bir kısmı Gelibolu’ya atılıyor. Ama onların gelmesiyle bir anda Beyoğlu’nun çehresi zaten başka bir hâle geliyor. Düşünün, işgal var, işgal ordularının askerleri var, eğlenmek isteyen belli bir Müslüman Türk kesim var, bir de üstüne Beyaz Ruslar var ve çok değişik yerler açıyorlar. Yemekten sanata, müziğe kadar Beyoğlu’na çok renk katıyorlar.
Beyoğlu’nda hareketli bir hayat var ve hareketli hayat genellikle tiyatro, restoran ya da otel gibi mekânlar üzerinden anlatılıyor. Bunların tüketicileri kim?
Talu: Bunu aslında romanlarda daha iyi görüyorsun. Bunun tüketicileri, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın ya da Halit Ziya Uşaklıgil’in romanlarındaki ya da Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası’ndaki Bihruz gibi “özentiler.” Ama elbette onlardan ibaret değil. Burada bir iki defa altını çizdim: İnsan bütün o romanları okuyunca, yazarların çoğunun Beyoğlu alemlerine eleştirel baktığını görüyor. Ama aslında kendileri de orada yaşıyorlar ve hikayelerini, romanlarını, kahramanlarını oradan çıkarıyorlar. Mesela çarpıcı bir örnek, Halit Ziya. Halit Ziya, Cafe Luxembourg‘da, İstiklal Caddesi’ne, yani o zamanki Cadde-i Kebir’e bakan büyük bir camın önüne oturuyor ve gelen geçeni not ediyor. Geçen ilginç bir tipi gözüyle izliyor ve onunla ilgili notlar alıyor. Tabii bunların çoğu uydurma şeyler, ama ona yakıştırdığı şeyler. Sonra romanı yazıyor ve romandaki kahramanına da aynı işi yaptırıyor; romandaki kahraman da oraya oturuyor ve yazıyor. Mithat Cemal Beyoğlu’ndan nefret ediyor. ‘’Frenk Beyoğlu,’’ Beyoğlu işgal altında’’ diyor, ki işgal döneminde de değil, işgal dışında. Ama kendisi orada noterlik yapıyor, Mısır Apartmanı’nda oturuyor, vaktini oradaki mekânlarda geçiriyor. Hem bir küçük utanç var hem de orayı betimleme arzusu var.
Aslında en ilginçleri Hüseyin Rahmi’nin romanları. Belki de Edepsiz’e en çok yakışanlar onun romanları. O zaman için ileri. İlerici demiyorum ama ileri. Kahramanlarını Beyoğlu’nun her sokağına her mekânına sokan bir gözlem gücü var. Zaten ilk romanıyla da müthiş satan bir yazar oluyor. Mesela Peyami Safa. Peyami Safa’nın özellikle Fatih Harbiye romanı, iki dünyanın çelişkisini ortaya koyuyor. Fatih’te yaşayan bir kız ve oradaki yavuklusu diyelim. Ama kızın gözü Beyoğlu’nda. Tramvayla geliyor, orada da başka biriyle Lebon‘da buluşuyor. Peyami Safa’ya göre bunların ikisi ayrı dünya. Bir tanesi otantik Müslüman-Türk dünyası Fatih, diğeri özenti bir dünya. Ama Peyami Safa’nın kendisi de orada yaşıyor ve çoğu zaman içip zar zor evine ya da başkasının evine götürülüyor. Baktığımız zaman bugün ‘’bunlar arkadaş olabilir mi?’’ dediğim iki değişik tip, Fikret Adil ile Necip Fazıl birlikte Asmalı Mescit’te yaşıyorlar, birlikte mekânlara gidiyorlar, aynı kadına âşık oluyorlar. Mesela mekânların hepsinde Sait Faik var. Hatta ölmeden bir iki gün önce son birasını bile orada içiyor. Ben de onlarla birlikte dolaşmış gibi oldum. Tabii burada kendi biraz kendi sülalemi de anlattım, onlar da çünkü Beyoğlu’nda yaşıyor ve yazıyor. Ercüment Ekrem dedem. Ağabeyi, Galatasaraylı Mehmet Nijad. Recaizade’nin 16 yaşında ölen ve sonra inzivaya çekilmesine sebep olan oğlu. Ercüment Ekrem henüz 8 yaşındayken ağabeyinin elini tutarak, şimdi yenisi açılan Sponeck Birahanesi’nin orijinal halinde, Osmanlı’daki ilk film gösterimine gidiyor. Yıllar sonra da o deneyimi, ilk filmi seyretmenin notlarını yazıyor. Bir çocuk olarak seyretmiş. Müthiş bir heyecan. İnsanlar lokomotif üstlerine geldiği zaman korkuyor. Biraz da onlarla dolaştım, onların aralarındaki dostluklar, bazen çekişmeler… Benim için heyecan vericiydi. Ama bir rehber gibi Beyoğlu’nda gezdim.
Bildiğim kadarıyla dünyayı da epeyce biliyorsun. Birçok yerlere gittin. Beyoğlu’nun, İstanbul, hatta Türkiye için verdiği anlama denk gelen dünyada böyle bir yer var mı?
Talu: Yurtdışında nereye benzediğini yahut daha doğru tabirle nereye benzetildiğini soruyorsan, mimari açıdan Paris. Tabii araya başka mimari tarzlar giriyor. Ermeni, İtalyan mimarlar var. Tabii onlar değişik tarzları sokuyorlar ama baktığında, Paris’in bir kopyası diyelim. Zaten bunun üstüne çok kitap da var esasen. Mesela 1870 öncesi gelen ilk Fransız gezginlerin çoğu beğenmiyor, çok pis buluyor. Sokaklar ve caddeler dar. Ama 1870 yangını hem Naum Tiyatrosu gibi önemli yapıları yok ediyor. Ama yerine Çiçek Pasajı geliyor. Hem de yeni bir mimari, yeni bir tarz, daha güvenli ve yangına karşı dayanıklı binalar. Bugün birçoğu yaşayan önemli binaların yavaş yavaş yolu açılıyor. Ama model Paris, yaşantı Paris, yaşantının tasviri, Paris özentisi. Tek bir yer söylemek gerekirse, o da Paris.
Ben 1973 yılında Beyoğlu’nda okumaya başladım, sen benden 5 yıl öncesinden başladın Beyoğlu’nda okumaya. Beyoğlu hafta sonu, geceleri hep birilerinin dışarıdan geldiği bir yerdir. Beyoğlu’nun nüfusu hep kalabalıktır ve yerli, yabancı insanların geldiği yerdir. Buralarda da genellikle şöyle bir şey var sanki; geliyorlar ama laf ediyorlar. Demin senin söylediğin gibi yazarlar yaşıyorlar ama laf ediyorlar. Mesela biz Galatasaray’da okurken Beyoğlu’nda yaşadığımız için bize hep bir ‘’öteki’’ gibi bakmışlardır. Bilmiyorum sizde de öyle oldu mu? Beyoğlu iyi güzel ama yaşanacak yer değil ya da gelinip gezilecek, tüketilecek bir yer gibi.
Talu: Aslındabahsettiğimiz dönemde konaklar var. İstanbul’unkalburüstü, Levanten, Rum yahut Musevi aileleri oralarda yaşıyorlar. Zatenbüyük mağazaların, bonmarşelerin hepsi orada. Tabii dışarıdangelmek diye bir şey var orada, ama içeride de önemli insanlarvar. Mesela Sultan Abdülaziz sarayda, haremi var. Ama AtlasSineması’nın bugün bulunduğu yerde üst katta garsoniyeri var ve atıylageliyor oraya. Onun tavanlarını bir ünlü Fransız ressam yapmış.O bile, kitabın üst başlığıyla bu edepsizliği Beyoğlu’nda yaşamakistiyor. Çok ilginç, mesela Beyoğlu’nun, o zamanki adıyla Pera’nın en canlı olduğu dönem Abdülhamid dönemi. Çelişki gibi gözüküyor ama içkinin, eğlencenin, edepsizliğin zirveye vardığı dönem. Belki dünyadan ötürü, belki buraya gelenlerin niteliği değiştiği için. Elçilikler çoğalıyor, onun etrafındaki insanlar, ikametler bunlara sebep oluyor. Abdülmecid, Abdülaziz orada tiyatroya ve operaya geliyorlar. Abdülaziz yurt dışına gitmiş ama diğerleri pek saraydan çıkmayan padişahlar. Yine de oranın bir kalp, damar olduğunu onlar da biliyorlar. Saraydan, yabancıların açtığı yeni yerlere izin çok kolay çıkıyor. Yabancıların işlettiği yerlere, eğer gerçekten yabancı iseler, kolay kolay polis giremiyor. Gözünde şöyle canlandır: St. Antuan Kilisesi müthiş bir mimari yapı. Onun yerinde Concordia var. Concordia bir alem yeri. Nitekim Aşk-ı Memnu’daki Behlül’ün Nihal’den yahut Bihter’den kaçıp gelip orada 3 gün âlem yaptığı, oradaki bir kadını alıp bir eve kapandığı, sonra oradayken diğerlerini özlediği, Galatasaray Lisesi’de okurken aklında olan, hep gidip eğlenmek istediği bir mekân. Kilisenin yerinde bunu tahayyül edin, arkasında kumar oynanıyor gizlice, içeride bir kafe var, aynı zamanda danslar, gösteriler Fransız kızlar var. Bugün de aslında dışarıdan ‘’Beyoğlu’na inmek, Beyoğlu’na çıkmak’’ diye kullanılıyor. Gerçi gençler artık Beyoğlu demiyorlar da “Taksim’e gidelim mi?” diyorlar anladığım kadarıyla.
Taksim’i soracaktım. Tabii başkalarını bilmiyorum ama Beyoğlu deyince benim aklıma İstiklal Caddesi geliyor. Kitabın girişi Taksim’de, senin çocukluk fotoğrafınla başlıyor değil mi? Taksim çok değişti. Taksim’den ve çevresinden, Gümüşsuyu’ndan da bahsediyorsun. Mesela Rus Lokantası ile ilgili bölüm. Ben bile gidebilmişimdir. Hâlâ var değil mi?
Talu: Var tabii.
Orası hep kendi halinde, bilenin gittiği bir yerdi.
Talu: Ama dolu. Eğer onda yer yoksa, Fisher’e yolluyorlar. Fisher de yaşıyor. Eskiden İstiklal’in bir ara sokağındaymış. Ama bizim öğrenciliğimizde küçük bir dükkanken, şimdi kocaman. Onlar yaşayanlardan. Taksim demek galiba metro ile birlikte oldu, ben o sonucu çıkarıyorum. Taksim metrosuna biniyorsun ve Taksim’e gidiyorsun. Halbuki eskiden Taksim’den çok, Beyoğlu denirdi. Ama Taksim müthiş bir tarih. Topçu Kışlası, 31 Mart Vakası, sonra stat oluyor. Babam da orada oynamış, belki de orada sakatlandı. Sonra Kışla yıkılıyor tamamen ve park yapılıyor. Sonra 1 Mayıs’lar, Gezi. Taksim de başlı başına ayrı bir dünya.
Bana göre Beyoğlu çok bozuldu. Ama anladığım kadarıyla her kuşak benzer bir şeyi söylemiş, değil mi?
Umur Talu: Evet, en parlak devrinde de o parlaklığı bozukluk olarak nitelemişler. Bu kitabı yazarken, yeni öğrendiklerimle insanların oradaki mekanlarla ilişkisine, oradan çıkardıkları romanlar yahut pasajlara baktıkça şunu gördüm: O parlak bir devir. Dolayısıyla ne bizim gençliğimizin ne bugünün Beyoğlu’su onun yanına yanaşamaz. Çok âlem yeriymiş filan diye eleştirebilirsin ama parlak. Bugün parlak mı, bilmiyorum. O gün neden parlak? Bir kahveye gittiğin Sait Faik’i, diğerlerini, ressamları, oradan çıkan yeni akımları görüyorsun. Atila İlhan Paris’ten geldikten sonra ‘’Baylancılar’’ diye bir grup oluşuyor, Baylan bugün de yaşayan bir pastane ve ilk Beyoğlu’nda açılmış. Bunun içinde hep sanat, tartışma, flört, aşk, nefret var, ama bugün bunu bulmak çok zor tabii. Kimler var mesela? Nereye gidersem kimi görürüm diye bir fikrim yok. Sokakta rastlıyor musun, rastlamıyorsun. O zaman hakikaten edebiyat, şiir, roman, müzik, resim orada adeta cirit atıyor. Mesela, bugün yerinde Garanti Bankası’nın olduğu Nisuaz’daki tartışmaların içine katılanlar, Yahya Kemaller, diğerleri… Müthiş bir şey.
Tabii başka ilginç şeyler de var. Nazım Hikmet’in ilk şiiri de Beyoğlu’ndan. İşgal sırasında, işgal komutanı François d’Espèrey’in hep beyaz atlı fatih gibi geldiği söylenir ama atı beyaz değil aslında, o da sonradan uydurulmuş. Onun gelişini görüyor mu yoksa sonra anlatılanlara göre mi, ama müthiş imanlı, dindar bir şiir yazıyor 15-16 yaşlarında. Cemal Süreya’nın, Edip Cansever’in, hepsinin şiirleri oralarda dolaşıyor. Hepsi orada âşık oluyor, orada çapkınlık yapıyor, orada birbirleriyle tanışıyorlar. Neredeyse bir sürü önemli tanışma O sanat dünyasının içinde cereyan ediyor. Biz tam ona denk gelemedik ama yine de benim hem lise dönemim hem de gazetecilikteki ilk yıllarım, oradaki Kulis benzeri barlarda çok hoş insanlar gördük. Çiçek Pasajı da aslında yine onlara rastlayabileceğiniz bir yer.
Çiçek Pasajı’nın tarihi nedir?
Çiçek Pasajı’nın yerinde Naum Tiyatrosu var, çok önemli bir tiyatro. İtalya’dan önce premierini burada yapan operalar oluyor. Bir sürü önemli insan geliyor. Bazısı uyduruk ama bazısı önemli. Padişahların da geldiği yer. O Büyük Beyoğlu Yangını’nda Naum kül oluyor ve o araziyi başka birisi, bir Rum iş adamı satın alıyor ve Çiçek Pasajı’nı yapıyor Çiçek Pasajı adıyla ilgili iki anlatı vardır. Bir tanesi, bu Rus mülteciler geldikten sonra, Rus kızlar İstiklal Caddesi üstünde çiçek satarken işgal askerlerinin tacizine uğruyorlar. Onun için onları pasaja alıyorlar. Bir de orada çiçekçiler kooperatifi kurulmuş. Adı oradan geliyor. Üst katların hepsi çok şık dükkanlarla dolu. Oturanlar da var. Şapkacılar, modacılar…
Bizim zamanımızda oraları…
Talu: Evet, depo gibiydi.
Ya da yaşı küçük olanların gizli gizli bira içtiği yerlerdi. Bir de bir yangın yaşamıştık.
Talu: Evet, sonradan.
Ben o günü hiç unutmuyorum. Sanırım bir pazartesi sabahı okula giderken yangını duymuştum ve çok üzülmüştüm
Talu: Tabi tabii bayağı hırpalanmıştı. Hatta akordeoncu Madam Anahit’in de yangında öldüğü söylentisi çıkmıştı, sonradan yaşadığı ortaya çıktı.
Bizim ilk girdiğimiz zamanlarda, İstiklal Caddesi trafiğe açıktı. Şimdi tramvay var ve bol miktarda araba girip çıkıyor. Konsolosluklar, diplomatlar vesaire. Trafiğe açık olması sanki fena fikir değildi. Tabii çok sıkışık olurdu.
Talu: O zamanki nüfus ve insan trafiğine bakarsak, şimdi mümkün değil. Tramvay çok önce kalkmıştı ama troleybüs geçerdi hatırlarsan. İngiliz Konsolosluğu’nun az ilerisinde, Galatasaray Lisesi’nin karşısında durak vardı. Tabii tünelden gelen arabalar da var. Bu kitapta da göreceksin, o kadar kısa mesafelerde atlı arabalarla gidiyorlar ki Tepebaşı’ndan Taksim’e, Şişli’ye. Zaten o zaman da tramvay ilk kurulduğunda Fatih-Harbiye ama Şişli tramvayı var. Bence şimdi kadar araç ve bu kadar insanla mümkün değil. Tramvay geçerken bile panik oluyor.
Bazen hafta sonları yaya trafiği o kadar fazla ki yürünmez olduğuna tanık oldum. Oralara çok fazla gidemiyorum ama bayağı yoğun olduğu zamanlar pazar öğlen saatleri mesela, yürünemiyor.
Talu: Evet, çok yoğun. O trafik olduğu dönemde, göbekte trafik polisi vardı. Şimdi bir okul hikâyesi anlatacağım. Okulda, telsizle yahut canlı dediğimiz kopya çekme usulü vardı. O telsiz frekanslarından trafik polisi çıldırırdı. Çünkü telsizden ‘’10. sınıf tarih cevap ver’’ diye bir ses geliyor. Arkasından ‘’11. sınıf fizik fizik cevap ver’’ seslerinden trafik polisi delirirdi. Onları hatırlıyorum.
Peki, bugün Beyoğlu’ndan hâlâ tat alıyor musun?
Talu: Biz Beyoğlu’nun daha izbe bir zamanını yaşadık. Bu kitapta çok parlak zamanları var ama madem orası Paris, biz dekadans içinde olduğu bir dönemi yaşadık. Bizim dönemimizde, bir muhallebici, bol miktarda randevuevi, etrafta pavyonlar, ara sokaklarda cinayet, entrika, her türlü şey vardı. Ama ona rağmen önemliydi. Çiçek Pasajı’na çok giderdik. Hatta onu da bir anekdot olarak söyleyeyim: Paramız az olduğu için, o zaman da bir tane takı var zaten, o tek rakının küçüğünü alırdık gittiğimiz yerde. Ama bakkaldan birkaç büyük götürürdük. Masa altından servis yapardık. Bizi görürlerdi ama müsamaha ederlerdi. Yine de bizim için hoştu orada yaşamak, onun bir parçası olmak. Şimdi gittiğim yerler var tabii, epey zaman geçiriyorum. Bazen çok hoşuma gidiyor. Ama bu kitaptan sonra daha çok seviyorum çünkü yazarken o dokuyu hissetmeye başladım. Evet, ben dolaşıyorum, karşıdan şunlar bunlar geliyor ama ben orada başkalarının da yaşadığını artık biliyorum ve bundan keyif alıyorum.
Binaların tarihini de biliyorsun.
Talu: Bu kitapta çok mimari tarih yok ama insan tarihi var. Mısır Apartmanı’na baktığımda Mehmet Akif’i görüyorum ya da Beşir Ayvazoğlu’nun o tek kitaplık fotoğrafındaki o masayı görüyorum, kendi soyumdan birilerini ve onların bıraktığı izleri görüyorum. Onu hissettirsin diye yazdım ben de bu kitabı, yoksa başka şeyler de yazmak mümkündü. Ama ben o iki turu yaparken çok hissettim ve başkalarının da hissedebilmesini arzu ettim.
Evet çok teşekkürler. Kitap için ayrıca teşekkürler. Kitabı tekrar göstereyim, Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber. Evet gerçekten bohem bir rehber. ‘’Bohem’’ lafını bilenler hâlâ vardır diye tahmin ediyorum.
Talu: Benim için şöyle bir şey var: sen beni gazeteci olarak, siyasi bakışım açısından ve teorik dertlerim bakımından çok eskiden beri tanıyorsun. Bir de medya üstüne çok düşünüp yazmış, ders vermiş biriyim. Ama pandemi ile birlikte farklı alanlarda bilgilenip farklı şeyler anlatabilmenin idrakine vardım diyelim. Onun için Senin adın Corona Olsun kitabında da salgınlardan çıkarak insan hikâyelerini yazmıştım. Atatürk’ten Marx’a, Lenin’e kadar her tarafa giden şey. Sonra bu kitap geldi. Şimdi sırada bir yemek kitabı var. Yemek kitabı deyince standart bir şey anlaşılır da çok farklı bir şey. Dolayısıyla bunun beni de zenginleştirdiğini düşünüyorum. Hem de artık kemâle ermiş bir yaşta, farklı lezzetleri hem kendim göreyim hem de bunları anlatmaya çabalayayım diye uğraşıyorum. Bu da onlardan biri.
Eyvallah. Darısı başıma diyeyim ben de bir gün belki bu gazetecilik denen beladan, özellikle siyasi gazetecilikten kurtulup…
Talu: Tabii bir elim hala orada, haftada iki de olsa yazıyorum yine.
Hakikaten gündelik hayatı keşfetmek, hayatın başka alanlarına yönelmek gerçekten iyi bir fikir, insan gıpta ediyor.
Talu: Evet. Sadece bildiğini anlatmak değil, bilmediğini öğrenmek açısından.
Tabii. Zaten kitaba bakınca bunu görüyoruz. Umur Talu bir şeyler öğrenmiş, bize bunları anlatıyor. Dili de çok ilginç. Edebiyat diyeceğim, edebiyat değil, çok samimi bir dil. Bir de doğrudan okuyucuya hitap edip onu da yanında gezdirerek…
Talu: Evet biraz öyle. Birlikte dolaşıyormuş gibi.
Çok teşekkürler Umur Talu.
Talu: Ben teşekkür ederim.
Umur Talu’yla Literatür Yayınları’ndan çıkan yeni kitabını, Edebi ve Edepsiz Beyoğlu, Bohem Bir Rehber’i konuştuk. Kendisine çok teşekkürler. Sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler, iyi günler.