Burak Cop yazdı: Orta yaşlı birinin Saraçhane gençliğine dair gözlemleri

Burak Cop, İmamoğlu operasyonuyla başlayan Saraçhane protestolarının ön saflarını oluşturan gençlere dair gözlemlerini paylaşıyor, Saraçhane gençlerinin Gezi kuşağından nasıl ayrıştığını örnekleriyle anlatıyor.

Saraçhane Gezi gençler
Burak Cop yazdı: Orta yaşlı birinin Saraçhane gençliğine dair gözlemleri

Gezi direnişi sırasında 33 yaşımdaydım. Artık gençliğinden tamamen uzaklaşmış biri olarak Saraçhane protestolarındaki insan profilini 12 yıl öncesiyle karşılaştırmak istiyorum. Günlerce Saraçhane’ye gidip geldim, insanları gözlemledim, konuşmalarına ve sloganlarına, dönüş yolunda hıncahınç metrodaki sohbetlere kulak misafiri oldum.

Katılımcılar genç ağırlıklı, İstanbul’un ve diğer şehirlerin sokaklarından, kampüslerinden gelen görüntülerde de gençlerin liderliği dikkat çekiyor. Kendimi ruhen o çocuklara çok yakın hissediyorum ama gerçekçi olmak gerekirse o kadar da yakın değiliz; şu anda üniversite son sınıfta okuyan birinin 2 katı süredir bu dünyadayım! Gezi dönemiyle bugün arasında kayda değer devamlılık ve farklılık unsurları gözüme çarpıyor.

Devamlılıktan başlayalım. İlk söyleyeceğim; gençler Gezi ile bizzat bağ kuruyor. Pankartlarında Gezi’dekilerin çocukları, kardeşleri olduklarını belirten sloganlar ve espriler yer alıyor. Gençlerin zihninde otoriterliğe başkaldırı bağlamında 2013 ile 2025 arasında bir süreklilik var ve bu aslında berrak ve isabetli bir tarih nosyonuna sahip olduklarını gösteriyor. Gezi gençliği kadar esprililer, ancak daha bir “canı burnunda” haldeler. Türkiye’de ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve hürriyetler 2013’e göre çok geriledi, onlar da bunun gerilimini yaşıyorlar.

Hemen hepsinin yüzü kapalı zira devletin yurttaş üzerindeki dijital tahakkümünün 12 yıl önceye göre arttığı bir çağda yaşıyorlar (bu küresel bir fenomen, bizim devletimizin de maşallahı var). İleride bir iş başvurusunda yahut lüzumsuz bir soruşturmada başları ağrımasın diye yüzlerini kapatma ihtiyacı hissediyorlar. Haksızlar mı? İktidar sözcüsü gazetenin köşe yazarı onları, “Yüzünüzü kapatsanız da devlet HTS kayıtlarından sizi bulur gençler,” diye tehdit ediyor. 

Bu gençler Gezi’deki anne-baba, abi-ablaları kadar neşeli olma lüksüne sahip değiller. Köşeye sıkıştırılmış kedi gibiler. Otoriterlikten totaliterliğe doğru iddialı adımlar atan, tarihimizi geriye sarıp 75 yıllık serbest ve adil seçim, seçme-seçilme hakkının özgürce kullanımı gibi kazanımları ortadan kaldırarak tam teşekküllü diktatörlüğe dönüşmenin kıyısında duran bir rejimde hayatlarının baharını geçirmek istemiyorlar. Fakat daha derin meseleler de var.

Daralan maddi olanaklar

Türkiye’nin de 1945 sonrası periferik bir bileşeni olduğu Batı kapitalizminde 2. Dünya Savaşı’ndan beri ilk defa gençlik (bugünkü adıyla Z kuşağı) maddi koşullar bakımından kendinden önceki kuşaktan daha geri bir noktada. Bu çocukların dedeleri büyük dedelerinden, babaları ise dedelerinden daha elverişli koşullarda yaşadı (bu silsileyi en az 4 kuşak önceye kadar çekmek mümkün). Fakat şu anda üniversitede okuyan bir gencin, kazanabileceği maaşla, anne-babasının ne çalışma yaşamında ne de emeklilikte sahip olduğu imkanlara erişebileceği bir gerçek.

Yapay zekanın üretim süreçlerini domine etmesi, yakın gelecekte pek çok mesleği yok etme ve gelir eşitsizliğini arttırma olasılığı, bunlar olurken dünya ülkelerinin pek çoğunda içe kapanmacı eğilimlerin hakim olması, dolayısıyla küresel legal işgücü hareketliliğinin kısıtlanması, ABD’ye hakim olan tekno-oligarşinin 1945 sonrası kurulan dünya düzeninin tabutuna son çiviyi çakmasının yarattığı belirsizlik ortamı, otokratların ellerini ovuşturması…

Bunlar günümüz dünyasının gerçekleri. Gençlerin geleceksizlik kaygısı hissetmesi değil hissetmemesi garip olurdu. Gezi döneminde bu küresel olgunun filizleri daha yeni yeni baş gösteriyordu. Guy Standing, “Prekarya: Yeni Tehlikeli Sınıf” kitabını Gezi’den yalnızca 2 yıl önce yayınlamıştı. Gezi’de sokağa dökülenler, İstanbul’un, Ankara’nın, Hatay’ın Alevi gettolarından kopup gelen gözü pek ve yoksul gençler hariç, tuzu kurulardı. Zenginler demiyorum, işleri tıkırında olanlar da demiyorum, ancak ne yoksuldular ne de yoksullaşmayı yakın bir tehdit olarak duyumsuyorlardı. İşte tam da bu noktada Türk gençliğinin, küresel bir olgu olan geleceksizleşme tehdidini dünyanın geri kalanından daha da keskin hissetmesine sebep olan faktörlere, yani Türkiye’ye has açmazlara geliyoruz.

Patinaj yapan bir ülke

2013’te Türkiye’de kişi başına düşen milli gelir 12 bin doların üzerindeydi. Bu meblağ her yıl azalarak 2020’de 8600 dolara kadar indi. Sonra tekrar yükseliş trendine girdi, 2023’te 2013 seviyesine ulaştı. Ama o tutarın alım gücü on yıl öncesiyle aynı değildi. Daha da önemlisi, Gezi’den bu yana kişi başına milli gelir artsa da azalsa da toplumda gelir dağılımı hep halk yığınlarının aleyhine bozuldu. Faizler düşükken de yüksekken de halktan sermaye kesimlerine servet transferi hiç durmadı. Adaletsiz vergi sistemi bu servet transferinde önemli rol oynadı, asgari ücret genel ücrete dönüştü, halkın alım gücünün düşmesi ve hayat pahalılığı el ele gitti.

Bu olup bitenlerde küresel konjonktürün rolü minimaldi. Türk halkının yoksullaşması, gençliğin geleceksizleşmesi esasen ekonomik değil siyasi sebeplerden kaynaklanıyor. İster demokrasi ve hukukun üstünlüğü çiğnendikçe sömürü ve talanının artması bağlamında bakın, ister Türkiye’ye iktidar tarafından taşınan ve bir demografi mühendisliği projesi olarak kalıcı olmaları planlanan sığınmacılar bağlamında… Halk kitlelerinin, barınma krizinden gıda enflasyonuna kadar, yaşadığı her sorun iktidarın siyasi tercih ve tasarımlarının doğrudan sonucu. Mesele ne liyakatsizlik (bu bir sonuç olabilir ancak, sebep değil) ne beceriksizlik ne de konjonktürün azizliği.

2013’te kişi başına milli geliri bizden geride olan Romanya ve Bulgaristan’ın şu anda bizim önümüzde olması, yine bizden geride olan Sırbistan’ın bizi yakalaması, bizden çok geride olan Makedonya’nın ise Türk ekonomisinin çamurda patinaj yaptığı yıllarda %65’lik bir artış kaydetmesi yeterince açıklayıcı olmalı.

Saraçhane Gezi gençler
Burak Cop yazdı: Orta yaşlı birinin Saraçhane gençliğine dair gözlemleri

Basamak silenlerin torunları

2025’in eylemci gençlerinin keyfi 2013’tekiler kadar yerinde değil. Bugün sokaklara çıkanlar 75 yaşındaki anneannesi asgari ücretin yarısı karşılığında basamak silenler. Gezi’dekiler Atatürk ve Cumhuriyet’in değerini öğretildiği için biliyordu, bugünkü gençler ise topluma giydirdiği deli gömleğinin iplerini gün geçtikçe sıkan adı konulmamış şeriat düzeninde bizzat yaşayarak öğrendi.

Gezi’de münferit olarak bozkurt işareti yapanlar vardı. Bugün ise kendini MHP’nin karşısında konumlandıran, İyi Parti hatta Zafer Partisi’nde bile kendini tam göremeyen milliyetçi gençler gözü kara bir halde polis barikatlarının önünde. Proto-faşist, provokatör grupların nüfuz etme riskini de beraberinde getiren yaygın bir milliyetçi hassasiyet alanda hissediliyor (bu grupların ne ölçüde organik, ne ölçüde fay hatlarını tetikleyerek muhalif kitleyi bölme amaçlı “tasarım ürünleri” olduğunu bilemiyorum).

19. yüzyılda devrimci bir ideoloji olarak yayılan milliyetçilik zamanla statüko yanlısı oldu. Ulusal birliğini sağlayan ya da esaretten kurtulan uluslarda milliyetçilik muhafazakarlığın hatta yayılmacılığın ideolojisi haline gelirken, Üçüncü Dünya’da 20. yüzyıl boyunca ulusal kurtuluşçu hatta devrimci niteliğini korudu. Türkiye’de de 20. yüzyılın başında devrimci, en azından reformcu niteliği ağır basan milliyetçilik Soğuk Savaş Türkiyesi’nde tamamen düzeni korumayı amaçlayan, toplumsal değişimin, hele ki devrimin karşısında konumlanan bir ideoloji oldu.

Yüz yıl sonra yeniden devrimci milliyetçilik

Şimdiyse milliyetçiliğin Türkiye’de yüz yıllık bir aradan sonra yine “devrimci” (siyasal düzenin radikal biçimde değişmesini savunan) bir ideoloji olarak gençler arasında rağbet görmesine tanık oluyoruz. Sosyal medyada denk geldiğimiz Neo-İttihatçı, Türkçü vb. milliyetçi alt-kültür öğeleri alanda ete kemiğe bürünüyor. Türkiye, iki yüz yıldır hükümdar egemenliği – halk egemenliği sarkacında bir o yana bir bu yana gidiyor ve mücadelenin son perdesinde milliyetçi gençler Abdülhamit despotizmi karşıtı sloganı yeniden canlandırıyor: “Kahrolsun istibdat, yaşasın hürriyet!”

Bu gençler elbette alandaki çoğunluğu temsil etmiyor. Çoğunluk örgütsüz. Ortak payda, Atatürk ve Cumhuriyet savunusu. Üniversitelilerin eylemlerinde de öyle. Atatürk ve Cumhuriyet paydası Gezi’ye göre biraz daha belirgin. Kurumsal muhalefete tepki de Gezi’den farklı bir durum. 2017 referandumunda, 2018 ve 2023 seçimlerinde kendilerine yaşatılan hayal kırıklığından ötürü, haklı veya haksız, CHP’ye tepki var. Yer yer benim de anlam vermekte zorlandığım, beni “Bu gençler Özgür Özel’in konuşmasında neye takıldılar ki?” gibi düşüncelere sevk eden tepkilere, eleştirilere kulak misafiri oldum. Belki yılların birikimi bu, belki ben yaşlanıyorum.

Kitlesel protesto gösterilerinden, gençlerin aktivizminden CHP’yi sorumlu tutan, CHP’yi gençleri kışkırtmakla suçlayan iktidar temsilcileri fena halde yanılıyorlar. 1960’lı yıllardan beri gençlik ne zaman ayağa kalksa bunu dışarıdan yönlendirmeyle, kışkırtmayla, sürü gibi güdülmeyle açıklamaya çalışan her “yaşlı” kuşağın yaptığı hatayı bugünün muktedirleri tekrarlıyor. Ya da daha kötüsü, bir kez daha toplumu kutuplaştırmak için demagojiye başvuruyorlar. “Evde zor tutulan” kitle 12 yılda yarı yarıya azalmışken bunu nasıl yapacakları ise bir muamma olarak orta yerde duruyor.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.