Volkan Yolcu yazdı: Vizontele Üç’ü (Diyarbakır Cezaevi’ni) çekecek misin Yılmaz?  

“mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin
Bâki  

Bu günlerde Yılmaz Erdoğan’ın (bilhassa bir eski öğrencisinin geçmişte yaşadıkları konulu bir paylaşımı nedeniyle) siyasi / toplumsal duruşu hakkında çokça tartışma yürütülmekte.

Aslında Yılmaz Erdoğan’ı döneklik ve benzeri şeyler ile suçlamak anlamsız. Aydının militandan ve dava adamından farkı kendi konfor alanını oluşturduktan sonra daha az “suya sabuna dokunması”dır. Eleştirilen kişi (eleştirilerin haklı ya da haksız olduğundan bağımsız olarak) bu eleştirileceği duruma düşmeyecek biriyse zaten sadece aydın değil “dava adamı” da olacaktır. Bu nedenle zaman içinde sosyoloji (bilhassa siyaset sosyolojisi) aydın zümresini ister istemez “sosyalist aydın, devrimci aydın, liberal aydın” gibi sıfatlarla tanımlamak zorunda kalmıştır. Sadece aydın ise bu sıfatları almayan aydındır.

Yüzyıllar boyunca (Sokrates’in “Savunma”sından Machiavelli’nin “Prens”ine kadar) zaten aydın “zümre”sinin bu halleri ve bu hallere yatkınlığı anlatılır. Çok zorlanırsa İbn-i Haldun’da da bulunur bu tespit, Hitler’in miting konuşmalarında da. Kimisinde sadece bir tespit, kimisinde ise hem olumsuz bir tespit hem de eleştiri olarak.

Vizontele Üç’ü (Diyarbakır Cezaevi’ni) çekecek misin Yılmaz?  

“Toplumun, ezilenlerin sesini dile getirir”

Kısaca kendisini bilhassa “sanatçı” yönüyle gösteren aydınlardan, Gramsci dirayeti beklemek anlamsızdır. Aydın budur zaten, dönem dönem başkalarının dile getiremeyeceği şekilde ve başkalarının aynı ustalıkla kullanamayacağı enstrümanlar ile toplumun, ezilenlerin sesini dile getirir ama bu asla süreklilik arz etmez. Maksim Gorki “Biz sanatçılar sorumsuz kişileriz” derken tereddüt etmez, aynen Lenin’in Maksim Gorki’ye “Evet, haklısın, sorumsuzsunuz” derken hiç tereddüt etmediği gibi.  

“Peki tersi olsaydı, aydınlar da kemik gibi olsalardı, bu ezilenler için daha mı iyi olurdu” sorusunun yanıtı da o kadar net değildir. Belki de toplumda tavır ve söylem değişiklikleri ile yol açtıkları tartışmalar çok daha verimli sonuçlara götürür insanları ve insanlığı, bunu da göz ardı etmemek gerekir.  

Kısaca özetlemek gerekirse “Yılmaz, vay dönek, parayı buldun, değiştin değil mi” demek anlamsızdır. Dönek olup olmadığı, değişip değişmediği başka bir tartışmadır, ne yazık ki “dönmek” zorunda olduğu, parayı -ve/veya  şöhreti- bulunca değişmek zorunda olduğu ise diyalektik bir olgudur.

“Vizontele filmlerinin kıymeti tartışılmaz”

Bu nedenle güncel tartışmanın dışına çıkarak, Yılmaz’a başka bir açıdan bir soru sormak gerektiğini düşünüyorum. Bu soruya (şahsen bana cevap vererek değil, yapmak ya da yapmamakla göstereceği eylemler sonucu) vereceği cevap aslında bu tartışma için çok daha çözümleyici olacaktır.  

Önce hakkını verelim: Vizontele filmlerinin kıymeti tartışılmaz. Sadece “vıyyy, vışşş, ulaaa, hele bene bakkkk, vallahi bizzzz bokki yemişik” gibi (aslında Doğu – Güneydoğu’nun hiçbir yerinde var olmayan, bir kahvehanede bu şekilde konuşsanız insanların size “deli herhalde” diye bakacakları) berbat şive taklitlerinin değil de, gerçekten çalışılmış emek verilmiş bir Doğu şivesinin en güzel haliyle ve hatasız yansıtılmasıyla bile bir köşe taşıdır. İnsanların “Emin” değil de “Emıııın, Emıııınnn” demelerinden, sinemacının “ne bakkkkımdan tarihi bir gündür” (tarihi derken a’yı da i’yi de uzatmadan) demesinden, Reis Bey’in bunu tekrar ederken “Birisi de sormuştu, ne bakkkkımdan ….” demesine kadar, replik replik üzerinde çalışıldığı, emek verildiği çok bellidir.

Anlık durum komedisi ustaca örülmüş

Vizontele filmi izlendikçe anlık durum komedisi unsurları yanında ustaca örülmüş bir kurgu ve senaryoyla da izleyiciyi sarmaladığı anlaşılır, ayrıntılardan alt metinler, o alt metinlerden de yeni mesajlar çıkar. Bir nevi “mufassal kıssa başlarsın, garip efsane söylersin” örgüsü mevcuttur.

Örneğin: Deli Emin’in bir tiki vardır, karşısındaki hangi hareketi yaparsa aynısını yapar. Göbek atarsa göbek atar, yere eğilirse o da eğilir, zıplarsa o da zıplar. Bu arada da sürekli “ula, dur ula, yapma ula” der. Anadolu’da yer yer görülen bir maraz. Bu tiki nedeniyle askerliğe elverişli değildir raporu alan çokça insan vardır.

Film boyunca Deli Emin’in bu tiki türlü enstantanelere konu olur, gülümsetir, bazen de hüzünlendirir. Nihayet filmin bir yerinde, Deli Emin’in Reis Bey’e Kristin’le (C ile yazılan) -öpüşmeye doğru gidiş sahneleri ile sınırlandırılsa da, sonunun sevişmeye vardığı belli olan- bir hatırasını anlatırken “Valla hocam, O NE YAPTIYSA  BEN DE AYNISINI YAPTIM” demesi (bir taraftan da her zamanki gibi “kız yapma kız dur kız” demesi) ile bu marazının mükemmel bir şekilde bağlandığı bir olay anlatılır.

“O ne yapıyorsa aynısını yapmak”

Fikir, kurgu, olayın film boyunca örülüp en sonunda buraya taşınması mükemmel bir dramatizasyondur. Harikadır. Düşünenin, yazanın eline sağlık. Cevat Çapan’ın Oğuz Atay’ın Tehlikeli Oyunlar romanına yazdığı önsözde “Seni kıskanıyorum ey okur, çünkü henüz Tehlikeli Oyunlar’ı okumamışsın, o tadı almaya birazdan  başlayacaksın” meâlindeki cümlesindeki gibi, hâlâ Vizontele’nin o sahnesine her denk geldiğimde “Keşke daha önce bu filmi izlememiş olsaydım da, bu replikte yaşadığım şaşkınlığı, sarsıntıyı, hüznü ve hayranlığı ilk kez  yaşasaydım” derim. Vizontele’nin, diğer tüm sahneleri atılıp, sadece Deli Emin’in tiki ile ilgili sahneleri bırakılsa ve “valla Hocam, o ne yaptıysa ben de aynısını yaptım” repliği ile bitirilse dahi mükemmel bir kısa film olacağı tartışmasızdır.  

“Sevişmek (ya da en azından öpüşmek) nedir?” sorusuna binlerce yıldır verilmemiş bir cevabı ilk kez duymak: “Hiçbir suçu olmadan, o ne yapıyorsa aynısını yapmak.” Vay be!  

İkinci örnek daha spesifik, daha tarihi bir olaya atıf içeriyor: İkinci film olan “Vizontele Tuuba”da da bir tek replik, bir soru, aslında cevabı ileride verilmek üzere sorulur. Filmin sonlarına doğru bir yerde cemseler yaklaşır, askerler meydanda toplanmış gençleri ite kaka cemselere bindirirler. O arada gençlerden birinin repliği çınlar: “Bunlar bizi nereye götürüyorlar?”

Aslında film burada biter. Sonrasında kütüphane müdürünün evinin taşınması, Deli Emin ile Tuba’nın vedası ve dağlara yazılan TUUBA yazısı ile ilgili traji-komik sahneler vardır ama, ileride cevabı verilecek, neden sorulduğu  anlaşılacak soru budur: “Bizi nereye götürüyorlar?”

Dönem, filmin geçtiği bölge, darbe, cemse, cunta, tutuklama, kelepçe ve benzeri tüm o kelimelerin çağrıştırdığı tek bir yer, tek bir “nere” vardır, o da bu sorunun cevabıdır:

Vizontele Üç

Diyarbakır Cezaevi.

Yılmaz, cevabını Vizontele Üç’te vermek üzere o soruyu sordurur.

Nasıl ki Vizontele filmleri dönemin ruhuna daha uygun bir ambiyansa sahip diye Gevaş’ta çekilmiştir ama herkes olayların Hakkâri’de geçtiğini bilir, üçüncü filmde de illa ki “burası Diyarbakır Cezaevi” diyerek mekân belirtilmek zorunda değildir. Belki de film 1990’da tahliye olanların anıları ile geçer, cezaevine flash-back yapar. Bilinmez. Yılmaz mükemmel şekilde kurgular onu da, şüphesiz. 

Ama o soru hâlâ olduğu yerde durmaktadır. 

Yılmaz’a “Vay dönek, parayı buldun değiştin, şöhret ve getirilerine dalınca idealler unutuldu değil mi” ve benzeri şeyleri söylemenin/sormanın herhangi bir mantığı olmadığı gibi, kimseye bir faydası da yoktur.

Ama şu sorulabilir, cevabı her türlü değerlendirme için çok daha verimli olacaktır:

Vizontele Üç’ü (Diyarbakır Cezaevi’ni) çekecek misin Yılmaz?

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.