Volkan Yolcu yazdı: Murat Bardakçı ve Saatleri Ayarlama Enstitüsü

“derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme
seni sîgaya çeker, bir Molla Kasım gelir”
Yunus Emre

Murat Bardakçı’ya yönelik çoğu eleştiri için ortam uygunsa “bi sus Allah aşkına, sen kimsin Murat Bardakçı kim” diyen biri olarak, sosyal medya denen bataklıkta birçok haksızlığa uğradığına şahit olduğumu belirterek başlayayım. Kendisine, “Osmanlıca alfabeyi ve okumayı 1 ayda öğrenirsiniz” diyerek verdiği cesaretle önümüzde açtığı ufuklar için müteşekkir olduğumuzu da ayrıca belirtmem lazım, Enver Paşa ve evrakı konusu dahil birçok konuda olduğu gibi.

Murat Bardakçı iyi bir retorikçidir, iyi de bir polemikçidir. Hazırlıklıdır da öylesi durumlara, son yazısında “bu yazımı okuduktan sonra hakkımda neler neler diyeceklerini gayet iyi tahmin ederek yazıyorum” diyerek belirtmiş bunu.

Ama son yazısı o kadar çok ve o kadar net yanlış, yanılgı, ayıp ve daha önemlisi risk içeriyor ki, iki gün önce bu konuya değinmiş ve yazdıklarının tam aksini yazmış biri olarak bu yazıyı (söyleneceğini pek de tahmin etmediği bir içerikle) neredeyse mecburen yazıyorum.

İnsaf dinin yarısıdır

Kur’an (buradan sonra apostrofsuz Kuran olarak yazacağım) meallerinin Diyanet tarafından denetlenmesini ve İslamiyet’in temel niteliklerine aykırı olanların imha edilmesini savunan yazısında söylediklerinin bir kısmına verilebilecek cevaplar zaten o yazıyı her okuyanın aklına gelebilecek şeyler. Birer cümle ile değinmek gerekirse: “Bu uygulama yerindedir” (bence değildir), “Diyanet bunun için kurulmuştur” (ilk okumada doğru sanılan ama biraz irdeleyince tamamen yanlış olduğu anlaşılan bir tespittir) ve benzerleri.

Ama farklı noktalardan da ele alınmalı bu yazı. Mesela Bardakçı Kuran ayetleri için (bazılarına benim de katılmadığım) kendi deyimiyle “uçuk” yorumlar yapanları “ekranlarda görünüp şöhret olmaya pek bir meraklı bu nev-zuhur ulema” olarak yorumluyor. İsim zikretmese de kimleri kast ettiği konuya hakim kişiler tarafından ilk okumada derhal anlaşılıyor. (Zuhur “ortaya çıkmak, belirmek” anlamlarına gelir. Huzur kelimesi ile aynı köktendir, “huzura çıkmak, huzurda belirmek” anlamı da içerir. Nevzuhur ise “yeni zuhur eden” demektir ama daha ziyade bir alanda dikkat çekmek için huzura fırlayan, geçmişinde bir emek ve birikimi olmayan kişiler için müstehzi şekilde “yeniyetme” anlamıyla kullanılır.)

Cahil derviş ile mutasavvıf şeyhı hacca giderler. Derviş bir bakar ki namaz kılanlar arasında kıyam (ayakta durma) esnasında kollarını önde bağlamayıp da yana salanlar var. Hayatında ilk kez Maliki bir Müslüman görmüştür, şaşırır. “Şeyhım bu adam ne yapar?” der. Şeyhı “mezhepler arasındaki tercih farkları normaldir, Peygamber hepsini farklı zamanlarda yapmıştır” mealindeki klasik açıklamayı yapmaz, dervişinin Peygamberimizin “Mustafa” adını bilmeyeceğini de tahmin ederek, takılma amaçlı “Mustafa Efendi de öyle yapardı” der, derviş ayıkmasın diye salavatı da içinden getirir. Dervişten cevap gelir: “Desene o Mustafa Efendi dediğin az takva idi”. Bir ismi, kişisel tarihini, emeklerini, ödediği bedelleri bilmemek, bilmediği halde hakkında atıp tutmak insanı bu hallere düşürür işte.

El insaf! En az izleneni YouTube’da 200.000 aboneye ulaşmış (758.000’e kadar çıkıyor bu sayı) bu kişilerden hangisi meraklı ekranlarda görünmeye? En genci 30 yıl önce ilk kitabını yazmış kişiler mi nevzuhur?

İhsan Eliaçık – Mustafa Öztürk – Mehmet Okuyan
İhsan Eliaçık – Mustafa Öztürk – Mehmet Okuyan

1980 karanlığında rahmetli Sırrı ile aynı cezaevinde yatan (yani daha o zamandan fikirleri yüzünden bedel ödemeye başlamış) İhsan Eliaçık mı birden zuhur eden adamdır? Biz sizin hayat gailesinde koştururken televizyonlara çıkmadıkça düşünce adamları hakkında bilgi sahibi olamayan insanlardan olmadığınızı vehmederdik hep. Biz İhsan hocayı 30 senedir tanıyoruz, takip ediyoruz. Diyanet fetvalarında adını bir kez bile duymadığımız (Hayatüs Sahabe’nin adının geçtiği sayfaların camilerdeki nüshalardan çıkartılması böylece sabah namazı sonrası yapılan siyer-i Nebi “ders”lerinde yer almaması için Diyanet’in camilere genelge gönderdiği) Ebuzer Gıffari adını ilk ondan duyduk, ne YouTube vardı o zaman, ne sosyal medya ne de hocanın arz-ı endam edebileceği derinlikte ve kalitede bir özel kanal. “Devrimci İslam”ı daha 1995’te yazdı. Başörtüsü eylemlerinde yerlerde sürüklenirken gördük canlı canlı, meydanda, sahada. Siz ilk olarak (aynı şekilde sürüklenirken) Gezi’de gördüyseniz bu onu nevzuhur mu yapar? Zuhur sizin huzurunuzda yapılırsa geçerlidir de daha önceki “zuhur”lar sizin “huzur”unuzda olmadığı için (aslında haberiniz dahi olmadığı için) geçersiz midir?

Daha “televizyonlarda arz-ı endam” etmeden önce bu konularda dirsek çürütenlerin, takip edenlerin ismini çok iyi bildiği (takip etmeyip, dirsek çürütmeyip bir gün güncel bir tartışma ile önüne gelenlerin ise “kim bu nevzuhur” dediği) Diyanet’in İslam Ansiklopedisi’nin yıllarca önemli yazarlarından biri olan Prof. Dr. Mustafa Öztürk mü şöhret meraklısı? (İtiraf edeyim bu “arz-ı endam” lafı Mustafa hocaya da yakışıyor ha, adam objektif olarak yakışıklı kardeşim, o yüzden televizyona çıkması bir “görünme”den ziyade “arz-ı endam” gibi.)

“Sus, sen konuşma, sen Arapça biliyor musun, sen hadis ilmi biliyor musun” dendiğinde susup çekildiğimiz zamanları bize unutturan, “al bak Araplara Arapça öğretecek düzeyde Arapça bilen, hadis ilmini de ders verecek düzeyde yutmuş adam konuşuyor” diyebilmemize vesile olan Prof. Dr. Mehmet Okuyan için mi “dünkü çocuk, nevzuhur, şöhret meraklısı” diyorsunuz? (Allah o zamanlar bize bunu diyenlerden de razı olsun, sayelerinde mecburen oturduk, kalem, kâğıt, kitapla ‘kudsi’den ‘mevzu’ya, ‘ahad’dan ‘mürsel’e kadar hadis ilmi öğrendik, daha YouTube icad olmamıştı.)

Klasik gelenekçi İslam’ın safında yer aldığı zamanlar kitapları en çok satan listelerinde aylarca en üstte yer alan, felsefe profesörü, hukuk doktoru, istese o zamanlar arkasına Norşin’in (az buz bir şey değildir Norşin, sosyolojik açıdan bugünün Menzil’ine denk düşer) tam desteğini alarak (şaşırtıcı ama o zamanın CHP’si de dahil) istediği partiden kesin seçileceği bir yerden adaylığı garanti olan, meşhur Molla (mêlê) Sadreddin Yüksel’in oğlu Edip Yüksel mi nevzuhur, ikbal ve şöhret meraklısı? 

Edip Yüksel’in YouTube kanalına konuk olduğum yapay zekâ konulu söyleşi - 2025
Edip Yüksel’in YouTube kanalına konuk olduğum yapay zekâ konulu söyleşi – 2025

İlahiyat Fakültesi bitirip profesörlüğün şimdiki gibi bol keseden dağıtılmadığı zamanlarda (hem de tasavvuf üzerine teziyle) profesör olan, üstüne Hukuk Fakültesi bitiren Yaşar Nuri Öztürk gazetelerde ilk yazılarını yazmaya başladığında size göre bir yeniyetme miydi? 

Adını sayamadığım diğer isimlerden de özür dilerim. Sen onların kişisel tarihlerini bilmeyecek kadar alandan uzak, farkındalığı az biriysen, bir isim için statükoya sırtını yaslamamış ise nevzuhur diyecek kadar pervasız isen, suç onların mı?

Derviş ile Şeyhı gibi bir örnek de sosyalist camiadan vereyim de, gülümseyelim. Doğu Anadolu’da coğrafi yakınlık nedeniyle daha ziyade Lenin ismi (Allah ona rahmet etsin) bilinir, Marx ismi (Allah ona rahmet etsin) pek duyulmazmış. Bir gün gençler oturmuş Marksizm – Leninizm üzerine tartışıyorlarmış, sürekli bu iki isim geçiyormuş. En son orada bulunanlardan biri dayanamamış, “Yahu Lenin Lenin de, bu Marksis kim Allah aşkına” demiş.

“Bunlar sapkın” denir, “bunlar münafık, bunlar CIA ajanı” denir (bunların hepsini diyen bir “Molla Kasım” kitlesi var zaten) ayrı bir tartışma konusudur. Ama bu isimler için çıkar da “nevzuhur” derseniz, bu her şeyden önce ayıptır.

Hem sayıyorsunuz (ki bu ayıp) hem de yanlış sayıyorsunuz (ki bu daha da ayıp). Bir de Diyanet’in malum kurulunda yer alanlar açıklanınca sayalım mı, yaş ortalamaları kaç, hangi bitirmesi olağanüstü zor olan fakültelerden dereceyle mezun olmuşlar? Hangi uluslararası hakemli dergide yayınlanmış kaç tane makaleleri var? Kaç yabancı dili, hatta el arttıralım, Türkçeyi dahi (CV’de yazması önemli değil, akıcı biçimde konuşacak düzeyde) biliyorlar? Uzun süreler emek verip, yayın yapıp, statükoya karşı birkaç kelam edip, hiçbir torpili olmadan atanmış kaç isim çıkacak o kurulda? Yani kaç “nevzuhur” olacak o kurulda, sayalım mı günü gelince? Ben sayıp bildirsem size, yayınlayacak mısınız?

Şöhret ve reklam bahsi bu kadar. Maddi çıkar sağlamaya gelince: Bu isimlerin tamamı meallerini PDF olarak ücretsiz yayınlıyor, teknoloji buna el verdi vereli. O esnada Diyanet ne yapıyordu? Mushafın arkasına “fi’atı” mı yazmalı yoksa “hediyesi” mi, bunu tartışıyordu “gelin şu mushafı ve en azından kendi mealimizi ücretsiz dağıtalım, misyoner kiliseler kadar olalım bari, hac ve umreden yeterince kâr edip ultra lüks araçlara biniyoruz zaten” diyemeyen o kurullar.

Yaşar Nuri Öztürk ile baba evinde - 1997
Yaşar Nuri Öztürk ile baba evinde – 1997

Nevzuhur fidan kurumuş ağaçtan evlâdır

Bu nevzuhur bahsinde değinilmesi gereken ikinci ayıp ise sosyolojik ve iktisadi bir tıkanmaya denk düşüyor: “Yeni mezunum, iş bulamıyorum çünkü 5 yıl deneyim istiyorlar. Deneyimi şart koşarsan nasıl işe gireceğim, işe giremezsem nasıl deneyim edineceğim” paradoksuna.

Kastım şu: Bir ismin nevzuhur olması dikkate alınması için neden kötü bir referans olsun ki? “Velev ki nevzuhur olsun, ne olmuş yani” demek çok mu yanlıştır.

Kürtlerde “zırto-pırto” diye uydurma bir terim vardır. İşe yaramaz, cahil, kaba saba gibi onlarca anlamda kullanılır. Bir nevzuhurun (sırf nevzuhur olduğu bilgisiyle) zırto-pırto mu yoksa henüz keşfedilmemiş bir yetenek mi olduğunu nasıl tespit edersiniz?

Patent ofisinde sıradan bir memur iken “Fizik Yıllıkları” dergisine gönderdiği acayip(!) makalelerini o zamanın fizik uleması “bu nevzuhur da kim, bunlar ne biçim fikirler” diye reddetseydi, Einstein ve tüm dünya için iyi mi olurdu?

Tüm serveti olan tahta bir bavula doldurduğu kıyafetler ile Atlantik’i aşıp Edison gibi siyasi ve ticari bağlantılarıyla hayvanların rejimi Kapitalizmle barışık yaşayıp giden bir adamın yanında işe giren ve bir gün “bu iş doğru akım ile olmaz, alternatif akıma dönmek gerekir” diyen (sonunda da haklı çıkan) Nikola Tesla, o dönem o alanda tam bir nevzuhur değil miydi?

Şemsi Tebrizi için Konya Ovası’na ilk vardığı andan (“râviyân-ı ahbar ve nâkilân-ı âsarın rivayetine göre”) kuyuya atılıncaya kadar söylenen “kim bu nevzuhur, nereden çıktı” sözleri Mevlana tarafından dikkate alınsaydı, Mevlana’dan ve eserinden kim bilir neler eksilirdi? (İhsan Oktay Anar hocaya da bir selam çakalım yeri gelmişken.) O diyalektikle 3 bant bilardo oynadığı (ve sonunda sayıyı da aldığı) “duydum ki” ile başlayan ve “etme” yakarışları ile devam eden insanüstü dizeler olur muydu bugün elimizde? Konuya oldukça vakıf olduğunu bildiğimiz Murat Bardakçı bu soruyu nasıl cevaplar acaba?

Daha bir ay önce “Celal arkadaşım ama Şener haklı çıktı” dediğiniz (asla kesin emin olamayacağımız ama haklı çıkmasını herkesin dualarla, inşallahlarla istediği) Şener Üşümezsoy’u da ilk duyduklarında “kim bu deli ya, ne saçmalıyor, şöhret peşinde olsa gerek” demedi mi insanlar? Halbuki yıllarını vermişti bu konulara, Anadolu’yu karış karış gezmişti, hiç de “nevzuhur” biri değildi, ama insanlar yeni duyuyorlardı.

Son örnek, son soru: Tarih eğitimi olmadan gazetecilik yaparken tarih araştırmaya, evrak toplamaya ve bunları yazmaya başlayan (ve Allah var bunu oldukça iyi yapan) Murat Bardakçı için “kim bu nevzuhur, bi bitmediler ya” denilip inadına alan açılmasaydı iyi mi olurdu?

Şener Üşümezsoy ile Medyascope’ta yayımlanan “depremin diyalektiği” söyleşimiz.
Şener Üşümezsoy ile Medyascope’ta yayımlanan “depremin diyalektiği” söyleşimiz.

Anlaşılan o ki ve ne yazık ki Murat Bardakçı’nın nevzuhur isimler konusundaki zihin dünyası Diyanet’inki ile hemen hemen aynıdır. Bu ayrıntıyı yakalayabileceğiniz çokça örnek mevcuttur, meraklısı araştırabilir.

Benî Sakife’den bugüne kadar

Konunun can alıcı başka bir boyutu daha var. Bu kişiler nevzuhur olmadığı gibi, fikirleri de nevzuhur değildir. Bu “nevzuhur ulema”nın “bak bu fikri de yeni uydurmuş” diyeceğiniz bir fikrini bulun, en az 300 yıl (belki de 1400 yıl) öncesinden o fikri dile getirmiş, ulemadan başka birini bulabileceğinize bahse girerim. Bardakçı bunun da farkında değilse çok yazık ama eğer “tabii ki farkındayım, bana mı öğretiyorsun” derse durum daha da vahim, bunu kasten gizlediği anlamına gelir ki özrü kabahatinden büyük olur.

“Suyun 100 derecede kaynamasıdır Engels”

Bir başka ayrıntı ise Diyanet’in de nevzuhur fikirler konusunda hiç de azımsanmayacak bir karşılaştırmalı indekse sahip olduğudur. Sayalım mı Diyanet’ten öncekiler yüzyıllarca bazı ayetlerin anlamı konusunda ne demişler (ve 100 yıllık tarihinde Diyanet bunların hangilerine sahip çıkmış), sonra nasıl “te’vil” etmişler ve Diyanet bu kez de tüm eski görüşlerinden vaz geçip bu yeni yorumları kabul etmiş?

Bu bir kınama değil, şaşırtıcı da değil. Olması gereken ve bundan sonra da olacak olan budur zaten (Vatikan bebeğin oluşumunda annenin de rolü olduğunu kabul edeli 50 yıl olmadı daha.) Çünkü hem diyalektiktir bu süreç, hem de sosyal yasaları da istisnasız kapsayan ‘sünnetullah’a uygundur.

Al işte, gene çıktı bir “nevzuhur”, yumurtladı olmadık bir şey, değil mi? Murat Bardakçı dili ile yazarsak: Neymiş efendim, sünnetullah (aynen diyalektik yasaları gibi) mesela suyun 100 derecede kaynaması gibi fizik (diyalektik) yasalarını içerse de bundan ibaret değilmiş, tarihsel diyalektik yasaları gibi sosyal ve tarihi gelişimleri de belirleyen kurallar bütünüymüş. Diyanet diline geçelim: Tiz kellesi vurula (ya da güncel karşılığı ile “erişimi engellene!”). Kendi dilime döneyim: Bak “gevur”lar buna benzer bir tartışma için “Gulbenkian KOMİSYONU” toplamışlar, şu komisyon, kurul merakınızı keşke böylesi şeylere yöneltseniz de, şu memlekete de bu dine de bir faydanız dokunsa.

Demem o ki (“Söyle Kur’an” yazımdan aynen alıyorum): “Açın bakın Taberi Tefsiri için kimler neler demiş, ya da kitaba bakmadan bu konuda saatlerce atıf ve alıntı yaparak konuşacak olan Mustafa Öztürk’ten dinleyin bugün “İslam dininin temel nitelikleri” saydığınız şeylerin bir zamanlar nasıl küfür sayılıp da “katli vaciptir” fetvalarına konu edildiğini. Mesela “Allah gökte değil, her yerdedir” diyenlerin başına neler gelmiş, nasıl mürted ilan edilmişler bir öğrenin. E, o çağda “İslam dininin temel nitelikleri” onlarmış demek ki. İlk kim dedi acaba “Allah gökte değil her yerdedir” diye? Bunu diyenleri kafir ilan edip erişimi engellemeye çalışan o zamanın Ebussuud Efendi’si ve bu isimlere “nevzuhur” diyen o zamanın Murat Bardakçı’sı kimdi acaba, meraklısı araştırabilir, o emek boşa gitmeyecektir, zevkle okunacaktır.

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Murat Bardakçı yazısını yetkin polemikçiliği ve kullanmakta usta olduğu lisan-ı istihza ile “uçuk meallerin basımını ve dağıtımını engelleme görevini Diyanet yapmayacak da bu iş ile Devlet Malzeme Ofisi, Karayolları yahut Tersaneler Genel Müdürlüğü mü alâkadar olacak?” cümlesi ile bitiriyor. Bunu da bir önceki cümlesindeki kerameti kendinden menkul “bu kurumun varlığı şarttır” çıkarsamasına bağlıyor.

Arapçadaki “la” ve “illa” kalıbı hepimizin zihninde “La ilahe illallah” ile yer etmiştir. Türkçeye “Allah’tan başka ilah yoktur” olarak (doğru biçimde) çevrilmiş. “La” yoktur manasında bir olumsuzluk önekidir, illa ise “şunun dışında ki, şu hariç ki” anlamı verir. Cümlenin öğelerinin dizilişi Türkçedekinden farklıdır. İngilizcede de böyledir. “En büyük Fenerbahçe, başka büyük yok” tezahüratını İngilizceye kelime kelime çevirirseniz şu cümle çıkar karşınıza: “The biggest (one) is Fenerbahçe, there is no other big (one)”. Aynı cümle “there isn’t any” ile de kurulabilir. Ama tam karşılığı “there is no bigger but Fenerbahçe”dir, böyle kullanılır, kelime kelime çevirisi “daha büyük yok ama Fenerbahçe” olmasına rağmen.

Bu “La” ve “illa” kalıbının binlerce farklı kullanımına rastlayabilirsiniz. Benim kısıtlı Arapça bilgimle ilk aklıma gelen Şia’nın (bizdeki “Nat-ı Şerif”ler gibi “Nat-ı Ali”lerinden) “La feta illa Ali -Ali’den başka -daha büyük- bir yiğit yoktur-“ ve “La seyfe illa Zülfikar -Zülfikar’dan başka -daha keskin- bir kılıç yoktur” sözleri.

Murat Bardakçı bu son cümlesinde bir “La … illa” üretmek için çok zorlanmış. “Kuran meallerini hiçbir kurum denetlememeli, fakat biri hariç, Diyanet”. Dediğim gibi, kerameti kendinden menkul bir cümle ile önce kabul edilmeyecek bir önermede bulunuyor, sonra herkes bunu zaten kabul etmiş gibi “e, madem denetlenecek (“Niye, Allah’ın emri midir” derdi babam durumdan vazife çıkaranlara), kim denetlesin, Karayolları Genel Müdürlüğü mü?” diyor (“Saatleri Ayarlama Enstitüsü mü” dese harika olurdu, Diyanet’in bu ayıbına, bu “gereksiz”liğine, ne de güzel uyardı. Bak canım çekti, hemen bir daha okumalı Tanpınar’ın şaheserini.)

Velev ki böyle bir denetleyici kurum ve kurul gerekli olsun, bunun tam bir zar atma, bir kumar oynama olduğunu anlamak çok mu zor? Bugünün Suudi Arabistan’ında böyle bir kurul oluşturduğunuzu ve Suud Selefisi isimlerden teşekkül ettiğini düşünsenize. İlk iş “Şuara suresi 28. ayeti dünya düzdür demez, orada kastedilen başka bir şeydir, bilakis birçok farklı yerden anlaşılacağı üzere Kuran dünyanın geoit olduğunu söyler” diyen mealleri yasaklarlar. Murat Bardakçı’nın malum ve meşhur “nevzuhur olmama” kıstasına uygun alimler bunlar, deve dişi gibi adamlar. Ya da El Ezher’e böyle bir yetki verildiğini düşünsenize?

Bu kurulun sizin adaletsizliğiniz kadar (en azından o kadar dahi) adil olacağına güvenceniz nedir? Gün gelip de Abdulbaki Gölpınarlı mealini yakmayacaklarından emin misiniz mesela?

Ayol şekerim, var ya, söylesem inanmazsın…

Bir de ayıp, eksik, yanlış gibi eleştirileri geçip, çok “riskli” bir yanına değinmek lazım bu yazının.

Hattâ, aralarında bazı âyetlerin Allah kelâmı değil, Hazreti Muhammed’in sözleri olduğunu iddia eden profesörler bile mevcut!” diyor Murat Bardakçı.

Bu bir “yalan”!!!

Kimse ama hiç kimse, o isimlerin hiçbiri ama hiçbiri “bazı âyetler Allah kelâmı değil, peygamberin sözüdür” demedi sayın Bardakçı.

DE! ME! Dİ! Buna Allah şahittir, ben de şahidim. Aslında ne dediği, nasıl çarpıtıldığı, zaten bunu (DA) ilk diyenin o olmadığı, nasıl bir linçe alet edildiği tarafsız bir araştırma ile kolayca bulunabilir, müsterih olursunuz sonunda. Birazcık iyi niyet ve asgari düzeyde gazetecilik ahlâkı hem gerekli hem de yeterlidir bunun aslını merak edip araştırmak için.

“Bunu dedi, dedi, bana ne ya dedi işte”ye gelecek konular değil bunlar. Bu ülkede (velev ki söylesin) aslında söylemediği sözler çarpıtılarak öldürülen, hapis yatan, sürgünlerde kaybettiğimiz, en azından sosyal linçe uğrayan, işinden ve kariyerinden vazgeçen isimler ve anıları çok taze. Bir çırpıda 3 tanesini siz de sayarsınız. “Mecaz avamın elinde hakikate inkılab eder” ve avamın o mecazdan ne anladığına göre adam öldürmeye kadar giden sonuçlar doğurur, buna da mı biraz özen gösterilmez?

Bu iftiraya uğramış isim konuyu iyi kötü bilen (diyelim ki) 500.000 kişiye zar zor ulaşmış ve aslında dediğinin o olmadığını, bunu ilk diyenin de kendisi olmadığını anlatabilmiş, bu sayede az da olsa bir huzur bulabilmiş ve nefeslenebilmiş iken, şimdi HaberTürk gibi bir mecrada, milyonlarca okunan bir yazıda o ismin bunca emeğini “ayol var ya, inanmazsın, hatta bunlardan biri de ne demiş biliyor musun” seviyesinde bir kurgu ile (hatta o muhabbetlerde hep var olan, doğru ya da yalan olsun “şekerim ben arkadan konuşmam, gelsin yüzüne de söylerim” cümlesini de eklemeden) yok etmek o kişi ve onun bu bahisteki haklılığını bilenler için nasıl bir “hakka girmek”tir, bir an vehmedilmez mi? Bunu en iyi bazı sözleri yüzünden defalarca (daha canlı yayın sürerken, kendisine atılan mailler ile) linç edilmeye çalışılan ve bunlara “gidin önce söyleneni anlayacak kadar Türkçe öğrenin” diye cevap veren Murat Bardakçı bilmez mi?

Allah ıslah etsin

Bu isimler hakkında (Murat Bardakçı’da da var olan ama Murat Bardakçı’dan bağımsız, daha genel kabul gören) bir başka yanılgıyı da belirtmek gerekiyor. Bu isimler “modernist” değiller, çok zorlanırsa bazı isimlerin bazı cümlelerinde ufak post-modernist temalara rastlanabilir belki (Rahmetli Sırrı diyordu “100 TL’lik banknotun arkasına Derviş Yunus’un resmini basmışlar, aha bak gör modernizm adama ne eder” diye. Ah yaşasaydı da bütün bunları yazmaya hiç gerek kalmasaydı, önce bir anekdot, sonra (mesela Kudsi Divanı’ndan) bir alıntı ve ufak bir izahatla tarihe geçecek açıklamalarından birini daha yapsaydı. Zaman zaman yokluğu böyle birden fark edilecek, içimiz “ah şimdi burada olsaydı” diye yanacak, çare yok.)

Tam aksine modernizmin hayatımızda nasıl onulmaz yaralar açtığını bilen, dillendiren insanlar bunlar. Şu içinde yaşadığımız hayvanların rejimi Kapitalizm zindanında, şu ızdırabına katlandığımız modernist medeniyet heyulasında bir nefes alma alanı açan isimler hepsi.

Aksine,

kelimenin her manasıyla

-en koyu ve iflah olmaz biçimiyle-

modernist olan aslında Diyanet’tir.

Bu da büyük günahtır.

Allah ıslah etsin.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.