Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nu yazdığı günlerdi, Arnavutköyü’nde -asla Arnavutköy demezdi- Vira Vira’da buluşurduk, genelde günbatımı saatleri, “erkence gel,” derdi, “öncesinde biraz kitaba çalışırız.”
Erkenden giderdim.
Daktilo edilmiş bir yığın sayfa kaplardı masayı.
Daktilo sayfaları üzerindeki düzeltmeleri genellikle yeşil mürekkepli kalemle yapardı.
Viski, mısır ekmeği, salatalık, havuç, mevsime göre turp.
O okurdu, ben dinlerdim; sonra ben okurdum, o dinlerdi.
Restorandaki birkaç masa müşterilerle dolduktan sonra kâğıtlar toplanıp itinayla dosyasına kaldırılırdı, ardından yemek faslına geçerdik.
Bilgehan Uçak yazdı: O Derin Fısıltı, o büyük özlem
Sait Faik bir romancı değil hikâyeciydi, ama Selim İleri’ye göre, misal Havada Bulut bir “kısa roman”dı, bu metnin hikâyenin sınırlarını çoktan aştığını, bir ara tür oluşturduğunu söylerdi.
O yüzden, belki biraz da bu kitabın Sait Faiksiz kalmasından ürktüğü için Romanlar Kılavuzu’na Havada Bulut’u da dahil etti.
Şöyle yazmış: “Havada Bulut bence bir roman, üstelik Sait Faik’in en güzel romanı. Dahası, Havada Bulut, ‘yazmak sanatı’ üzerine derinlemesine düşünülmüş bir roman.”
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kim bilir kaç kez o sofralarda Selim İleri’den Sait Faik’i dinledim.
O çok bilinen “bir insanı sevmekle başlar her şey” sözü üzerinden Sait Faik’in ne kadar anlaşılamadığını bana ilk gösterdiğinde çok şaşırmıştım.
“O cümlenin devamını neden söylemiyorlar? Cümle bitmiyor oysa, devam ediyor. ‘Bir insanı sevmekle başlar her şey,’ diyor, evet, ama ekliyor: ‘Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.’ Bu acı nasıl görmezden gelinebilir?”
İstanbul kitaplarında, edebiyat yazılarında sıkça yer verdiği Sait Faik üstüne bir kitap hazırlamayı düşündüğünü söylediği ânı çok iyi hatırlıyorum, Acıbadem’deki bir meyhanedeydik, bizim burada, son zamanlarında, Nihan, ben, Selim Bey, şimdi hasretle ve gözyaşlarıyla andığımız o birbirinden güzel, unutulmaz geceler…
Selim İleri’nin edebiyatçılarla ilişkisi başka türlü bir ilişkiydi; misal, telifin kalkmasıyla birlikte herkes hoyratça basabileceği için Sabahattin Ali adına endişeleniyordu.
Aynı endişeyi Sait Faik için de duyumsuyor, hazırlamayı düşündüğü kitabın Sait Faik’in seçme öyküleri gibi bir şey asla olmayacağını, kendisinde kalan, kendi yaşamına yön veren Sait Faik’i anlatmak istediğini söylüyordu.
Daha önce, Halid Ziya’nın Sanata Dair kitabı için de benzeri bir kitap hazırlamıştı; adını, Bende Kalan ‘Sanata Dair’ler koymuştu.
Selim Bey’in aile arşivinde Sait Faik’in hiçbir yerde yayımlanmayan bir fotoğrafı vardı, kapakta onu kullanacaklardı.
Bir süre sonra, kitabın adını bulduklarını ve artık değiştirmeyeceklerini söyledi: O Derin Fısıltı.
Kitap bazen lokantada, bazen sabaha uzanan gece yarılarında yayınevinde yazılıyordu.
Selim İleri’nin Deniz Durukan ve Turgay Kantürk’le konuşmaları kâğıda dökülüyor, sonra bizim Koço’da ya da Safa’da buluştuğumuz bir akşam Selim Bey’le üstünden geçiyorduk.
“Bir bak bakalım, ne diyeceksin…”
İşte bu uzun akşamlarda O Derin Fısıltı’nın tamamını değilse de büyük bölümünü okudum.
Şimdi, masamın üstünde öylece duruyor, alıp da elime okumaya başlayamıyorum.
Bu kitap, vefatından dört ay sonra, birlikte geçirdiğimiz o son zamanların birer canlı hatırası gibi çıkageldi.
Bir zaman sonra, Cüneyt Arkın’ı anlattığı Sen Diye Biri de yayımlanacak.
Ben gene aynı boğunçlu hislerle, kapağını kaldırmaya cesaret edemeyerek kitabın karşısında öylece kalakalacağım.
Kabullenmek ayrı, ama Selim İleri’nin yokluğuna alışabileceğimi hiç sanmıyorum.