Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Kürdistan referandumu, Putin-Erdoğan görüşmesi, ABD’de Trump’ın sporcularla kavgası

Yayına hazırlayan: Şükran Şençekiçer

Merhaba, iyi günler. Transatlantik’le karşınızdayız. Bu hafta Gönül Tol yok. Çok önemli bir toplantıya New York’a gittiği için sadece Ömer Taşpınar’la beraberiz. Ömer şu anda Washington’da. Ömer merhaba.
Merhaba Ruşen.

Ağırlıkla bu referandumu konuşacağız. Olmayacak mı acaba derken, yapıldı ve galiba % 70 civarında katılım ve % 92 civarında “Evet” diye bir tablodan bahsediliyor. Henüz resmîleşmiş değil ancak. Washington bunu istemedi. Olmasını istemedi. Ertelenmesini istedi, değil mi? O çok önemli bir fark. “Hiç yapmayın” demedi ama, “zamanı değil” dedi. Ama yapıldı. Şu anda nasıl bir politika bekleyebiliriz ABD’den bu Kürdistan referandumu sonrası sürecinde?
Söylediğin gibi Ruşen, Amerika gerçekten de sonuna kadar, son dakikaya kadar bir uğraş içindeydi ertelenmesi için. Ve o bahsettiğin ayrım önemli. Yani Türkiye gibi “Bu referandumu yapmayın” demedi. Bir alternatif getirdi Amerika. “Şimdi yapmayın, bir yıl sonra, bir buçuk yıl sonra, Bağdat’taki rejim birazcık daha güçlendiğinde, IŞİD meselesi ortadan kalktığında, Kerkük konusunda daha ciddi olarak masaya oturulduğu bir ortamda yapın” dedi. Barzani bunu kabul etmedi. Son dakikaya kadar Kerkük’ün dışarıda tutulması için uğraştı Amerika. Yani en azından Kerkük’te… Biliyorsun Kerkük bölgesi tartışmalı bir bölge Irak yönetimiyle, Bağdat’la Kürdistan Bölgesel Hükümeti arasında, KYB arasında. Dolayısıyla “Kerkük’ü dışında tutun” dedi. Ki burada Talabani’nin siyasî partisi Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) ve Talabani’nin eşi, oğlu Kubat Talabani Kerkük’ün dışarıda tutulmasına sıcak bakarken, Barzani buna da yanaşmadı. Sonuçta Barzani önemli bir zafer kazandı diyebiliriz. En azından iç politikada önemli bir zafer kazandı. Geri adım atmadı. Amerika’ya, Türkiye’ye, İran’a, en önemlisi Bağdat’a karşı durdu. İçeride elini güçlendirdi. Fakat Amerika’nın korkusu Bağdat’ın buradan çok zayıflayarak çıkması. Özellikle Abadi hükümetinin, zaten çok güçlü olmayan ve daha mezhepçi Şiiler tarafından sürekli ateş altında tutulan Abadi’nin, Amerika’yla çalıştığı için, Kürt meselesinde yeterince güçlü olmadığı için, Suudi Arabistan’a yeterince sert olmadığı için hep Nuri Maliki cephesi ve daha koyu Şii mezhepçi cephe tarafından zaten zayıflatılmaya çalışılan, Bağdat’taki rejimin, Bağdat hükümetinin, Abadi yönetiminin daha da zayıflayacak olması Amerika’yı endişelendiriyor. Tabii ki bir de IŞİD’le mücadele var. Evet Musul alındı, ama Irak’ta hâlâ alınmayan yerler var. Kerkük’te devam eden bir mücadele var, Rakka devam ediyor. Dolayısıyla IŞİD meselesi daha hassas bir noktadayken bunların yapılması Amerika’yı endişelendiriyor. Fakat gördük ki burada Amerika’nın gücü yetmedi. Amerika’ya herkes çok önemli güç atfederken, özellikle Türkiye’de bir Amerikan emperyalizmi, işte, her şeyi Amerika’ya bağlama, Amerika Kürt bağımsızlığı istiyor derken, Amerika aslında Kürt bağımsızlığını istemediğini belirtti. Bu konuda yapıcı bir teklifle ortaya geldi. Fakat gücü yetmedi. Dolayısıyla Amerika açısından da bir başarısızlık var, bir endişe var şu anda. Bağdat’la KYB arasında daha ciddi bir çatışmanın çıkabilecek olması, diplomatik çatışma, ekonomik sorunlar dışında askerî boyuta gider korkusu var. Özellikle Kerkük bir barut fıçısı. Kerkük konusunda ciddi endişeleri var Amerikan yönetiminin ve tabii ki Türkiye’nin politikası, İran’ın politikası… Özellikle Türkiye’nin politikası da –bunu da konuşacağız eminim– Amerika’yı endişelendiriyor.

Peki Ömer, şunu sorayım: Bir askerî seçeneği çok net olmasa da bir şekilde masada tutuyor gibiler. Bir taraftan İran, bir taraftan Ankara. Cumhurbaşkanı, Suriye için söylediği “Bir gece ansızın gelebiliriz” lafını Irak için de söyledi ve on gazete birden manşetten verdi biliyorsun — ondan fazla belki. Bir tarafta da Irak yönetiminin… özellikle Haşdi Şabi üzerinden böyle bir tehdit var. Oradan bakıldığında bir çatışma, hatta Bağdat yönetimiyle çatışmasının dışında İran ya da Türkiye’den bir askerî müdahale ihtimali ciddiye alınıyor mu?
Türkiye’yle Amerika’nın ilişkileri tabii ki Amerika’nın İran’la olan ilişkilerinden çok farklı. Dolayısıyla Türkiye’nin ne yapacağı konusunda Amerika’nın üç aşağı beş yukarı bir fikri var. Ama İran konusunda daha temkinli. İran’ın bölgedeki güçlerinin, Haşdi Şabi’nin ne yapacağı, Bağdat’ın ne tepki vereceği konusunda endişeli Amerika. Türkiye konusunda bence ciddi bir endişe yok. Çünkü Türkiye’nin ciddi ekonomik çıkarları var. Türkiye tabii ki şu anda bir hayal kırıklığı içinde ve Tayyip Erdoğan’ın sert konuşmasını bekliyordu Amerika. Türkiye’de çok ilginç bir koalisyon var senin de dile getirdiğin. Türkiye’de artık İslamcılık yok. Türkiye’de ilginç bir şekilde Tayyip Erdoğan –Reis– ve bir milliyetçiler koalisyonu var. Dolayısıyla bu koalisyonda, bir bakıma Türk-İslam sentezinin yanında şimdi bir de ulusalcı, solcu, anti-emperyalist bir cephe oluştu. O cephe Türkiye’de Tayyip Erdoğan için önemli. Tayyip Erdoğan’ın fiilen hem MHP’yle hem de ulusalcılarla kurmuş olduğu, aynı zamanda da TSK’yla kurmuş olduğu koalisyon çok önemli. Dolayısıyla Tayyip Erdoğan’ın sert durması gerekiyor Kürt meselesinde, sert konuşması da bekleniyor. Fakat bunu bir askerî boyuta taşımak ve askerî operasyon demek, Türkiye’nin ekonomisinin, Türkiye’nin zaten yerlerde sürünen imajının dış yatırımcılar açısından çok daha kötü hâle gelmesi demek olur. Ve bu Tayyip Erdoğan’ın 2018 veya 2019’daki başkanlık seçimi hesapları açısından, ekonomik gidişata önem verdiğini hatırlarsak… Ekonomi her şeyden önemli Tayyip Erdoğan için. Ekonomi kötüye gittiği anda her şey kötüye gidebilir Türkiye’de ve seçilme şansı biraz olsun azalabilir. Dolayısıyla ben Tayyip Erdoğan’ın –Amerika’nın da böyle düşündüğünü düşünüyorum, konuştuğum insanlardan yola çıkarak– bir askerî maceraya atılmayacağını düşünüyorum. Fakat zihinlerde kalabilecek şekilde yüksek perdeden sert şeyler söylemesi gayet normal. Yani şu önümüzdeki bir hafta, 10 gün, belki de bir ay boyunca Türkiye tehditkâr bir dilde konuşacaktır. Bu ne zaman düşer? Bu tehditler ne zaman düşer? Barzani’den gelecek açıklamalarla düşecektir. Barzani hep benim ifade ettiğim üzere referandumun bir bağımsızlık ilanı olmadığını biliyor. Referandumla bağımsızlık kazanılmaz. Referandum bir sürecin başlangıcı. Yani Barzani şu anda elini güçlendirdi içeride. Her şeyden önce kendi rakiplerine karşı güçlendirdi. Talabani’nin ekibine, KYB’ye ve Goran’a karşı güçlendirdi. Kendi sandalyesini, kendi başkanlığını güçlendirdi. Ve şu anda Bağdat’la zor bir pazarlığa girecek. Bu pazarlık da belki yıllar sürecek. Böyle hemen ortaya bir Kürt devleti çıkmayacak. Belki de farklı şartlar altında çok daha otonom bir bölge hâline gelecek. Adına bağımsız bile denmeyecek. Böyle formüller oluşacak. Bu sinyalleri bana göre kapalı kapılar arkasında Barzani Türkiye’ye iletmeye ve Türkiye’nin ateşini biraz düşürmeye çalışacak. Âmiyâne tâbirle gazını almaya çalışacak. Ve Tayyip Erdoğan bu sayede bir-iki ay sonra bu meseleyi biraz unutturmaya çalışacak. Tayyip Erdoğan zaten bir gündem değiştirme ustası. Başka bir gündem bulup bunu unutturabilir.

Peki burada, ABD kadar önemli olmasa da, diğer güç Rusya. Onlar da referandum konusunda mesafeli davrandılar. Tasvip etmediklerini söylediler. Ve yarın Putin Türkiye’ye geliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’la görüşecek. Tabii masada çok konu olacağını biliyoruz; ama ilk konulardan birisi de bu olacak. Sence Ankara’yla Moskova’nın Kürdistan referandumu konusunda fikirleri, perspektifleri tamamen örtüşüyor mu?
Uyumlu değil. Yüzeysel olarak sanki uyumluymuş gibi gözüküyor, fakat dün bu konuyu Gönül’le de konuşuyorduk. O daha sağlam takip ediyor özellikle Irak ve Suriye’yi benden. Rusya’nın petrol şirketi Rosneft’in yaklaşık 4 milyar dolara kadar yaklaşan bir altyapı boru hatları, gaz ve petrole yatırım projesinden bahsetti. Bu yaklaşık 4-5 aydır devam eden bir pazarlığın sonucu ve anlaşma imzalandı. Biliyorsun Erbil çok ciddi bir finansal kriz içinde. Rusya’dan gelen nakit bir milyar dolar çok önemli. Şimdi tam bağımsızlık referandumu konuşulurken ve bütün bölgede bir rahatsızlık varken Rusya’nın petrol şirketinin bu yatırıma girişmesi gösteriyor ki Rusya aslında çok fırsatçı bir şekilde bir boşluğu dolduruyor. Yani eğer Türkiye, İran, Irak’la sorunlar olursa, bu bölgede bir boşluk olacak. Ve Kürtlerin bir bakıma Rusya’ya yanaşması iyi bir satranç oyuncusu olduğunu gösteriyor. Dolayısıyla tam olarak Türkiye’yle Suriye’de olduğu gibi, İran meselesinde olduğu gibi, Irak’ta olduğu gibi aynı düşünmüyor Putin. Fırsatları kolluyor, Rusya için doğru olanı yapıyor. Yani Rusya’nın petrol ve gaz üzerine kurulu kendi ticari ulusal çıkarlarını ön plana alarak Kürtlere bir bakıma göz kırpıyor diyebiliriz. Dolayısıyla burada ilginç bir şekilde Rusya daha başarılı bir stratejik aktör Türkiye’ye oranla. Türkiye’nin geldiği durum ise, bana göre, yani tekrar deminki konumuza dönecek olursak kısaca bir şey söylemek istiyorum Türkiye’nin yaptığı stratejik hatalar konusunda: Türkiye bundan üç yıl öncesine kadar belki demokratik olarak iyi bir yerde değildi 2014’te, ama en azından devam eden bir PKK’yla barış süreci vardı. Türkiye PKK’yla –şu anda hatırlanması zor ama– masaya oturuyordu. Hakan Fidan Abdullah Öcalan’la kendisi görüşüyordu. Buralardan Türkiye bugün nereye geldi? PKK’yla bir topyekûn savaş hâlinde. Ondan sonra bölgedeki artık tek iyi ilişkileri olan komşusu diyebileceğimiz KYB’yle bugün Türkiye geldiği noktada, orayı işgal etmekten, “Bir gece ansızın gelebiliriz” demekten bahsediyor. Yani içeride bir Kürt savaşı, dış politikada ciddi başarısızlıklar ve yegâne başarı gibi gözüken meselenin de şu anda bütünüyle bir stratejik bozguna uğraması ve Türkiye’nin ekonomik yaptırımlardan bahsetmesi, hatta askerî müdahaleden bahsetmesi gösteriyor ki: Türkiye aslında bu bölgede ciddi bir stratejik başarısızlık içinde. Bu şeyden bahsetmiyorum bile, Kürt meselesinde gelinen noktanın Türkiye’de iç barış, demokrasi, istikrar açısından, Kürtlerin Türkiye’ye bağlılığı açısından gelinen nokta, Kürtlerin kopma riski açısından gelinen noktadan bahsetmiyorum bile. Dış politikadaki başarısızlıklardan bahsediyorum. Amerika bunlara baktığında tabii ki başarısız bir Türkiye görüyor. Ve kendi başına hareket etmek isteyen, ama kendi başına hareket ettiği zaman hata üzerine hata yapan ve bölgede bugün Putin’le bir şekilde aynı paralelde hareket etmeye çalışan bir Türkiye. Ama göreceğiz; Putin’le de ciddi farklılıklar var.

Burada Suriye’ye biraz değinelim. Çünkü Astana’da bir anlaşma imzalandı Türkiye, İran ve Rusya arasında; birtakım çok ciddi operasyonlar söz konusu İdlib’de ve başka yerlerde. Ancak Türkiye, biliyorsun Cumhurbaşkanı Erdoğan Irak Kürdistanı ile ilgili yaptığı açıklamanın önemli bir kısmını yine Suriye’ye ayırdı. İkisini birlikte zikretti ve bir gece ansızın gelme meselesinde de Suriye’yi tekrar hatırlattı. Hiçbir şekilde izin vermeyeceklerini söyledi Suriye’deki bir yapılanmaya. Ama Suriye Dışişleri Bakanı basın toplantısında IŞİD meselesini hallettikten sonra Kürtlerle oturup özyönetim taleplerini konuşmaya hazır olduklarını söyledi. Suriye yönetiminin Rusya’yla ilişkisini de biliyoruz. Benim bir de sık sık tekrarladığım, Rusya’nın PKK’yı bir terör örgütü bile kabul etmiyor olmasını da biliyoruz. Dolayısıyla Suriye’de birlikte hareket ediyormuş gibi gözüken Erdoğan ve Putin’in Suriye’de de birtakım anlaşmazlıkları –Kürtler üzerinden en azından– olacağını söyleyebilir miyiz?
Söyleyebiliriz tabii ki. Erdoğan da Putin da bir stratejik ortaklık içinde gibi, ama o kadar yüzeysel bir ortaklık ki bu. Bir sürü konuda ciddi farklılıklar var. Yani iki ülke belki şu anda Amerika’dan şikâyetçi, bir anti-Amerikanist hava içindeler. NATO içinde sorun yaratmak istiyor Putin. Türkiye’nin S-400’leri alması NATO içinde bir kriz yaratabilir. Putin çok daha iyi oynuyor bu oyunu. Kendi ulusal çıkarlarını koruyarak oynuyor. Türkiye ise ne açıdan ne kazanıyor tam olarak belli değil. Kürt meselesinde Türkiye’nin mesela çok önem verdiği şu referandum meselesinde demin anlattım, Rusya’nın en önemli petrol doğalgaz şirketlerinden biri Rosneft 4 milyar dolar bir yatırıma girişiyor, tam da bağımsızlık ilan edileceği ortamda. PKK’yı terör örgütü olarak kabul etmiyorlar, dediğim gibi. PYD’yle ilginç ilişkileri var. Bunun üzerine Suriye’nin yaptığı hamleye bakalım. Ne diyor Suriye Dışişleri Bakanı? PYD’ye şöyle bir mesaj veriyor: “Siz bugün Amerika’yla beraber hareket ediyorsunuz. Amerika’yla beraber Rakka’ya girmeye çalışıyorsunuz. Oradan sonra Deyr ez Zor’a giriyorsunuz. Zannediyor musunuz ki Amerika sizi koruyacak hep burada? Zannediyor musunuz ki Amerika’yla beraber iş tutabileceksiniz? Amerika bugün var yarın yok. IŞİD gittikten sonra Amerika’nın sizinle hiçbir işi kalmayabilir. Ama siz bu bölgede bizimle yaşamak zorundasınız.” Ve o kadar, aslında Suriye’deki rejimin eli zayıf olmasına rağmen bir şekilde güçlü davranmaya çalışıyor ki, “Kürt oğullarımız, Kürt çocuklarımız bizden ayrılmamalı, bizimle otonomi konuşabilirler” diyor. Yani onlara neredeyse “Ben senin hâminim. Sonuçta gelip benimle konuşacaksın. Amerika sana ne vaat ediyor orada? Sonuçta belki otonomi. Otonomiyi sen Amerika sayesinde kazanamazsın. Amerika gidecek, kalmayacak burada. Nihayetinde benimle konuşacaksın. Benden korkma”. Zaten rejimle PYD arasında her zaman girift bir ilişki vardı — Türkiye’nin çok rahatsız olduğu. Dolayısıyla rejimin Kürtlere verdiği mesaj, birazcık da Rusya üzerinden, “Amerika’ya fazla güvenme. Sırtını eninde sonunda bana dayaman gerekebilir. Benimle konuşacaksın. O yüzden çok da fazla Batı’ya angaje olma” mesajı veriyor. Bence Suriye açısından mantıklı bir mesaj. Burada kaybeden yine Türkiye. Türkiye zannediyor ki Şam’la, rejimle konuşarak Kürtleri bastırabilir. Yani Kürtlerin orada otonom bölge kurmasına engel olabilir. Bir bakıma Şam Türkiye’ye de bir mesaj veriyor: “Ben seninle Kürt meselesinde aynı düşünmüyorum ve gerekirse Kürtlerle kendim konuşurum” diyor. Türkiye –tekrar ediyorum kendimi ama– üç-dört yıl önce geldiği yerden çok daha geride bir yerde. Bunun temel nedeni de Kürt meselesindeki büyük başarısızlığı. Bugün PKK’yla hâlâ barış süreci devam etseydi Türkiye’de bambaşka bir ortam olacaktı. Belki bu kadar otoriter bir yerde olmayacaktık. Üstüne üstlük PKK’yla devam etseydi belki de farklı koalisyon ortamları olabilecekti. HDP-AKP koalisyonundan bahsedebiliyor olacaktık. Ama Erdoğan bütün bunları bir köşeye attı. MHP’yle bir koalisyon içine girdi. Bir de şu anda Irak’taki Kürt meselesinde –ki burada da ilginç bir durum vardı: Türkiye Kürt meselesinde PKK’ya karşı çok sertken, Irak’taki Kürtlerle çok iyi bir ilişkisi vardı– ve bugün o ilişki de zorlanıyor. Halbuki o ilişki devam etse, şu anda Türkiye bambaşka bir yerde olabilirdi. Diyebilirdi ki: “Biz Kürtlerin bağımsızlığını bir kırmızı çizgi olarak görmüyoruz. Ama bunun bölgedeki ülkelerle kabul edilebilir şekilde yapılması lazım. O yüzden ertelenmesini istiyoruz bu referandumun” diyebilirdi. Türkiye ertelenmesinden bahsetmedi. Türkiye çok daha yapıcı bir rol oynayabilirdi bu krizde. Ama sorunun parçası olmayı tercih etti çözümlerin parçası olmak yerine. Bu Türkiye’nin ne kadar geride kaldığını gösteriyor.

Ömer, biraz sizin oraları da konuşalım. Trump’ın başını sporcular bayağı ciddi bir şekilde ağrıtıyor herhalde. Daha doğrusu kavgayı o başlattı sanki değil mi orada?
Trump sporcuların başını ağrıtıyor daha çok.

Öyle mi oluyor? Şunu bir anlatsana. Bilmeyenler için nasıl özetlersin?
Tabii. Sporcuların Trump’la bir alıp veremediği yoktu aslında. Sporcular, özellikle bu Amerikan Futbolu Ligi –ki Amerika’daki en önemli spor, belki Türkiye’deki izleyicilerimiz bilmiyordur; basketbol değil, keza basketbol takip ediliyor Türkiye’de ama, buranın en önemli sporu, her hafta sonu, her cumartesi günü milyonlarca insanı stadyumlara, televizyona bağlayan Amerikan futbolu– ve bu 15 milyar dolarlık bir endüstri Amerikan futbolu. Amerikan futbolunda da Amerika’daki birçok spor alanında olduğu gibi siyah oyuncular ön planda. Yani ciddi bir siyah oyuncu varlığı var. Bu siyah oyuncular son dönemlerde Amerika’da yaşanan beyaz polislerin siyah azınlıktan şoförleri, kişileri, gençleri bir şekilde trafik kontrolü veya kimlik kontrolü gibi durumlarda birdenbire bir çatışma olup istenmedik bir şekilde, bazen de ciddi bir şüphe bırakacak şekilde öldürmüş olmaları, silah kullanmış olmaları sebebiyle birkaç siyah gencin ölmesi, beyaz polisler tarafından öldürülmesi Amerika’da çok ciddi bir sorun yarattı. Ferguson’da bundan birkaç yıl önce yaşanan sorunlar bundan başlamıştı. Bunun üzerine bazı siyah sporcular bu meseleye daha fazla dikkat çekebilmek için Amerikan ulusal marşı sırasında dizlerini yere koymaya karar verdiler. Yani ayakta durmamaya, eğilmeye ve bir şekilde protesto etmeye. Yani bu ulusal marşı sanki protesto ediyormuş gibi, ama “Aslında bu meseleye dikkat çekmek adına biz bunu yapıyoruz” dediler. Yani bayrağa saygısızlık etmiyoruz ama Amerika’nın bu ırkçılık meselesini, özellikle polis ve emniyetteki bu ırkçılık meselesini ve suçsuz siyahların öldürülüyor olmasını protesto etmeye başladılar. Trump bunun üzerine burada tabanına bir mesaj vermek istedi. Trump çünkü biliyorsun bu konularda son derece milliyetçi, popülist, hatta ırkçılığa yaklaşan bir dil kullanabiliyor. Ve Alabama’da, güneyde –ki Alabama’da olması önemli– bir senato seçimi vardı. Alabama senatörü biliyorsun Adalet Bakanı oldu: Jeff Sessions. Onun yerine bir senatör seçilmesi gerekiyordu. Trump Alabama’da bir konuşma yaptı kendi adayını desteklemek için. Ve orada dedi ki: “Bazı siyahlar bayrağa saygısızlık ediyorlar. Ben” dedi, “bu Amerikan futbolu şirketlerinin, kulüplerinin patronlarından biri olsam o bilmem ne çocuklarını”, “o… çocukları” dedi, “o… çocuklarını kovardım” dedi. “Ve bu o… çocuklarını bir şekilde cezalandırırdım” dedi. Böyle sert bir küfür kullanması birdenbire Amerika’da pat diye gündeme oturdu. Ve bu hafta sonu neredeyse bütün siyah oyuncular dizlerini yere koydular ve protesto ettiler Trump’ı. Yani Trump karıştı meseleye. Şu an Amerika bunu konuşuyor. Neden ülkenin başkanı bu meseleye girdi? Neden bu kadar kutuplaştırıyor Amerika’yı? Bunlar konuşuluyor.

Küfür etti, bayağı küfür etti. Ve anladığım kadarıyla sadece siyahlar…
Yani şimdi yayında söylemek istemiyorum, fahişe çocukları dedi bunlara. Bunları yapanlar fahişe çocukları dedi.

Anladım. Göründüğü kadarıyla sadece siyahlar değil, bütün beyazlar, kulüp sahipleri vs. herkes diz çökmeye başladı değil mi?
İlginç bir şekilde kulüp sahipleri takım ruhunu korumak için takımdaki çoğunluğa bakıyorlar. Takımda siyahî çoğunluk olunca tabii kulüp sahipleri de siyahî oyunculara karşı hareket etmek istemiyorlar. Sonuçta takımın kazanması, takımın morali önemli. Takımdaki beyazlar da, her ne kadar siyahlar kadar bu meselede öfkeli olmasalar da ve bayrağı… Nedense bayrak meselesi bir de Amerikan askerlerine saygı hâline döndü. Yani “Bizim orada askerlerimiz ölürken bayrağa saygısızlık nasıl edebilirsiniz” meselesi çıktı. Burada Türkiye’ye benziyor ilginç bir şekilde. Amerika’daki milliyetçi damar bazen çok sertleşebiliyor. Bayrak, asker, işte ulusal duygular falan şahlanıyor. O beyazlar takım içindeki, hemfikir olmamalarına rağmen “Biz arkadaşlarımızın protesto etme hakkını koruruz” dediler. Ve onlar dizlerini yere koymadılar, ama ellerini sırtlarına koydular, bazıları da kol kola girdiler. Yani bir beraberlik hâlinde hareket etmeye çalışıyorlar. İlginç olan, Trump’ın aslında kazandığı kesim taraftarlar. Taraftarlar bu sefer sporcuları yuhalamaya başladı. Bazı takımlar ulusal marşa çıkmadı. Mesela ulusal marş çalıyor, bir spor takımı mesela ulusal marş çalarken dışarı çıkmadı. Marştan sonra çıktı. Taraftarlar yuhalamaya başladı Pittsburg’u — ki kendi evinde oynuyor. Bu ne gösteriyor? Aslında Amerikan futbolu taraftarları bir bakıma Trump’a daha yakın olabiliyor. Ve Trump milliyetçi damar yakalıyor buradan. Yani kendi tabanını yakalıyor. Zaten Amerikan futbolu da baktığında Amerika’da sosyo-ekonomik olarak aslında orta sınıf, bazen alt orta sınıfın en çok sevdiği oyun olarak kabul ediliyor. O kesim de Trump’a yakın bir kesim.

Neye varacak belli mi? Bu böyle sürecek mi, yoksa belli bir yerde süner mi?
Aslında belli bir süredir konuşamıyoruz Trump’ı. Trump ilginç bir şekilde Demokratlarla bütçe finansmanı konusunda bir anlaşmaya vardı. Bundan iki hafta önce kendi partisinin itirazlarına rağmen Demokratlara bir zeytin dalı uzattı ve onlarla Kongre’de bir anlaşmaya vararak Amerika’nın bütçe taban borcunu devam ettirdi. Yani bir bakıma hükümet kapanmasını, burada biliyorsun sık sık bütçe sorunları nedeniyle paralize oluyor hükümet, bunun önüne geçti. Herkes “Aa Trump belki de merkeze doğru daha pragmatik bir şekilde kendi tabanından uzaklaşıyor” diye sevinirken bunu yaptı. Yani bir bakıma kendi tabanına da bir mesaj verdi “Ben hâlâ sizleyim” diye. Bannon’ın çıkması –ki Bannon Trump’ın baş stratejistiydi ve Trump’ın kendi tabanıyla, beyaz orta sınıf, daha popülist tabanıyla köprüydü– onun çıkmış olması bir ümit olmuşken, “Merkeze yanaşıyor mu Trump?” konusunda, şimdi Trump tekrar tabana oynamaya başladı. Bana göre Trump son derece zekice gidiyor. Bir oraya bir buraya zikzaklar çizerek herkesin kafasını karıştırıyor. Biraz Tayyip Erdoğan gibi, çok güzel gündem belirliyor. İstemediği anlarda birkaç tweet’le gündemi değiştiriyor. Ve benim hep ifade ettiğim korkum: Trump’ı biz hep küçümsüyoruz. Hâlâ küçümsüyoruz, ama belki Trump dört yıl sonra seçimleri tekrar kazanabilir ekonomi böyle giderse — ki ekonomi kötü gitmiyor Amerika’da.

Evet Ömer, burada noktayı koyalım. Haftaya Gönül’ü de bekliyoruz, ona söylersin. Evet, Transatlantik’te bu hafta Ömer Taşpınar’la ağırlıkla Kürdistan referandumunu konuştuk, Putin-Erdoğan görüşmesini konuştuk. Ömer’e teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. İyi günler.

Heinrich Böll Stiftung Derneği'in katkılarıyla

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.